Düş'eş
Onunla karşılaştığımızda plazanın en üst katındaydık. Çatısında. Çatıya intihar edecek insanlar çıkardı, bir de sigara içenler. Zaten sigara içenler de mutlaka aşağıya bakıp oradan düşüşünü hayal ederdi... Ona doğru ilerledim. Yerde küçük kan lekeleri vardı. Telaşlandım. Ona doğru ilerlemeye devam ettim. Ayakkabılarımın yerdeki cam parçacıklarının üzerine basarak çıkardığı sesler gerilim müziklerini aratmıyordu. Çok fazla film izlemiştim ama böyle bir sahneyi hiçbir filmde görmemiştim. Çünkü o saçların rüzgarda böyle dalgalanmasına hiçbir film hilesi yardım edemezdi. İnsanoğlu, ilk defa bu saçların rüzgarla olan ilişkisinden etkilenerek birbirini öpüp okşamaya başlamış olabilirdi. Hızlandım. Süt beyazı bacaklarını kaldırdı ve topuklu kırmızı ayakkabıları, demir korkulukların diğer ucuna demir attı. Artık yüzü bana dönüktü... Evet, aşık olmuştum ama duygusallığın sırası değildi. Bağırdım.
''Dur, ne yaptığını sanıyorsun sen!''
Başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Gözlerinden süzülen minik bir yaş, rüzgarla beraber dudağıma kondu.
''Sen kimsin! Ne işin var burada! Olduğun yerde kal. Yaklaşma!'' diye haykıran titrek bir ses duydum. İlk defa ölümden bu kadar korktum. Üstelik başkasının ölümünden... Onu ikna edebilecek saçma hayat hikayeleri arıyordum ki, onun sesi düşüncelerimi bastırdı.
''Ya kendine çabuk mantıklı bir neden bulup benimle beraber atla, ya da buradan hemen git...''
Afalladım. Konuşmayı sürdürdük.
''Dur. Biliyorum, hiçbir şey önemli değil. Biliyorum, çok yalnızız. Biliyorum insanlar... Lanet olsun biliyorum ki hayat yaşamaya değer değil! Ama sen de şunu bilmelisin, hayat ölmeye de değer değil!''
''Sen de dinlemeye değer değilsin! Korkak! Git buradan.''
''Tamam. Atla. Ama gitmeden bana bir hikaye bırak. Anlat. Nedenini anlat...'
''Hatırlayamıyorum. Lanet olsun ki, buraya çıkışımın asıl sebebini hatırlayamıyorum! 27 yaşındayım. Şuramda senelerdir bir ağrı var. Her gün uyumadan aklıma gelen, her mevsim üşümemi sağlayan bir buz kütlesi var. Bir fırtına, bir yağmur, bir deprem... Bir dalga var, dalgakıranı olmayan... Büyük bir kaza geçirdim. Hayatımın öncesini hatırlayamıyorum. Evde fotoğraflar var. Onlarca. Yüzlerce. Ama hepsinde onun yüzü kesip atılmış fotoğraf karelerinden. Onu göremiyorum. Bulamıyorum. Hafızam bulanık bir deniz gibi. Sisli bir şehir gibi. Geçmişimle olan tek bağım, ondan kalan tek miras, şu sararan mektup...''
Ellerinde buruşturduğu mektubu bana uzattı. Avuçlarında derin yarıklar vardı. Yerde neden cam kırıkları olduğunu şimdi anlamıştım. Avucunda sıkıştırdığı mektubu aldım. Kötü bir el yazısıyla yazılmıştı. Okumaya başladım.
''Sevgilim, köprücük kemiğin. Köprücük kemiğine uzansam hemen uyurum... Saçların. Saçlarına tutunup özgürlüğe sürüklenebilirim... Kahverengi çillerin. Çillerin her noktasından ayrı ayrı öpülmeyi bekliyor... Dudakların. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilir... Mavi gözlerin. Gözleri denizi ikiye bölebilir... Ellerin. Ellerin uzansa göğe, gökyüzünden bir yıldızı aşağı indirebilir. Ve gamzelerin. Gamzelerin büyük bir krateri andırıyor ve o çukurun içinde yaşayabilirim...
Ben seni tamamlıyorum, bunu bil. Seni kimse benden daha fazla sevemez, bunu da bil. Seni seviyorum, bunu da mutlaka bil. Senin tüzüğün olsun bunlar. Senin ana yasan, kanunların, değişilmez madden. Seni seviyorum, bunu her uyandığında sana hatırlatacağım, hatırlatacağım bir gün, boynundan öperek.
Sen benim attığım adımsın.''
Mektubu okuyup güzelce katlayarak ona verdim.
''Peki kim bunları yazan, böyle seviliyorken, neden parmaklarınla kavradığın şey onun parmakları değil de, o demir korkuluklar?''
''Bilmiyorum! Hatırlayamıyorum. Onu çok sevdiğimi hatırlıyorum. Ondan başka hiçbir insanı sevmediğimi hatırlıyorum. Ama o... Eminim benim gideceğim yerlerde beni bekliyor. Yoksa beni bırakmazdı. Yaşıyor olsa beni bırakmazdı. Gidiyorum. Onu bulmaya gidiyorum. Bir ölüm, başka bir yaşam getirir derler. Ölüme gidiyorum, onun olduğu bir yaşam için... Ben ölüme yakın değilim, sadece hayata çok uzağım...''
