Ebru 2 - Hazineler Hep Viranelerde Saklıdır
Uyanıyorum, içki masasında uyuya kalmışım, gayri ihtiyari ellerimi gözlerime götürerek çapak var mı diye kontrol ediyorum, bana bakan var mı diye belli etmemeye çalışarak etrafa bakıyorum, eminim ki herkes uyuya kaldığımın farkında, kimse bakmıyor ama hepsi içten içe gülüyor, ben de gülüyorum, meyhanenin sahibi yaklaşıyor, "Üstad, yine daldın gittin uzaklara, gelirken bir şeyler getirdin mi bari?" diye takılıyor bana, "hayır, bir yere gittiğim yok, yönetim kurulu ile kısa bir durum değerlendirmesi yaptık." diyorum.
Beyaz bir sandalyede oturuyorum, önümde beyaz bir masa var, masada bir şişe sarap ve boş bir kadeh duruyor, gördüğüm rüyayı düşünüyorum, bir müddet şişeyi seyrediyorum, sonra şişeyi açıyorum, şişeden kadehe bir yudum şarap boşaltıyorum, kadehi seyrediyorum, Ebru gelsin diye bekliyorum, kadehi elime alıyorum, kadehteki şarap dalgalanıyor, burnuma götürüp kokluyorum, kadehe bakıyorum, "Göremiyorum ama biliyorum ki senin içinde Ebru var." diyorum, "Çünkü, benim aklımı başımdan almaya ancak Ebru'nun gücü yeter, yoksa bir bardak meyvesuyu bana birşey yapamaz." diyorum, dudaklarıma götürüyorum, içiyorum.
Bayılmışım, beni ayıltıyorlar, "Bir şeyim yok." diyorum, derin derin nefes alıyorum, bakıyorum iyi geliyor, biraz dışarı çıkıp temiz hava teneffüs edersem daha iyi olacak diyorum, dışarı çıkıyorum.
Yolun karşısındaki parka gidiyorum, ağaçlara tüneyen kuşların seslerini dinleye dinleye, ağaçlardan, çimenlerden ve denizden gelen kokuları içime çeke çeke sahile kadar yürüyorum, bir banka oturuyorum.
Denizi seyrediyorum, dalga dalga denizi, bardakta dalgalanan şaraba benzetiyorum, "Senin de içinde Ebru var." diyorum, dalgalar sahile vurduğu zaman Ebru'ya kavuşmuş gibi oluyorum, içim içime sığmıyor, sevincimi haykırmak istiyorum, haykıramıyorum, "Benimsin." diyorum sadece, bir damla yaş yanağımda süzülüyor.
Yürüsem daha iyi olacak diyorum, sahil boyunca yürüyorum, temiz hava iyi geliyor, meyhaneye dönüyorum.
"İyi misin?" diyorlar, "iyiyim, iyiyim, bir şeyim yok." diyorum.
"Bu kadar az içkiyle, bu kadar çok sarhoş olanına ilk defa rastlıyoruz." diyorlar.
"Beni sarhoş eden içki değil ki." diyorum, anlamıyorlar, "Ebru." diyorum.
"O zaman niçin şarap içiyorsun?" diye soruyorlar.
"Bana onu hatırlatıyor." diyorum.
"Nasıl?" diyorlar.
Anlatıyorum; "Ben Ebru'yu tanımadan önce içki içer, sarhoş olurdum, Ebru'yu tanıdıktan sonra içkiyi kestim, çünkü Ebru beni yeterince sarhoş ediyordu, şimdi Ebru'ya kavuşmak için içkiye ihtiyaç duyuyorum, yani içki beni sarhoş eden şey değil, sadece sarhoşluğa götüren bir araç. Ebru'yu tanıdıktan sonra, artık hiç bir içki beni sarhoş edemez, onun yanında bütün içkiler su gibi kalır.
Soruyorlar; "Peki hep bu şarabı içmenin bir sebebi var mı?
