Duvar
Zamanın ve sabitliğin, çığlıkların ve sessizliğin, ışığın ve karanlığın, siyahın ve beyazın dilini biliyorum. Şimdi, burada sahilin ucunda batan güneşin son ışıklarının denizi usta bir simyacı gibi yıkadığını görüyorum. Parça parça Tanrı' yı ve ona dair tüm söylemleri zihnimin duvarındaki yarı saydam aynaya yansıtıyorum. İnsanlar geçiyor kahkahaların üzerinden; sessizliğimin varoluş sancılarını ezerek. Sessizliğin dilini biliyorum demiştim size, bu, sizin bildiğiniz yani gürültünün olmayışı değil. Çığlıkların, görülmeyen bir duvarın ardına saklanması demek benim için. Ardından gelen dipsiz kuyu. Çığlıklarda boğulmanın dilini bilmiyorsanız, sessizliğin dilini de anlayamazsınız. Gözlerimin ve zihnimin sahnelediği oyunun kaçıncı perdesinde olduğunu kestirememek, beynimin, gözlerimin ve hayat dediğiniz usta ilizyonistin varoluşuma olan sadakatini sorguluyorum.
Işıktan çok daha hızlı olan karanlığın, eşyaların tüm cazibesinin üzerine varlığını dökmesinin dilini çözen kişiyseniz, anlamaya başlarsınız; ilizyon nerde, gerçek nerde, rüya nerde...Dumanı ve sisi ellerinizle boğmak kadar gerçektir bu, inanın. 'Sis hiç elle boğulur mu?' demeyin. Size ait olmayan ellerle, bu hiç de imkansız değildir. Çığlıklarda boğulmak kadar gerçek, sessizlikte ölmek kadar da rüyadır.
Bazı insanlar kâbus görür, bazılarıysa başkalarının, dünyanın ve toplum dediğiniz insan sayısının toplamının kâbusu olurlar. Benim kâbuslarım ışığın dilini çözdüğüm o günlerde başlamıştı. Arkadaşımla birlikte kahkahalarla eve girdiğimiz o gün, babam işten dönmüş, bir sonraki gün öğretim görevlisi olduğu üniversitede yapacağı sunum üzerinde çalışıyordu. Babama, gürültü yaptığımız için üzgün olduğumu söyledim. İnsan, mutlu olduğunda çevresine gürültülü bir ışık yayar aslında. Farkındalığı yüksek olanlar bu ışığı görür, tadını alır ve sizin yerinize de mutlu olurlar. Mutluluk, ışık demekti benim için. Işığın kaynağı ise, zihnimin izbelerindeki dört köşe duvarın döllediği karanlık!
Deniz' le birlikte çatı katındaki odamın penceresinin kenarında otururken, ismiyle muazzam bir uyum içerisinde olan gözlerini gözlerime dikerek:
''Senin gerçek olmadığını düşünüyorum, ailemin ve dünyanın gerçek olmadığını düşündüğüm gibi. Çocukluğumuzdan beri seninle arkadaşız. Sen benim en kötü, en iyi, en bedbaht olduğum günlerde hep yanımdaydın; ama en çok ta kendimi en kötü hissettiğim ve korktuğum zamanlarda. Bu gerçek olmayacak kadar iyi. Hem bazen yüzünü hatırlayamıyorum... Imm, şey sanki sen benim kafamın içinde yaşıyorsun da, ne zaman başım derde girse, kapım çalınıyor ve birde bakıyorum ki karşımdasın... Sonra puff..'' dediğinde, Deniz' in hayatında bir şeylerin yuvarlanıp gittiğini hissetmiştim. Nasıl olurdu? Deniz delirmeye mi başlıyordu yoksa? Yoksa ben onun dediği gibi gerçek değil miydim?
''Nasıl olur, bak, kanlı canlı karşındayım. Bu kadar felsefe kitabı okursan olacağı bu ! Aklından at bu düşünceleri ! En az senin kadar gerçeğim ve sen benim en sevdiğim arkadaşımsın!'' dediğimde, gözlerini, gözlerimin dibine kadar yaklaştırarak fısıldadı:
''Bak, beni görüyorsun değil mi? Pekala, görüyorum dediğin an, çevredeki elektrik akımlarının etkisini seyrediyorsun beyninde..Hepi topu olan bu, ben, ailelerimiz, dünya, evren hepsi kafanın içindeki elektrik sinyallerinden ibaret. Dışta bir gerçeklik yok. Yani, senin kanlı canlı karşımda olman, benim beynim sayesinde. Senin varlığın, benim varlığıma bağlı. Ben olmasam, sen var olamazsın..''