Aklım durdu. Işıklar kapandı. Perde çekildi. Ağır çekim bir film sahnesi gibiydi her an. Parmakları piyanonun tuşlarından çekilir gibi zarifçe, demir korkuluklardan çekilmeye başladı. Salsa yapıyor gibiydi ve sıradaki figürün adı dip'ti. Korkuluklardan elini yavaşça çekip, geriye doğru eğilip, partnerinin dizine doğru sırtını yaslıyordu. Çok asildi. Ama partneri onu tutmamıştı. Sırtüstü düşüyordu...
Tüylerim diken diken olmuştu. Aşağıya bakmak için kendimde cesaret aradım, bulamadım. Yüksek bir ses duydum. Ve bir sessizlik. Ve bir çığlık. Ve bir bağırışma. Ve bir siren sesi...
Aşağı inip kalabalığın arasından ona son kez baktım. Sırtüstü yatıyordu. Yüzü hala çok güzeldi. Elleri... Ama elleri bu defa çok fazla beyazdı... Cemal Süreya'nın bir dizesi geldi aklıma. 'Ellerin beyaz / tekrar beyaz / tekrar beyaz / Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum'
Onu siyah bir torbanın içine koyduklarında, hafiflediğimi hissettim. Çok fazla parçamı götürmüştü...
Eve doğru yürüdüm... Geçtiğim her sokakta onun için bir damla göz yaşı bıraktım. Geçtiğim her meyhanede onun için bir duble rakı içtim. Geçtiğim her köşede onun için bir izmarit bıraktım.
Eve geldim. Kapıyı bugün için çağırdığım temizlikçi açtı. İçeri girdiğimde her yer dağınıktı. Geniş bir temizlik yapıyordu. Etrafta hiç görmediğim eşyalar vardı. Kadın yanıma yaklaştı.
''Beyefendi, bu kutuyu atılacak eşyaları ayıklarken buldum, önemli bir şey vardır diye atmadan sormak istedim.''
El işlemeli ufak bir sandıktı. İçini açtım. Çocukluk fotoğraflarım, şiirlerim, kazandığım belgeler ve birkaç mektup vardı. Çok sevindim. Kadına teşekkür edip odama geçtim. Askerliğimde annemden aldığım bir mektubu bulup okudum. Gözlerim doldu. Annem için dua edip bir başka mektup aldım. İsim yazmıyordu. Yarım bırakılmış bir mektup gibiydi. Temize çekileceği için buruşturulup atılmış bir mektup gibiydi. Kötü bir el yazısı vardı. Okumaya başladım.
''Sevgilim. Köprücük kemiğin. Köprücük kemiğine uzansam hemen uyurum... Saçların. Saçlarına tutunup özgürlüğe sürüklenebilirim... Kahverengi çillerin. Çillerin her noktasından ayrı ayrı öpülmeyi bekliyor... Dudakların. Yıllar öncesinde köprüden düşürülüp kırılan ölümsüzlük iksiri, dudaklarına dökülmüş olabilir... Mavi gözlerin. Gözleri denizi ikiye bölebilir... Ellerin. Ellerin uzansa göğe, gökyüzünden bir yıldızı aşağı indirebilir. Ve gamzelerin. Gamzelerin büyük bir krateri andırıyor ve o çukurun içinde yaşayabilirim...''
''Sen benim attığım adım....''
Mektubun altından bir fotoğraf çıktı. Aynı sarı saçlar, aynı beyaz eller, aynı güzellik. Hatırladım. Ani bir şokla her şeyi hatırladım. Geçirdiğimiz kazayı, onu, en çokta az önce ettiği intiharı hatırladım. Yürüdüm. Kentlerce yürüdüm. Kentlerce geri döndüm. Kentlerce ağladım. Kentlerce bağırdım. Sustum. Önü sarı şeritlerle kaplanmış, kanla kirlenmiş plazanın önünde durdum. Beyaz bir boyayla onun vücudunun düşüş izinin yere resmedildiğini gördüm. Boya kutusu yan tarafta duruyordu. Ruhum bedenimden çekilip onun izinin yanına uzanmış gibi oldu. Boyayla kendi vücudumun düşüş izini çizdim. El izlerimiz, onunla el tutuşmuştu. Plazanın kapısından içeri girdim. Çatı katına doğru yürüdüm... Cam kırıklarına basarak demir korkuluklara çıktım. Bir ölüm, başka bir yaşam getirirmiş. Ölüme gidiyorum, onunla beraber yaşamak için... Ben ölüme yakın değilim, sadece hayata çok uzağım... Kulağımda hastalıklı Gloomy Sunday çalıyor. Ellerimi korkuluklardan çektiğim anda, çocukluk rüyalarımdaki gibi boşluktan süzülmeye başlarken, bu mektubu fırlatıyorum çatıya.
*
Evet, her şey yazdığım gibi oldu.
Bunları, gitmeden size bir hikaye bırakmak için yazdım.
Bazen zar atmadan gelir düşeş ve hayat dolu dolu yaşanmışlıklar ile daha güzele doğru yol alır. Güzel bir öykü kutlarım seni Onur içtenlikle...👍
Bir roman sayfasındaydım,,, harika bir yazıydı güne düşen 👍 çok çok tebrikler esenlikle