"Elbette ki var. Bu şarabın rengi, Ebrunun teninin rengidir, gül yüzünün rengidir, yanaklarının rengidir, dudaklarının rengidir, dudaklarıma değen her damla şarap sevgiliyle bir kavuşmadır, bir yudum şarap içmek, sevgiliyi bir defa öpmek demektir, nasıl o an insanın dünya ile ilişiği kesilirse, sarhoş olunca da insanın dünya ile ilişiği kesilir, yani o an ile sarhoşluk eşdeğerdir, ben sarhoş olmuyorum, sadece sevgiliye kavuşuyorum o kadar."
Herkes ağzını açmış hayran hayran beni dinliyor. Ama bir kişi hariç;
"Peki, şimdi ayrı olduğunuza göre, hiç kızmıyor musun ona?"
Anında itiraz ediyorum, "Biz ayrı değiliz ki, belki uzağız birbirimize, ama ayrı değiliz. Evli bir erkek askere gittiği zaman karısından ayrılmış mı oluyor, ya da bir iş için bir iki günlüğüne bir yere gitse karısını terketmiş mi oluyor? Hayır. Ben de Ebru'yu hala sevdiğime göre, gece gündüz onu düşündüğüme göre, demek ki ayrılmamışız, ben sevmeye devam ettiğim sürece de ayrılık diye bir şey söz konusu değil, ayrılık sevmeyenler için."
Ama adam pes etmiyor;
"Hiç mi kızmıyorsun?"
"Kızıyorum ama sevgim her zaman ağır basıyor. Sen hiç annene, babana, kardeşlerine kızmıyor musun? Peki ne yapıyorsun kızdığın zaman?"
Ağzından bir yarım yamalak, "Hiç." ancak çıkabiliyor.
Devam ediyorum, "Belki o da bana kızıyordur, tahmin edebileceğiniz gibi, bu bile beni mutlu eder, çünkü bu, hiç düşünmemesinden daha iyidir. Bülbülün güle aşkını bilirsiniz; Gül nehirde kendini görür ve beğenir, ondan sonra dikenleri çıkmaya başlar, bülbül seher vakti gülün açıldığını görmek için uyanık kalmaya çabalarken göğsünü dikene bastırır ve yaralanır. Şimdi bu durumda bülbülün güle kızması mı gerekir?"
Derin bir nefes aldım, ağzım kurumuştu, "Bana biraz müsade edin, bir yudum içeyim, sonra size Ebru'nun okları, hançerleri yanında gülün dikeninin nasıl sivrisinek iğnesi gibi kaldığını anlatayım."
Ben konuşurken herkes pür dikkat beni dinliyor, hiç kimse içkisine el sürmüyordu, ben bir yudum içeyim deyince birden herkesin aklına geldi, kadehinde içiki olanlar hemen içtiler, olmayanlar da aceleyle kadehlerini doldurarak onlara katıldılar, ben de kadehimi doldurdum, gözlerimi kapadım, burnuma götürerek kokladım, içmeden önce son bir defa bakayım dedim, ellerim titriyordu, kadehteki şarap dalgalandı, rüzgarda savrulan saçlarıyla Ebru göründü, sıcacık bir gülümseme vardı yüzünde, "Seninim." dedi, dayanamadım, dudaklarıma götürdüm, hepsini içtim.
Bu sefer bayılmadım ama epey başım dönüyordu, kendimi toparlamam oldukça uzun sürdü. Meyhanedekiler masamın etrafında kümelenmişler, benim tekrardan anlatmaya başlamamı bekliyorlardı. Onları görüyordum ama tam net seçemiyordum.
Neyse anlatmaya başladım; "Ebru, farsçada ve farsçadan osmanlıcaya geçen bir kelime olarak kaş anlamına gelir. Divan edebiyatında da çoğunlukla bu anlamıyla kullanılır. Kaşın özelliği ise eğri olması ve ok atan yaya benzemesidir. Ebru'nun kaşları da tam anlamıyla bir savaş silahıdır, yaya da benzer, ucu tırtıklı oka da benzer, hançere de benzer, gülün dikenine de benzer. Nasıl ki gülün kendini beğenmişliğinin, erişilmezliğinin sembolü dikeni ise, Ebru'nun da kendini beğenmişliğinin sembolu kaşlarıdır. Hoşuna giden ya da gitmeyen bir şey olduğu zaman hemen kaşları şekil değiştirir, kimi zaman seyrine doyum olmayan bir hilal olur, kimi zaman bir yay, bir ok, bir hançer, kanının son damlasını da alıncaya dek deşer durur. Tam anlamıyla bir savaşçıdır, bir şeye kızdığı zaman, sinirlendiği zaman, bir şey gururuna dokunduğu zaman, hoşlanmadığı bir söz işittiği zaman, ya da bir şeyi isteyip te elde edemediği zaman acımasız bir savaşçıya dönüşür, yakar, yıkar ortalığı."
Kalabalığın arasından biri bir laf attı;
"Hocam valla iyi dayanmışsın bu kadar zaman."
"Dayanmak gerekir kardeşim, dayanmak gerekir, aşığın aşkında ne kadar samimi olduğu, ne kadar çok acı çektiği ve bu çektiği acıya ne kadar dayanabildiğiyle ölçülür çünkü, mecnunu düşün hele bir; o hiç acı çekmeseydi bu kadar meşhur olabilir miydi hiç? Ferhat'i düşün; Şirin'i istediğinde hemen verselerdi, adı sana kadar ulaşır mıydı? Altını taşa sürtmek gerekir ki değeri anlaşılsın.
Kalabalığın arasından yine biri söze karıştı;
"Abi bu aşk ne zor şeymiş yahu?"
"Aşk yolu zorluklarla doludur ama sonunda vardığı yer öylesine güzel bir yerdir ki, çektiğin bütün zorluklara değer. Bir de sana kolay gelen yollar vardır, ama o yollar hiç bir yere çıkmaz, kaybolur gidersin."
Yine nerden geldiğini bilmediğim bir ses;
"Abi bütün bunları sen nerden öğrendin?"
"Ebru öğretti."
Meyhanede öyle bir uğultu koptu ki, ben bile o sarhoş halimle irkildim.
"Evet Ebru öğretti, niye bu kadar şaşırdınız ki?"
Her kafadan bir ses çıkıyordu, neyseki araya meyhaneci girdi;
"İtiraz etmeden önce dinlemesini öğrenin, hele bir lafını bitirsin, sonra bol bol itiraz edersiniz."
Sesler anında kesildi, meyhaneci ile göz göze geldiğimizde gözlerimi yumarak minnetimi belli ettim.
"İyi bir savaşçı nasıl yetişir?" diye sordum ilk önce, ardından da cevabını verdim; "Savaş meydanlarında, savaşarak, yenilerek, yenerek. Kitap okuyarak, başkalarından dinleyerek iyi bir savaşçı olmak mümkün müdür? İyi bir tüccar nasıl olunur? Ömründe hiç ticaret yapmamış birine, ticaret hakkında çok şey biliyor diye tüccar denilebilir mi?"
Bana hak vermeye başlamışlardı, sessizce dinliyorlardı, devam ettim;
"Aşk ateşinde yanmadan, pişmeden, aşk hakkında kesin bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Kulaktan dolma bilgi deriz ya hani, o ne kadar bilgidir ki? Mum gibi yanmadan, gözyaşı dökmeden, gerçek aşık olunabilir mi hiç? Beni hem aşk ateşiyle hem de ayrılık ateşiyle yakan Ebru'dur.
O beni yakmasa ben nasıl pişecektim. Gördüğü her güzel kızın peşinden salyaları akarak giden bir salak olarak tamamlayacaktım herhalde ömrümü."
