Dostluğa Merhaba
Sonbahar yaklaşırken kendimi yine yalnız hissettiğim o günlerde sıkça yaptığım bir şeydi deniz kenarında yürümek. Sonbahar hüznüyle yaklaşırken kendimi eve kapatmak yerine sık sık denizin kenarına gider olmuştum. Yine bir gün en sevdiğim bordo ceketimi giymiş, üzerine de beyaz atkımı takmıştım. Ayakkabılarımı giydim. Ana caddenin kıyısından köşesinden, kalabalığı yararak geçtim. Kıyıya doğru yaklaşırken denizin o tuzlu kokusu ciğerlerime doldu. Ellerim hafif üşümüştü, ceplerime sakladım ısınsınlar diye. Epey yürüdüm. Martılar yine denizden nasiplenmenin endişesiyle hırçın çığlıklar atıyorlardı. Rüzgâr yüzüme çarpıyor, saçlarım yüzüme değdiği yerde küçük hissizlikler yaratıyordu. İleride bir banka oturdum. Köşedeki simitçiden aldığım simitleri parçalara ayırarak martılara fırlattım. Birkaç taneyi de yanı başımdaki güvercinlere ayırdım. Güneş saklandığı bulutların arkasından çok nadir gösteriyordu yüzünü. Deniz güneşi görememenin verdiği asabiyetle büyütüyordu dalgalarını, karanlığa gömülmüş şeklinde sadece asi dalgaların yarattığı beyaz köpükler vardı. Uzun süre oturdum bankta. Düşünceliydim yine. Kimleri ve neleri düşündüğümü bilmeden daldım uzaklara. Hep merak ederim doğrusu 'Şimdi ben burada otururken kaç insan ağlıyor, kaç insan gülüyor? Kaç bebek dünyaya geliyor? Kaç hayat sönüyor? ' diye. Acaba benim gibi biri daha merak ediyor mu bunları?
Rüzgâr şiddetini artırırken iyice üşüdüğümü hissettim ve kalkmak için bir nefes aldım. Tam o sırada rastladım o yaşlı gözlere. Denizin hemen dibinde, kordon boyunun sona erdiği yerdeki parmaklıklara yaslanmış öylece duruyordu. Sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi, Tanrı'nın dünyaya ödünç verdiği bir ruh gibi. Yetmişli yaşlarında olmalıydı. Biraz sağa doğru yürüdüm yüzünü seçebilmek için. O kadar dalgındı ki yanına gidip bir şeyler söylesem duymazdı. Hemen parkın köşesindeki ağacın yaşlı gövdesine yaslandım. Boş verip gitmek gelmedi içimden. Bir süre izlemeyi tercih ettim. Başı dikti, uzaklara bakıyordu. Kim bilir nice hasret, nice özlem birikmişti saçlarının akına. Nice mutluluğu, sevinci çizmişti yüzündeki kırışıklıklara. Nice acı birikmişti gözlerinden akmayan yaşlara. Üzülmüştüm epey. Onun yalnızlığını hissederek kayıtsız kalmak vicdanımı sızlatmıştı. Ne diyeceğimi bilemeden bekledim. Başını denize çevirdi sonra. Gözleri kederli yüzünü aradı derinliklerde. Belki de hiç görmemeliydi yüzünü. Belki de o yüzden karanlıktı bugün deniz, o yüzden kararmıştı gölgesi denize düşen bulutlar. Bir damla yaş aktı gözünden sonra. Denizin tuzuna karıştı acı gözyaşı. Deniz huysuzlandı birden. Belki de yaşlı adamın artık gitme vakti gelmişti. Kafasını çevirdi. Derin bir of çekti, koyuverdi nefesini sonra. Beni fark edeceğini sanarak geri çekildim. Yüzünü tam olarak görebiliyordum şimdi. Çıkık sivri bir çenesi, çakır rengi belirsiz, çökmüş gözleri vardı. Siyah kasketinin sağından solundan kendini belli eden birkaç beyaz saç teli... Üstünde dizlerine kadar gelen kahverengi bir paltosu ve ayağına giydiği bir çift eski ayakkabı bugünlere ait değildi sanki.