Gözleriyle, camın dışarısını işaret ederek devam etti:
''Şu pencerenin dışarısına bak, ne görüyorsun? Karşı komşunun göğe paralel uzanan yan duvarı ve yukarıda azıcık gökyüzü.. Biz seninle çocukluğumuzdan beri bu duvara baka baka hayaller kurmadık mı? Burada, bu küçücük odada kendimiz için kocaman bir evren yaratmadık mı? Kaç hayalimiz 'kanlı canlı' karşımızda duruyordu ha..! Ama bizim için bütün onların hepsi gerçekti; biz onları gerçeğe taşıdık... Tıpkı seni hayalimden gerçeğe taşıdığım gibi..''
Gece... Yatağımdan sokak lambasının ölgün ışığının tavanda oluşturduğu gölgelerin dansını izliyorum; Deniz'in beni düşürdüğü uçurumun dibinde uyumaya çabalıyorum. Gözlerimi kapattığım anda, gerçek, rüya, hayal, ışıklar, karanlık, sesler ve çığlıklar zihnime hücum ediyor. Çırpınıyorum, bir dehlizin içinde. Tanrım, Deniz aklını kaçırıyor! Ona yardım etmeliyim.. Bir tünel görüyorum, bir de gölge. Güçlü bir ışığın içinden Deniz' in sesi çınlıyor '' Sen benim hayal ürünümsün, sen gerçek değilsin!! Uyan artık, uyan! Hadi gerçeğe uyaaan!''
Çığlıklar atarak fırlıyorum yataktan, babam yatağımın kenarında korkulu gözlerle bana bakıyor:
''Yarım saattir çığlık atıyorsun, seni uyandıramadım. Neler oluyor?''
Olan biteni anlatıyorum babama. Günün sonunda babam beni karşısına alıyor.
''Deniz' le bir süre görüşmeyeceksin. Bu senin sağlığın için çok önemli. Bak, Deniz'le çocukluğunuzdan beri arkadaş olduğunuzu biliyorum. Hatırlıyor musun, sen küçükken birlikte okul arkadaşınıza şaka olsun diye okulun bodrumuna kilitlemiştiniz. Sonra da onu orada unutmuş ve üç gün boyunca onu aramışlardı.''
...Hatırlamak istemiyorum baba, sus.. Sus!.. Karanlık vardı.. Sus! Duvarlar üstüme geliyor, sus! Baba lütfen sus!..
''Sakinleş lütfen. Bunu hatırlaman çok önemli. Ben senin yanındayım, bana güven.''
''Deniz nerde! Ona ne yaptın! Sana güvenmiştim. Gidip ailesine mi anlattın? Ona ihtiyacım var, o olmadan ben nasıl yaşarım!?''
Ben çığlıklarda boğulurken, odaya birileri girdi. Şiddetli titreme nöbetlerimden birini daha geçiriyordum sanırım. Kolumda hafif bir sızı hissettim, gözlerimi kapatıyorum. Kalbimin gümbürtüsüne, yosun kokusu karışıyor. Bir denizin kıyısındayım uzaklardan belli belirsiz sesler duyar gibi oluyorum. Radyo frekansına benzer cızırtılar gibi, uyuşmuş gibiyim. Gözlerimi açıyorum ağır ağır..
''Selam ufaklık.. ''
Deniz karşımda oturmuş bana gülümsüyor, yanında babam gözlerime bakıyor. Usanç mı yüzündeki ifade, yoksa üzüntü mü ayırt edemiyorum. Parça parça anılar yükleniyor zihnime.
Derinden bir ses:
''Yine en başa mı döndük doktor bey?''
Babamın yüzü yumaktan çözülen ip gibi dağılıyor. Kim bu adam? Babam nerde? Sesimi bir metafor gibi Deniz' in ağzından duyuyorum.
