Çökelek Hikâyesi

Çökelek Hikâyesi

Çoğu zaman araba geçemeyecek kadar dar olan sokakları ve toprak damları buza çevirir kara kışlar. Yine de aldırmaz benzi soluk, bağrı yanık, kırış kırış alınlı viran köyün sakin­leri zemherinin ayazına, karına, boranına. Her daim sıcaktır gönülleri, hatta çoğu zaman dargınlıkları kırgınlıkları yaka­cak kadar.

Selenlerin Seyfi nerdeyse geçiminin tamamını hayvan­larının etinden ve sütünden sağlamaktadır. Gece gündüz hayvanlarını o tarla senin bu tarla benim gezdirir durur. Her sabah hayvanlar özenle sağılır, sütler çekilir, peynir­ler mayalanır. Zamanında işlenmeyen süt ise bakraçlar­da ekşir. Ekşimiş sütü atacak değil ya Seyfi’nin hanımı, onu da pişirip çökerterek çökelek yapar. Derler ya evi ev yapan hanımdır. Seyfi’nin hanımı hiçbir şeyi zayi etmez, kimisini kış için küplere, bidonlara basar, kimisini de evin ihtiyaçları için kasabanın pazarında sattırır.

Yaz sonlarına doğru, artık dağda, bayırda ot çöp kal­mamıştır. Hayvanlar samana mahkûm olmuştur. Artık sütlerinde bir kıymeti kalmamıştır. Hanım sütleri pey­nir yapar, torbalar bir bir. Torbalar torbalamasına lakin eve de koca bir kara kedi peydah olmuştur. Arsız kedi kaş ile göz arası dalar mutfağa, torbaları deşer peynir­leri yer. Sütlere kafasını batırır, yağları tırmalar, ayranı devirir. Hanımın canı yanmıştır bu kara kediden, lakin kedi ne yakayı ele verir, nede mutfaktan vazgeçer.

Cumartesi günleri kasabanın pazarıdır. Özellikle hayvan ve çökelek pazarı gün sökmeden başlar, gün doğumuyla dağılır. Alan alacağını alır, satan satacağı­nı satar, işlerine bakarlar. Seyfi’de mecburen gecenin kör karanlığında kalkar ve pazarın yolunu tutar. Evden çıkınca hanımı içi dolu koca iki siyah poşet getirir. Bu koca poşetlerin birinde pazarda satması ve eve sebze alması için çökelek olduğunu, diğerinde de ise yolun ortasında atması için eve sık sık gelen ve ne bulursa onu yiyen, hırsız kara kedi olduğunu söyler. Neyse birazda uyku sersemi olan adam “iyi ha der” ve poşetleri alır yola çıkar. Gayesi kasabada, sabahın erken saatlerinde açılan çökelek pazarına yetişmek olan adam, yoldan ge­çen bir traktörü durdurur ve vagona atlar. Yolun ortası­na gelince poşetlerden birini biraz da kara kediye fazla kızmış olacak ki bir küfür savurarak ekin tarlalarına doğru olanca gücüyle fırlatır.

Traktör kör karanlıkta bir iki silkelenme sonunda kasabaya gelir. Aralarında büyük rekabet olan çökelek simsarları hemen hemen her traktörün etrafını sarmakta ve “çökelek var mı çökelek?” diye sormaktadırlar. Seyfi aşağı inmeden simsarları soruşturur, ağızlarını yoklar ve sonra en fazla parayı veren çökelekçiye koşarak elin­deki poşeti, çökelekçinin terazisine koyar ve tartmasını söyler. Adam çökeleği tartarken poşetin kıpraşmasını görür ve “kardeş bunun içinde çökelek olduğuna emin misin?” diye sorar. Seyfi: “elbette çökelek var buzdola­bından yeni çıktı. Buzu çözülüyor galiba. O yüzden o kıpramalar” der. Derken aralarında bir tartışma başlar o der çökelek, diğeri der bu çökelek değil. Bu tartışmayı duyan pazardaki insanlar başlarına toplanır. Ve nihayet kalabalığın içinde poşeti açmaya karar verirler. Poşeti açalar ki ne bahan içinden hırsızlık yapa yapa beş on kiloyu bulmuş kıllı mıllı, kocaman bir kara kedi…

Seyfi bir utanır, bir kızarır, bir bozarır ki sormayın. Ne yapacağını hepten şaşırır. Bir yandan da “kardeş ku­sura bakma, ben yolun ortasında sana satacağım çöke­leği bu uğursuz kara kedi sanıp attım herhalde, bi gidip alıp geleyim” der ama olan olmuştur. Olay tüm ahali arasında duyulmuştur.