Neden bilmem yanına gidip konuşamadım. Adını öğrenemedim. Nerede yaşadığını, bu üzgün halinin sebebini soramadım. Cesaret edemedim. Belki de soracağım sorular bıktırırdı onu. Belki hatırından silmeye çalıştığı acı hatıralar gün yüzüne çıkacaktı tekrar. Cesaretimi toplamaya çalıştım. Oturduğum banktan kalkmaya yeltenecek oldum ama bir an duraksadım. Ya benimle konuşmak istemezse diye düşündüm. Beni tersleyeceğinden korkarak geri çekildim.
İnsanlar yaşlandıkça acıları yüreklerinde birikirmiş. Mutlulukları eriyen bir mum gibi zamanla tükenir ve silik, şekilsiz hatıralar şeklinde kalırmış. Yaşlandıkça o mutlu anları hatırlamaya çalışır ama bir türlü beceremezmiş. Bu yüzden kalbini bir hissizlik ve aksilik kaplarmış. İşte bu düşüncelerle şimdilik yaşlı adamın dertlerine ortak olmaktan vazgeçmiştim. Yaşadığı her neyse bana anlatmak istemeyebilirdi.
Ben oturduğum yerde onunla konuşmak için kıvranırken o parmaklıklara yapışmış elini bir hamlede çekti. Son kez baktı denize ve uzaklara doğru yavaş yavaş yürüdü, sürükledi ayaklarını peşinden. Ben şaşkındım. Nasıl davranmam gerektiğini bilemeden öylece kalakaldım yaslandığım yaşlı ağacın yanında. Gidişini izledim uzun uzun. Ardından havanın karardığını fark ederek eve doğru yürümeye başladım.
Sonraki günlerde okula gittim, ders çalıştım, film izledim, kitaplar okudum ama o yaşlı adamın görüntüsünü silemedim aklımdan. Hep onu düşünür oldum. Merak ettim. Gece yatağıma yattığımda uykulara dalamadım. İçim sızlar olmuştu. Keşke yanına gidip konuşsaydım, derdini sorsaydım. Meraklarım içimi kemirirken ben pişmanlığımın esiri olmuştum. Her cümleye keşke diye başladım o yaşlı adamı düşünürken. Her gün ona rastladığım kordon boyunda yürüdüm belki tekrar rastlarım diye. Böyle günlerce gittim aynı yere, aynı ağacın yanından gözledim etrafı haftalarca. Öylesine pişman olmuştum ki gitmesine izin vermemeliydim. Hayatına, yaşadığı yere dair küçük bir detay koparmadan bırakmamalıydım onu.
Bir gün yine odamda düşüncelere daldığım sırada uyuyakalmışım. Bir rüya böldü uykumu. Çok güzel türlü çiçeklerin bezediği bir tarlada buldum kendimi. Etrafın güzelliğinden büyülenmiş bir şekilde dolaşıyordum. Bu sefer ne ben ne de o yaşlı adam yalnızdık. Sanki senelerdir tanışıyormuşuz gibi sohbet ederek yürüyorduk ağaçların selam verdiği yoldan. Ben kendimi neşenin şımarık kollarına teslim etmiş küçücük bir çocuk gibiydim. Yaşlı adam da aynı şekilde mutluydu, bunu etrafa saçtığı gülücüklerden anlayabiliyordum. Sonra aniden yaşlı adamın görüntüsü silikleşmeye başladı. Sıkıca tuttuğum elleri adeta avuçlarımın içinde eriyip kaybolmuştu. Yürüdüğüm o yolda yapayalnız kalmıştım. Ağaçlar rüzgârın etkisiyle sersemlemeye başladılar. Ben de köklerini derinlere salmış yaşlı bir ağaç gibi çakılmıştım olduğum yere. Yavaş yavaş yaşlar birikmişti gözlerime. Uyandım ama ne uyanış. Ellerimi gözlerime götürdüm. Islaktılar gerçekten...
Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Yattığım yerde doğruldum ve penceremden İstanbul'u seyretmeye başladım. Şu İstanbul ne büyük ne kocaman bir şehir. İnsanları hüzünleriyle, sevinçleriyle yutuyor, her birinin rengine bürünüyor adeta. Sonra uyku tekrar çaldı kapımı. Uyuyakalmışım...
Sonraki günler aklımda bin bir düşünceyle devam ettim hayatıma. Fakat pes etmiyordum. Her fırsatta yeniden uğruyordum deniz kenarına. Yürüyordum her gün adımlarını ezberlediğim yerlerden.
Yaklaşık iki ay sonra, sonbaharın yüzünü iyice gösterdiği bir öğle vakti geçtim aynı yoldan. Gövdesine yaslandığım ağaç yapraklarını dökmeye başlamıştı. Yaslandım ve yorgun yapraklar gibi ben de döktüm gözyaşlarımı. Bir iki tanesi yerdeki kuru bir yaprağın üzerine düşerek gümüşi pırıltılar oluşturdu. Bir süre onları izledim. Üşümüş ellerimi yanaklarımın nemine vurdum ve sonra tekrar sakladım ceplerime. Vazgeçmek bana göre değildi. Bir gün mutlaka rastlarım, bu sefer soramadığım soruları sorarım diye düşündüm.
Aniden uzaktan denizi seyreden o gözleri gördüm. Yaşlı ve yorgun... Onun kederli gözlerinin aksine ışıltılı bir gülümseme kapladı yüzümü, gözümün yaşına karıştı. Önce ne yapacağımı bilemedim. Onun olduğundan emin olmak için iyice baktım. Evet, yine o yaşlı iki el, kahverengi palto, altı eskimiş ayakkabılar... Yavaşça yürüdüm, yanına yaklaştım ama ne diyeceğimi bilemedim. Geldiğimi fark etmiş olacak ki aniden arkasına döndü. Hazırlıksız yakalanmıştı sanırım. Sonra ağladığımı fark etmiş olacak ki mahcup bir edayla üzüntümün sebebini sordu.'Boş ver' dedim.'Unuttum bile'. Hayatına dair öğrenmek istediğim o kadar çok şey vardı ki nerden başlamak gerektiğine karar veremedim. Beklediğimin aksine daha sıcak karşıladı beni. Koluna girdim, yürüdük. Onu parkın sonundaki banka oturttum ve beklemesini söyledim. O beni beklerken elimde sıcak iki bardak çayla döndüm. Cebimdeki arta kalan birkaç kuruşla aldığım tek simidi eline tutuşturdum. Çayımı geri çevirmedi fakat elimdeki simidi ikiye bölüp kopan büyük parçayı bana verdi. Yaşlı adama onu gördüğüm eylül gününü anlattım. Sonra gördüğüm rüyadan bahsettim. Gözlerinin içi parladı. Şimdi daha mahcup bir edayla anlatıyordu o günü. Sadece hava almak için dışarı çıkmış ama aklına gelen sayısız isim ve görüntü onu yalnız bırakmadığı için deniz kıyısına atmıştı kendini. Ben de kısaca bahsettim kendimden. Sohbet koyulaşırken gitmesi gerektiğini söyledi. Kalması için ısrar edecek oldum ama o reddetti. Kaldığı yere bırakmak için zorla söz aldım. Yine koluna girdim, yürüyüşümü onun temposuna uydurarak ilerledik. Kordon boyunun sonunda küçük bir kulübenin önünde durduk. İçimi bir sızı kaplamıştı yine. Ama fark edip üzülmesin diye hemen düzelttim yüzümü.
Kapıyı açtı. Bir kilidi yoktu kulübenin. İçeri bir göz attım. Köşede bir soba, üzerinde paslanmak üzere bir demlik... Sobanın yanında kimin eskisi diye düşündüğüm bir somya, küçük bir tezgâh hemen solda, etrafta oraya buraya savrulmuş hatıralar, birkaç eski kıyafet kapının arkasında... Onu o gece o kulübede bırakarak devam ettim yoluma. Ama küçük bir hediyesi oldu bana: Davet. Ben iyi bir gece dilerken ona, o yalvaran meraklı gözlerle beni evine davet ediyor, onu ziyaret edeceğim günü bekliyordu.
Okuldan çıkar çıkmaz ilk durağım o küçük kulübe olmuştu artık. Annem eve geç gidişlerimin sebebini öğrenmeye çalıştıkça kaçamak cevaplar verir oldum. Ben her gün okuldan onun kulübesine doğru yürürken kapıda buluyordum onu. Benden başka küçük sevimli bir dostu daha vardı yaşlı adamın. Beyaz kıvırcık tüylerinin içinde parlayan zeytin gibi gözleriyle kendini hemen sevdiren bu köpeğin adı Köpük'tü. Beni ilk gördüğünde pek sıcak karşılamasa da zamanla varlığım onun için bir sıkıntı olmaktan çıkmıştı. Bazen kulübeye giderken köşedeki kasaptan aldığım kemikleri koyduğum yerden alıp hemen kaçardı. Yaşlı adamı benden kıskanıyordu elbet. Bu küçük hayvanın sevgisinin dili de kıskançlıktı işte. Yine de seviyordum onu. Yaşlı adama karşı inanılmaz bir sadakati vardı.
Kış yaklaşmıştı artık. Yaşlı dostum beni her gün yaptığı bir demlik sıcak çayla ağırlıyordu. Yanına götürdüğümse çoğu zaman iki simit bir poğaça. Somyanın üzerinde otururken o, ona aldığım kırmızı battaniyeyi örtüyordu ayaklarına. Uzun bir süre ben ona yoldaş, o bana can dostu oldu. Çayımızı içerken anlattığı hikâyelerden her gün yeni anlamlar çıkarır oldum. Çok kitabı vardı ve bana seçtiği kitapların en güzel hikâyelerini, şiirlerini okuturdu çoğu zaman. Ben kendimi hikâyeye kaptırdığım zamanlarda gevrek gevrek gülerdi. Bir süre sonra ben de basardım kahkahayı. Böylece tüketirdik öğleden sonralarını. Akşam olup da gitme vakti geldiğinde bana hissettirmezdi ama gözlerindeki endişeyi hemen bulup seçerdim. Onu rahatlatmak için küçük şakalar yapar, bir baş belası olduğumu söylerdim. O ise öyle olmadığımı söyleyerek hep kızardı bana. Böylece haftalarca onun küçük meşgalesi olmuştum. Ona en güzel en mutlu anımdan tut da en acı günlerimden bahsettim. Babamı kaybettiğim günleri. O hep merakla dinler, küçük ama sıcak teselliler verirdi bana. Bir erkek arkadaşım olduğunu söylediğimde pek de güzel gülmüştü. Beni mutlu edebilecek birinin olduğunu bilmek onu rahatlatıyordu sanırım.
Ben uzun süre soramadım ona aklımda biriktirdiğim soruları. Her gün bir yenisi takılıyordu aklımın çengeline. Kimdi bu yaşlı adam, kimi kimsesi yok muydu benden önce? Bir eşi, çocukları... Etraftan birkaç şey duymuştum ama ben ondan öğrenmeliydim en doğrusunu. Bir süre bekledim doğru zamanı kolladım. Yaklaşık dört aydır en iyi arkadaşım en yakın dostum olmuştu. Annemin de haberi vardı artık. Zaman zaman yaptığı akşam yemeğini koyduğu tencerelerle tutardım kulübenin yolunu. Yemeğimizi yedikten sonra, gelirken aldığım kestaneleri yapmıştık bir akşam sobada. O akşam bana bir masal anlattı. Hikâyeden vazgeçmişti belli ki. Ben köşedeki eski koltukta otururken sordum ansızın soruyu.'Kimsen yok mu senin?' Soru aniden soğuk kış gününün ayazını eriten bir ateşe döndü. Sanki şu koca dünyada sadece alevini odayı yakmak için kullanan soba, yaşlı adam ve ben kalmıştık. Üzüldüğünü fark ettim. Gözlerinin mutluluğa boyanan rengi aniden koyulaşmış, gözlerinden akmıştı. Özür diledim. Niyetim geçmişinde yaşadığı her neyse onu açığa çıkarmak değildi. Bu arada Köpük de meraklı gözlerle bir bana bir de dostuna bakıyordu. Havadaki hüznü sezmiş olacak ki patilerini öne doğru uzattı ve başını patilerinin üzerine koyup bir süre etrafı seyretti. Yaşlı adam bir süre sustu, sonra aynı şefkatli gözle bana güvendiğini belli etmek istermiş gibi anlatmaya başladı hikâyesini.
O ve karısı uzun zaman önce yerleşmişlerdi İstanbul'a. Bilindik bir karşılaşmaydı onlarınki de. Hukuk fakültesinde okudukları yıllarda sevmişlerdi birbirlerini. Senelerce sevmişler, ailelerinin rızasıyla da evlenmişlerdi. İkisi de alışık değildi elbet İstanbul'a. Sevdiklerini geride bırakıp bel bağlamışlardı bu topraklara. Evlendikten sonra burada yaşamaya başlamış, ömürlerini İstanbul'da tüketmek istemişlerdi. Nitekim de öyle olmuştu. Yaşlı adam ve karısı bu şehirde başlamışlardı çalışmaya. Emeklerinin ürünlerini aynı evde tüketmişler, aynı yastığa baş koymuşlardı her gece.
Yaşlı adamın sesi titremeye başlamıştı, sesi gittikçe ağlamaklı bir hal aldı ama devam etti. Susmak için geç, konuşmaya devam etmek için zor dakikalardı bunlar. Sesimi çıkarmadım. Arada aldığı derin nefesler bölüyordu sadece hikâyesini.
Karısından bahsetti. Söylediğine göre karısının çok güzel iri ela gözleri varmış. O en çok gözlerini severmiş karısının. Saçları uzun dalgalıymış, kızıla çalarmış rengi güneşte. Karısı hep tatlı ve sevecen olmuş ona karşı. Ümitle bağlanmışlar birbirlerine. Bıkmadan usanmadan sevmişler birbirlerini. Yaşlı adam karısının rengârenk çiçekleri suladığında neşeli melodiler mırıldandığını söyleyince bir sancı girdi kalbime. Çiçekleri ne kadar sevdiğimi hatırladım.
O ve karısı bahçeli küçük bir evde yaşamaya başlamışlar. Penceresinden denizin göründüğü, bahçesinde güllerin açtığı. Çok sıkıntı çekmişler zamanında ikisi. Bir dilim kuru ekmeğe muhtaç kalmışlar. Öyle zamanlarda sevgilerini bölüşüp sunmuşlar birbirlerine. Ve evliliklerinin en güzel meyvesi kızları olmuş sonra. Evin bereketi artmış, bolluk dolmuş hanelerine o küçük kız çocuğuyla. Yaşlı adam kendine küçük bir kitap dükkânı açmış ve orada çalışmaya başlamış. Karısı da evde kızıyla ilgileniyormuş. Küçük kızları da en az annesi kadar güzelmiş. Babası için annesinden aldığı gülüşü onu dünyanın en tatlı varlığı yapmaya yetiyormuş. Küçük kız da annesi gibi çiçekleri çok severmiş. Annesi ne zaman çiçekleri sulamak için bahçeye çıksa hemen peşine takılır onun yaptıklarını yapar, annesini taklit edermiş. Adam ve karısı kızlarının beşinci doğum gününde almışlar Köpük'ü. Köpük o zamanlar küçücük bir yavruymuş. Küçük kızın peşinden hiç ayrılmazmış. Küçük kız da ondan bir saniye uzak durmaya dayanamazmış. Adam ve karısı o kadar mutlularmış ki korkuları da bir o kadar büyükmüş. Birbirlerini kaybetmekten delicesine korkarlarmış.
Bir hafta sonu arabayla gezmeye giderken yakalamış acı onları. Yaşlı adam bir anlık dikkatsizliğinin bedelini kızı ve karısıyla ödemiş. Araba falezlerden denize uçmuş; o karısını ve kızını kurtaramamış tutkunu olduğu denizin kollarından. Kendi yüzerek kıyıya çıkmış ve karısının kızıyla birlikte evde beklediğine inandırmış kendini. Bir hafta kadar hastanede yattıktan sonra eve gittiğinde karısını ve kızını göremeyince çıldırmış. Solan gülleri görünce anlamış gerçeği. Karısı ve kızı o güller gibi solup gitmiş bu hayattan. Sonraki günlerde eve bir daha hiç gitmemiş. Varı yoğu ne varsa kaybetmiş. Harap etmiş kendini senelerce. Sonunda etrafındakilerin yardımıyla bu küçük kulübeye taşınmış. Yanına sadece kitaplarını alabilmiş ve ne annesi ne babası hiçbir tanıdığı istememiş etrafında. Çünkü ne zaman etrafına baksa her tanıdık yüzde karısını ve kızını görür olmuş. Böylece yaşlanmış bu kuytu köşede, senelerce kimseye tek kelime etmeden yapayalnız... O herkesi silmek isterken hayatından, Köpük inatla direnmiş. Sahibinden ayrılmamak için her gün kapısının önünde beklemiş. Küçük köpeğin azmi gerçekten görülmeye değermiş. Adam ne yapmış etmişse vazgeçirememiş küçük dostunu. Sonunda pes ederek uzun süre kendisinden bile esirgediği sevgisini tekrar göstermeye başlamış Köpük'e. O küçük hayvan sahibinin onu tekrar okşadığı gün sevinçten çıldırmış. Böylece ikisi tekrar beraber yaşamaya başlamışlar. Ne yazık ki adamın karısına ve kızına olan özlemi artarak katlanmış.
Hikâyesi bittiğinde gözyaşları dinmemişti elbet. Ağladı ağladı. Ona sıkıca sarıldım; fazla vaktinin olmadığını söyledi ya yıkıldım o gün. Haftalarca gelemedim kendime. Onu öyle çok sevdim ki babam yerine koydum, her şeyimle sevdim.
Böylece geçip gitti günler. Güneş artık gösterir olmuştu yüzünü. Bahar geliyordu işte. Ama onun her gün solduğunu, kıpırdamaya mecalinin kalmadığını görmek beni yaralıyordu.
Köpük de huzursuzdu bu durumdan. Sahibinin hastalığından mı ilgisizliğinden mi bilinmez aksi bir hayvan olup çıkmıştı. Ne ona dokunmama izin veriyor ne de yaşlı adamın yanı başından ayrılıyordu. Yaşlı adamın artık ne onunla ilgilenecek gücü ne de ona bakabilecek hali kalmıştı. Öyle zamanlarda elbette Köpük'e bakma görevi bana düşüyordu. Ama o tatlı, sevimli köpek bana boş ve sevimsiz gözlerle bakıyordu. Bir gün koyduğum kemikleri yerken tasmasından tutmaya yeltendim. Ani bir sıçrayışla elimden kurtuldu ve uzakta gözden kayboldu. Arkasından koştum fakat yetişemedim. Her gün inatla kapının hemen yanındaki kabına su ve yemek koydum. Ama o bir türlü dönmedi. Yaşlı adama durumu anlatmak zorunda kaldım. Üzüleceğini düşünmüştüm ama o anlamlı bir şekilde güldü. Nedenini soracak oldum. Sonra vazgeçtim. Her şeye rağmen Köpük'ü aradım , sordum ama hiç kesişmedi yollarımız.
Nihayet güneşli pırıl pırıl bir Mart sabahında kaybettim yaşlı dostumu. Yavaş yavaş teslim ettim onu ölümün soğuk kollarına. Bir gün öleceği gerçeği korkusu sararken içimi, bu gün kaybetmiştim onu. Kulübeye girdiğimde elinde kitabıyla öylece yatıyordu somyanın üzerinde. Gözünde bir damla inci, dudaklarında o acı gülümseme yine. Şimdi toprağa teslim ediyorum onu. Yanımda kimseleri istemiyorum. Hayat bu işte bir mevsimlik... Dün yaşarken bu gün ölmeyeceğimizin garantisi var mı? Uzun süre toplayamadım kendimi. Kolay değil biricik dostumu en iyi arkadaşımı kaybetmiştim. Babamın sıcaklığında bulduğum o yaşlı adam yoktu artık. Yokluğu koca bir boşluk gibi çöktü içime. Şimdi o boşluğa sadece geceleri annemden gizli gizli akıttığım gözyaşlarımı ve sonbahar yapraklarını döküyorum.
Ben şimdi anlıyorum neden yaşlı dostumun o gün denize alacaklı gibi diktiğini gözlerini... Deniz senden onları çalmıştı ama sen ondan alacaklı olduğun halde akıtmıştın gözyaşlarını. Sen her gün ağladıkça o parmaklıklarda, deniz her gün biraz daha borçlanıyordu sana. Bekli de bu yüzden hırçınlaşıyor, köpüklü dalgalarıyla savuruyordu küfürlerini etrafa.
Her gün gidip bakıyorum o banka. Anılar kalbimde canlanıyor. Ben ağlamak istemiyorum artık bak bahar geldi, güller atçı katmer katmer. Ama sen yoksun. Şimdi o ağacın çiçek açmış dallarının altından izliyorum tanıştığımız günü. Biliyor musun Köpük'ü son kez gördüm artık kullanılmayan o kulübenin önünde. Zavallı hayvan bu sefer ilkinden farklı olarak bir elvedayı esirgemedi benden. Eskiden ışıl ışıl olan gözleri gülmüyordu. Bu kez peşinden gitmedim. Çünkü yokluğunun ardından ne o ne ben senden kalan boşluğu doldurabilirdik.
Sonradan annemden öğrendiğim bir şey oldu ki bana yaşlı dostumun o anlamlı gülüşünü hatırlattı. Annemin dediğine göre hayvanlar ölümü hissettikleri zaman sahiplerini terk ederlermiş. İşte Köpük'ün gidişinin sebebi buydu. Zavallı hayvan ölümü sezmişti ki ben o gün onu tutmaya çalıştıktan sonra gözden kayboldu. Şaşılacak bir şey değildi aslında. Ölüm de bir kaçış değil mi? Tek farkı vakitsiz gelişi.
Şimdi tek tesellim baharın hiç terk etmediği cennet bahçelerinde kızın ve karınla birlikte olman. Ben... Devam ediyorum şimdi elinde yarım kalan kitaba. Bitirmeden uyumak yok bu gece. Sevgili yol arkadaşım. Ey dost!
Sevgili Neslihan Hanım ,
Çok güzel bir öyküydü...
Emeğinize ve yüreğinize sağlık...
Başarılarınızın sürekli olması dileklerimle...
Harika bir öykü. Yüreğinize sağlık. Başarılarınızın devamını diliyorum.
teşekkürler 🙂