İpten bir yüz; yarısı babama yarısı bir yabancıya ait. Kalbimin çarkları yine vızıldamaya dönüşüyor. Yüz, bana doğru eğiliyor. Sisin ardından ışığa çıkan yüz, artık bir yabancıya ait. Gözlerimi kapatıyorum sıkıca. Tekrar gözlerimi açtığımda yabancıya ait yüzün tam ortasında bir yara gibi duran ağız aralanıyor:
''Merhaba, şimdi biraz daha mı iyisin? Ne olduğunu hatırlıyor musun?'' Başımı Deniz' e çeviriyorum, başını iki yana sallayarak eliyle ağzına sus işareti yapıyor.
''Kim var orada? Kime bakıyorsun?''
''Be..Ben.. Deniz'e.. bakıyorum. O, o iyi mi? Bi.. Bize ne oldu? Babam nerde?''
''Seninle on yıldır bu binadayız. Ben senin doktorunum. Seni ilk buraya getirdiklerinde, katotonik bir haldeydin. Seni, kaldığın yetimhanenin bodrumunda kilitli bulmuşlar. Üç gün orada kapalı kalmışsın..Hatırlamaya çalış lütfen''
''Ha. Hayır.. O, ben değilim.''
''Peki kim o çocuk? Hatırla lütfen, son beş yıldır bunun üzerinde birlikte çalışıyoruz.''
..Son beş yıl mı? Zamanın hangi köşesine kilitli kalmış 'beş yıl' ?. Zaman, dehşetin diğer yüzü. Hatırlayamamanın kabusu. Deniz' in bana söylediği ''Bir şeyler yolunda gitmediğinde zaman kendini dışına büzer ve senin için zaman diye bir şey olmaz, tamamen özgür olursun.'' dediğini anımsıyorum.
''Be..ben.. O küçük çocuğu görüyorum doktor..''
''Çok güzel, gayet iyi gidiyorsun. O çocuk ne hissediyor bana anlatabilir misin?''
''..Küçük çocuk ayağa kalkmış..İçeride yavaş adımlarla ilerliyor. Nefesini duyabiliyorum, kayıp bir balık gibi nefes alıyor..Karanlıkta yüzen kör bir balık.. Derken duvara çarpıyor, başı acıyor.. Geri dönüyor, bir duvar daha..Bir tane daha, bir duvar daha.. Yüzlerce duvarı olan bir gezegendeyim diye düşünüyor.. Çok uzun, hiç bitmeyen gecesi var bu gezegenin diye düşünüyor. Bu gezegen ışıksız.. diyor. ..Islak..Karanlık.. ve pürüzlü duvarlar tüm dehşetiyle üzerine çullanıyor.. Küçücük bir çocuk.. Sesini duyuramıyor.. ''Çıkarın beni buradan! Üşüyorum..! Korkuyorum!..'' bağırıyor, bağırıyor ve sonra susuyor. Ağlıyor, ağlıyor ve son ses kırıntıları da düşüyor ağzından ıslak zemine..''
''Hadi yardım et çıkaralım o küçük çocuğu oradan.''
''Ama şimdi o yalnız değil. Yanında birisi var. Küçük çocuk artık ağlamıyor. Üşümüyor..''
''Kim var çocuğun yanında?''
''Bir adam var..Adının Deniz olduğunu fısıldıyor..Onların konuşmasını duyuyorum..Çocuk artık korkmuyor.''
Yüzümü çevirip Deniz' e bakıyorum. ''Sen oraya nasıl girdin? O, çocuğu tanıyor musun?'' diye soruyorum. Doktor, eliyle köşeyi işaret ederek:
''Orada kimse yok, Deniz senin hayali arkadaşın.Bodrumda kapalı kalan çocuk sensin. Buraya getirildiğin ilk zaman, seni o bodrumdan çıkaran bekçiye, 'Deniz' i de kurtarın o da orada' diye söylemişsin. Ama bodrumu kontrol ettiklerinde kimseyi bulamamışlar. Yaşadığın korku ve travma kendini koruman için hayali bir arkadaş yaratmış. Uzun süren sohbetlerimizde senden hep Deniz'i ve babanı dinliyorum. İlk zamanlarda bunun travma sonrası stres bozukluğu olduğunu düşünmüştük. Kendi kendine sürekli Deniz diye biriyle konuşmandan ve başka bir yerde babanla yaşadığına inandığın için seni buradan yollamadık.Tedaviye olumsuz yanıt verdiğin için hala burada bizimlesin. Zamanla başka hayali arkadaşlar da edindin. İki yıl boyunca da senden çocuk istismarı yapanları yakalayan bir dedektif olduğunu dinledim. Bunu anlaman gerekiyor. Çocukluğuna ait o kötü anıyla yüzleşmediğin sürece bu hep böyle devam edecek.''
...
Hayatınızın bir yerlerinde şizofreni tanısı koyulmuş bir öykünüz varsa, sessizliğin ve çığlıkların, ışığın ve karanlığın dilini de çözmüş nadir insanlardan birisisiniz demektir bu. Hayal ile gerçeğin, rüya ile kabusun birbirine karıştığı her yerde bu dilin sessizliği tebessüm eder durur size. Zihninizin duvarsız bir evren olduğunu da keşferdersiniz. Sınırı olmayan, sonsuz çekip gücüne sahip karadelik gibi, size dair ne varsa bükerek içine çeker. Sonrası boşluk, hiçlik. Boşluğun derinliğini hangi bilim dalı ölçüp biçebilir ki? Üstelik bu boşluk sadece kafatasınızın içindeki bir buçuk kilograma denk gelen bir alanın içinde, sürekli derine doğru genişliyorsa? Yüzeyin anlamının ne olduğunu unutturuyorsa üstelik..Ben, boşluğun derinliğini bilenlerdenim. Bir hastane odasında dört duvarın nasıl girdaba, sonra nasıl uçsuz buçaksız bir Deniz' e dönüştüğünü size kanıtlayabilirim.
Yalnızlığın ve kalabalığın dilini biliyorum. Kalabalıklar, yığın yığın insan topluluklarının sayıca fazla olduğu alanlar değildir, zihninizin gözlerinizde sergilediği çoğulluklar da değildir, kalabalık; susmayan zihninizin çığlıklarında boğulmaktır. Yalnızlık ise sözsüz, gözyaşsız bir sessizlikte sulanmış toprağın çocukluğudur. Böyle bir toprağı hangi insan topluluğu yeşertebilir ki?
Bir bakın aynalara, gördüğünüz kim? Bir hayale mi, yoksa kanlı canlı birine mi bakıyorsunuz? Gördüğünüz sadece bir yansımadan ibaret. 'Ben' dediğiniz o varoluş sancısıyla inleyenin yansıması. Aynı zamanda da, ailelerinizin, aldığınız eğitimlerin, erdemlerinizin, hayallerinizin, okuduklarınızın, gördüklerinizin yansımasının toplamı. Yaşıyorum dediğiniz her an, beyninizin içinde (ve asla ışık görmeyen) bir odada kilitli tuttuğunuz anlardan ibaret değil mi? Dile getirmediğiniz hayallerinize ne demeli? Ucu bucağı olmayan hayaller kurmadınız mı hiç? Dünya üzerindeki tüm bilimsel, edebi başarıların soy ağacının kökü hayallerden fışkırmıyor mu? Bir imge belirir insan zihninde, sonra yavaşça belirginleşir, sonra da o hayale dönüşür ve ardından başarı gelir..Ne ironik, kimse onlara şizofren demez..
Ben, siz, hepiniz, hepimiz hayallerimizin toplamından oluşuyoruz. Hayal ettiğimiz kadar yaşıyoruz, hayal ettiğimiz kadar başarıyoruz. Dünya, üzerinde her an perdelerin açılıp kapandığı, zihnimizin ustaca sergilediği tiyatro sahnesi ve her oyuncu kendi kafasında hem oyuncu, hem yönetmen taşıyor. Bunlar o kadar birbirlerinin içine geçiyor ki, kimse anlamıyor: hayal nerde başlıyor, gerçek nerede bitiyor diye. Anladığımızda da karşımıza sisten bir duvar çıkıyor; hayal ile gerçeğin aynadaki yansımamızı öptüğü yerde..