Geri döner. Bir traktörle yolun ortasına kadar gelir, yol kenarındaki ekin tarlalarına koşar. Tarlaları didik didik eder, ama ne çare poşeti nere attığını bir türlü bu­lamaz. Eve yorgun bitkin bir halde sebze alamadan dö­nerken, birde hanıma ne diyeceğini kara kara düşünür. Bir anlık dalgınlığı başına olmadık bir iş getirmiştir. Eve varınca hanımına başına geleni anlatır.

“Uğursuzdu o kara kedi, uğursuz. Sonunda kurtul­duk.”

Seyfi çalışkan biridir. Taşı sıksa suyunu çıkarır, top­raktan taştan çıkartır rızkını. Lakin elde yok avuçta yok. Üç beş tarla o da geçimine ya az yetmekte ya da hiç yetmemektedir. Kuraklık almış başını yürümüştür.

Çocukluğundaki bereketli yıllar aklına gelmektedir. Artık eskisi gibi bir türlü yağmur yağmamakta, otlak­lar çekirge sürüleriyle dolmakta, topraklar susuzluktan yarılmaktadır.

Kahveye gider, amaç bir iki dost görür sohbet eder açılırım der. Akşama kadar yağmur hayal eder. Akşam olur, yerinden kalkarak;

“Yine yağmadı, çocuk çoluk aç” der.

Ertesi gün çarşıyı pazarı dolaşır. Cepte para yoktur. Para olmayınca ne alacak, ne satacak bir şey vardır. Gökyüzünde ki güneş şimşek gibi çakmış, adeta dört bir tarafı alev alev yakmakta, insanların terlerini tırnak­lardan yerlere boşaltmaktadır. Kime rastlasa gökyüzü­nü işaret ederek;

“Yine yağmadı” der. “Çoluk çocuk aç.”

Yağmurda sanki bizimkine inattır. Bekleyeni çok olsa da bir türlü peçesini açıp, yüzünü göstermemektedir. Köylüde olanların farkındadır. Yağmursuz geçen bir bahar ayı, yaz ayında dağda tabanda hiçbir ot bırak­mayacak, ekinleri genç yaşta solduracak, pancarların yapraklarını kasıp kavuracaktır. İmam, muhtar derken köyün ileri gelenleri bir yağmur duasına çıkmaya ka­rar verirler. Ev ev, kapı kapı dolaşıp üç beş kuruş para toplarlar. Amaçları pazardan iyi bir tosun alıp kurban etmektir. “Azımı çok yapsın” diyerek, kimi az kimi çok ellerinde avuçlarında ne varsa verirler bu kurban için.

Hafta sonu ellerindeki parayla iri mi iri, cüsseli mi cüsseli yaşına başına bakmadan koca bir tosun alırlar. Sonra tepeye çıkıp başlarlar duaya.

Seyfi milletin moralini de bozmak istemez, lakin bir yandan da “Bu hava yağmaz, çoluk çocuk aç” diye ha­yıflanır.

Millet bir gün, iki gün duaya çıkar. Sanki dualar kabul olmuşçasına havanın da bir yağması tutar, gök çatlar, yer yarılır, her taraftan sular fışkırır, rahmet mi afet mi bilinmez, köyü ikiye yaran dere çıldırır önüne kattıklarını araziye sürükler.

Bizimkiler bu kadar yağmur yağdığını görünce tabi ki tosunu kesmeye kıyamazlar. Vaz geçmişler kurban­dan. Güya hakkı kandıracaklar.

Seyfi camdan dışarıyı gözlemektedir. Camdan, baca­dan, duvardan, çatıdan içeri su sızmaktadır. Her taraf sırılsıklam yaştır. Sel yırtar toprağı, evlerin duvarlarını aşındırır, kavakları devirir, gübrelikleri bozar.

İzlemesi keyiflidir tabi evin sağlamsa, yuvan sıcak­sa. O sırada telefon çalar, Seyfi yerinden kalkar, avizeyi kulağına götürür.

“Seyfi dayı, Seyfi dayı az daha yağsın mı, yeter mi?”

Bizim ki bir kızarır bir bozarır.

“Lan şerefsiz, bu yağmur sadece benim tarlama mı yağıyor” der kapatır telefonu.

Eee kurban kesilmedi lakin havanın da bu durumu birkaç saat aynı sürebildi. Yine aynı hamam, yine aynı tas... Birkaç saatlik yağmur yerini yeniden güneşe bı­raktı. Yağmur tez geldi, geçti köyden. Ahali duaya de­vam etti. Bir gün, iki gün, kırk gün. Vazgeçilen tosunda kesildi kurban edildi. Lakin yağmur yağmadı, otlaklar erkenden kurudu. Zaman Seyfi’yi haklı çıkardı.

“Bu hava yağmaz, çoluk çocuk aç.”

Kaynak: Ahmet Öztek / Bötçenim Hikayeleri

15 Aralık 2022 7-8 dakika 7 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar