Dama
Geçtim dışardaki koltuklardan birine. Üç beş kişi dışında kalabalık değildi mekân. Bir de mutlu sevgililer vardı salıncaklarda oturan. Sonra Zeynep geldi. Siyah bir tişört üstüne de beyaz gömlek... Klâsik selamını verdi " Naber paşam?" karşıma geçip oturdu. Kızıl saçlı garsona siparişlerimizi verdikten sonra başladık o içinden çıkamadığım sohbetlere...
- Nasılsın görüşmeyeli, dedi Zeynep.
- Bilmiyorum, dedim. Nedense bir suskunluk çöktü etrafa. Oysa enerjiktik ikimiz de. "İyiyim" demekle kandırmak istemedim kendimi. Eski ilişkimin bitmesi ile zor toparlamıştım kendimi. Bir takıntı olmuştu sanki eskilere olan dalmalarım. Zeynep biliyordu anlıyordu beni... Görmüştü çöküşümü de toparlayışımı da. Sonra yine aynı espri ile bozdu bendeki karamsar havayı:
- Eee şampiyon olur mu bu yıl Beşiktaş?
- Hahahah. Bilirsin Zeynep, Fener olmadan kimseye şampiyonluk yok.
Koyu bir taraftardı Zeynep. Beşiktaş konusunda şakaya gelmezdi. Bense koyu bir kanarya... Çok eskilerde bir dargınlık olmuştu aramızda. Tabii sonra düzeldi aramız. Sahi bu ülkede neden bu kadar çok ciddiye alınıyordu futbol takımları? Hiç anlayamadım, anlayacağımı da sanmıyorum. Derken Zeynep , dama oynayalım dedi. Olur dedim. Oysa yıllar olmuştu oynamayalı. Ve şimdi çin daması oynayacaktık Zeyneple. Limonatalarımızın ardından damayı istedik. 9 lu bir şekilde yerleştirdik taşlarımızı köşelere. İlk başlayanı zarla belirledik. Ben başlıyordum. Daha ilk hamleyi atmaya hazırlanırken hafiften yağmur çiselemeye başladı. Ve de müzik... Elimi götürdüğüm ilk taşla başladı Zeynep ile olan soru- cevaplamalarımız :
- Söylesene Zeynep, neydi yorgunluğun anlamı? Neydi beni uykusuz bırakan o yorgunluk?
- Yorgunluk, düşünmektir be Hasan. Gözle görülmeyeni elle dokunulmayanı düşünmektir derin derin... Düşünmek yanlış değildir bak. Fakat sen düşünüyor ama çıkmıyorsun o derinlikten. Sanki biri seni zorla oraya kilitlemiş gibi... Durmadan Zelihayı düşünüyorsun. Anılarını ve yarım kalmışlıklıkları düşünüyorsun. Gel gör yorgunluk nasıl çökmesin sana? Sevme demiyorum hatta yorum bile yapmam ben buna. Lakin sabah aynaya baktığında yorgunluk sana ilk kurşunu sıkmadan gülümsemeye çalış Hasan. Yeni bir güne uyanmanın muhteşemliğine bırak kendini.
Dedi ve yaptı hamlesini. Benim izlediğim yoldan farklı bir yol izledi. Belki yanlış hamle ile başladı oyuna. Ses etmedim. Sonra gözlerini kaldırmadan sordu:
- Peki sen söyle, bir insan neden çekingen olur?
- Yaşanmışlıklardan, dedim. Geçmişin köklerine takılan bir zihin anca çekingen olur. Mesela üst üste gelen kötü olaylar. Bunlarla birlikte sevdiklerine gösteremediğin o ilgi... Ve de ardından seni insanların gözünde "umursamaz" yapan o içe kapanmalar Zeynep. Bazı insanları anlamak zordur bilirsin. Lakin bazı insanları anlatmak çok daha zordur. Sen içine dökersin mesela bazı şeyleri, ben beyaza. Monoton bir havada devam eder bu durum. Sonra bir bakmışsın ki çekingenlik işgal etmiş duygular âlemini. Ahh! Ne etsen de kolay kolay kaçmayacaksın kendinden. Sorgulayacak ve belli bir süre sonra hissiz olmaya başlayacaksın.
- Vayy paşama bak sen.
Güldük beraber, iki üç hamleden sonra bu sefer ben sordum:
- Zeynep, dedim. Beyazı kaybedeceğini bile bile dokunur muydun kaleme? Yahut içini parçalayan onca söze rağmen dokunmadan izler miydin beyazı?
Durdu kaldı bi an. Bir iki yudum aldı limonatadan. Derin bir iç çektikten sonra bozdu sükuneti:
- Aşka benzemez mi bu Hasan? Demem o ki birini kaybedeceğini bile bile sevip açılır mısın ona yahut içindeki aşk koruna rağmen uzaktan mı seversin? Bilemiyorum ki be Hasan. Zor yerden geldi soru. Ben olsam kirletirdim beyazı. Ne de olsa sevebileceğim kadar sevmiş olacaktım. Sonrasında özleyeceğimi biliyorum. Fakat dayanamam ben. Yüreğimde yağmur yağarken dışarda şemsiyesiz dolaşamam. Yapraklar dökülürken tane tane ben basamam kaldırımlara.
Dedi ve sustu Zeynep. Taşların üzerine eğilip bir zikzak çizdi. Ve sonra:
- Dürüst ol ha. Hiç ağladın mı yakın zamanda?
Ağırdan gülümsedim. Yanaklarımdan yağmur bulutlarını def edeli çok olmamıştı. Daha dün gibiydi yüreğimin ağırlaştığı, her iliğimde hissettiğim aşkın sıcaklığı ve yanaklarımın ıslaklığı.
- Hangimiz ağlamıyor ki be Zeynep? Hangimiz o sisli gecelerde yorgan altında ağlamadık ki... Belki tanıdık gelir sana. Hani hayaller kurar önce güler sonra gözlerimiz dolar ya yavaştan. Üstüne bir de dişlerimizi sıkarız ses çıkmasın diye. Ay karanlıktır... Uyanıktır yıldızlar. 4 kişilik odada sessiz sedasız iki üç yaş akar yanaklarımızdan. Esasında huzuru buluruz. Rahatlarız. Sahi Zeynep, bilir misin ağlamanın ne kadar tatlı olduğunu?
- Bilirim paşam bilirim. Haydi sıra sende. Yap hamleni.
İki üç kareyi atladıktan sonra yavaştan kazanıyordum oyunu. Benim de onun da üç taşı kalmıştı yerlerinde olmayan.
- Zeynep, dedim. Ben bir kız sevdim ya hani. O beni terk edip gittikten sonra neden unutamıyorum. Neden soğuyamıyorum bir türlü?
- Ahh Hasan'ım. O öyle kolay mı ki... Ne demişti şairin biri : " Unutamazsın. Zorlama... Kendini unuttuğun vakit unutursun sevdiğini." Ama yapmak zorundasın. Evet güzel sevdin, bekledin. Ama olmayursa zorlamanın anlamı yok. Dama değil ya bu . Seninkisi zaten fener kaderi. Her halükarda üzülüp yoruluyorsun. Değer mi?
Yine güldük. Tuttuğum takım ile beni vurması onu tatmin ediyordu. Ama haklıydı. Bazı gecelerin sabahı karanlıktan farksız derler ya. Benim sabahlarım öyleydi. Tükenmişliklerin ve pişmanlıkların ülkesiydi gözlerim. Onlarca çıkıntılı ve engebeli bir ülkeydi yüreğim. Dalgın ve de dargındım. Masumca ve safça sevmenin nankörlüğüne denk gelmiştim. Kelimeler yetmiyor bazen her şeyi Zeynep'e anlatmama. Bazen de ben tercih ediyordum suskunluğu. Ne de olsa gözlerime bakan anlardı beni. Sormazdı nedenini yüzümden düşen cam parçalarının. Ve hamle sırası bendeydi:
- Zeynep bu şehir bu mevsim neden bana yabancı?
- Yabancı mı? Değil. Öyle değil. Sen çok uzaklara gittin. Olmadık limanlarda bekledin. Dalıp gittiğin mevsimlerde kaldın sen Hasan. Gelmen gerek geç olmadan. Bakma öyle... Evet bana da yabacı geldi günler oldu. Bu metropol kalabalığında yalnız hissettiğim oldu. Sevdiğim çocukla bozuşup ayrıldığım oldu. Ama kabullenmek gerekir bazı şeyleri. Bak yine bu şehirdeyim. Karşındayım. Yorgunluğum geçti. Yalnızlık desen, sizler ile aldatıyorum onu. Yani uzun lafın kısası dönmen gerek . Geçmişi bırakıp gelmen gerek, dedi öyle usulca.
Önce oynattı taşını. Sonra son hamle sırası bana geldi. Ansızın Zeynep sordu:
- Kimi okur kimi izlersin ?
- Hangisinden başlasam ki Zeynep. O kadar çok okuduğum oldu ki. O kadar yürek dinledim. Sonucu yepyeni benler çıkardı ortaya. Kalemim güçlendi. Umutlar edindim. Süreyya'sı Nazım'ı Asaf'ı demeden okudum okuyabildiğimi. Hepsi ayrı bir derinlik. İzlemek mi... Yeşilçam temeliydi zaten TV hayatımın. Sonrası yerli-yabancı klâsikler. Bir de " Kelebeğin Rüyası" Zeynep. Hatırlar mısın ne demişti şair:
" Aşk bahanesidir şiirin..."
Oyun bitti. Zeynep bir hamle kala kaybetti oyunu. Ağırdan güldük yine. Sonra dinmesini bekledik yağmurun. Kalkıp onu yurduna bıraktım. Bırakırken sessiz bir şekilde söyleniyordum. Şükrü Erbaş'ın o mısrası çıktı dudaklarımdan. " Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü gülümsedi yine..." Sahi neden uzun uzun yağmıştı yanaklarıma? Tökezleyip kalan ben miydim? Ben miydim sokak lambalarının sönük olduğu geceler dışarda olan? Ben kimdim, neydim? Yorgunluk, uykusuzluk yahut tükenmişlik miydim? Kimdim ben?