Çenem açılmıştı bir kere, daha anlatmak istediğim o kadar çok şey vardi ki, ama canım şarap içmek istiyordu.
"Haydi, birer kadeh daha içelim."
"İçelim." diye hep birlikte onayladılar.
Kadehimi doldurdum, elime aldım, kadehin içindeki şarap titredi, Ebru göründü, saçları dalgalanıyordu, melek gibiydi, kokladım, mis gibi kokuyordu, kadehi başımdan aşağı döktüm ve mümkün olduğunca fazla bir alana dağıttım dökülen şarabı, yıkanmak istiyordum şarapla, şişeyi açtım ve başımdan aşağı döktüm, yıkanıyormuş gibi elimle her tarafıma sürdüm, ağlamaya başladım.
Sanırım uzunca bir süre ağladım. Kendime geldiğimde meyhanede çıt çıkmıyordu. Başımı kaldırıp baktığımda Ebru'yu karşımda gördüm.
* * *
O bana, ben o'na bakıyordum, gözleri iri iri açılmıştı, hayret vardı gözlerinde, ben de gözlerimi kırpmadan o'na bakıyordum, konuşmuyorduk, konuşamıyorduk, o sessiz, ben sessiz, meyhane sessiz, dünya sessiz, bir süre öylece kalakaldık.
Meyhanecinin ağzından çıkan "Otursana kızım." kelimeleriyle hayat kaldığı yerden devam etmeye başladı. Onun bana, benim ona bakışımdan, sanırım herkes onun ebru olduğunu anlamıştı, herkes ona bakıyordu, o ise bana, üstüm başım şarap içindeydi, utanıyordum, neyse ki araya yine meyhaneci girdi. "Oğlum sen eve git, üstünü başını değiştir, biz hanım kızımızı sen gelinceye kadar oyalarız."
Meyhaneci konuşurken gözlerim ebru'nun gözlerinden onun gözlerine kaymıştı, bir daha da ebru'nun gözlerine geri dönmeden bir solukta kendimi meyhaneden dışarı attım, hızlı adımlarla eve gittim, duş aldım, bulabildiğim en iyi elbiselerimi giyerek evden çıktım.
Meyhaneye dönüşüm o kadar hızlı olmadı, düşünmek istiyordum ama düşünemiyordum, aklıma hiç bir şey gelmiyordu, durmuştu sanki, ayaklarım meyhaneye doğru götürüyordu beni ama tereddütlüydüler, her an vazgeçebilecek gibiydiler, korkuyordular, korkudan titriyordular, belki onlara kalsa beni oraya götürmezlerdi, beynim de sanki işi yavaşlatma eylemi yapıyordu, o da gitmeyi istemiyordu, aslında tüm bedenim kalbime muhalefet ediyordu, "Gitmeyelim." diyordu, ama kalbim gidiyordu, o yorgun ama çalışkan kalp her zamankinden daha hızlı çarparak, genişleyerek beni meyhaneye kadar taşıdı.
Kapıdan içeri girer girmez gözlerim ebru'yu aradı, hemen buldu, köşe masada ellerini kucağında birleştirmiş, başını önüne eğmiş, omuzlarını düşürmüş halde beni bekliyordu, öyle masum bir duruşu vardi ki, içim eridi. Ayakta zor duruyordum, neyseki meyhaneci geldiğimi görünce hemen beni karşıladı, "İyi misin?" diye sordu, "İyiyim." dedim ama ikimiz de biliyorduk ki o kadar iyi değildim, elini omuzuma attı, beni ebru'nun oturduğu masaya götürdü, Ebru başını kaldırıp baktığında da beni oracıkta öylece bırakıp usulca uzaklaştı. Olduğum yere batmak istedimse de son bir hamleyle kendimi Ebru'nun karşısındaki sandalyeye atabildim, başımı öne eğerek olacakları beklemeye başladım.
Yine sessizlik, çıt çıkmıyordu, Ebru söze başlayacak cesareti bir türlü bulamıyordu herhalde kendinde, sessizlikten gayet memnundum ama biraz sonra bu sessizliğin bozulacağından, ortalığın karışacağından adım gibi emindim ki, meyhenecinin sesiyle sessizlik sona erdi. "Çocuklar size ne ikram edeyim?"
İkimide başlarımızı sallayarak bir şey istemediğimizi söyledik. Ebru'nun önünde bir şişe su duruyordu, meyhaneci tam arkasını dönüp gidiyordu ki "Ben de bir şişe su alabilir miyim?" dedim, daha şimdiden ağzım öyle bir kurumuştu ki ağzımı açmakta zorlanıyordum. Ebru suyundan bir yudum aldı, benim de suyum geldi, bir yudum da ben aldım. Ebru bana bakıyordu, gözlerimin içine bakıyordu, tıpkı eski günlerdeki gibi bakıyordu, aynı benim ona baktığım gibi bakıyordu, acaba benden önce bana baktığı gibi başkalarına da bakmış mıydı, yoksa bakmamış mıydı, yoksa benim bildiğim, belki de bilmek istediğim gibi böyle bakmasını benden mi öğrenmişti, çünkü ben böyle bakmasını birinden öğrenmemiştim ama ilk defa Ebru'ya böyle bakmıştım, Ebru'dan öğrenmemiştim ama Ebru'da keşfetmiştim, gözlerimizin içine bakardık uzun uzun, severdik birbirimizin gözlerinden içeri bakmayı.
Sonra Ebru konuşmaya, anlatmaya başladı, bütün rüyalarım sona erdi, uykudan uyandım, uyandırıldım ve kendi güzel hayal dünyamdan ayrılarak, gerçek, çirkin, acımasız, pis, yalan dünyaya atım attım.
* * *
"Ben seni eskisinden daha iyi bulmayı umarken bir de bak ki seni ne halde buluyorum, ben dedim ki; bu şimdi parayı bulduğuna göre tüm hayatını değiştirmiştir, güzel bir ev almıştır kendine, bir güzel de döşemiştir, bir de araba çekmiştir altına, bir sürü de güzel kız vardır etrafında, ama nerde, bizimki hala aşk diyor, başka da bir şey demiyor, hatta ayrıldığımızda ben seni daha aklı başında bırakmıştım, şimdi iyice kafayı yemişsin, ne var kardeşim bende böyle çok sevilecek, anlamıyorum ki.
Seni nasıl bulduğumu sormayacak mısın? Bak anlatayım;
Şu senin meşhur "Seninle tanıştığıma çok memnun oldum kahverengi." lafın var ya, onun şiirini yazmışsın, onun olduğu şiir kitabını da bir arkadaşım almış, okumuş, çok hoşuna gitmiş, elinde kitapla gelip bana da okumak istedi, zamanınım yok, şimdi olmaz, sonra okursun da desem laf dinlemedi, zorla okudu şiiri. Daha ilk andan itibaren şiiri senin yazdığını anladım, kitabı aldım arkadaşımın elinden, önce kimin yazdığına baktım, baktım ki tanımadığım biri, bu sefer diğer şiirlere de aceleyle bir göz attım, dedim ki bu büyük bir ihtimalle bizim Mehmet'in yazdığı bir kitap, bir türlü elimden bırakmayınca arkadaşım, "Ne oldu bir anda sana böyle yahu, tamam benim de çok hoşuma gitti kitap ama öyle senin gibi bağrıma basmadım." dedi, ben de o'na, "Bu kitaptaki şiirlerin hepsi benim için yazıldı." dedim, arkadaşım o anda burun kıvırdı inanmayarak, "Hadi canım, atıyorsun." itiraz ettim, "Hayır atmıyorum efendim.", neyse sonra arkadaşımdan kitabı o geceliğine bana vermesini istedim, "Tamam al ama dikkat et yeme." dedi, "yersen yenisini isterim ha."
Koşa koşa eve gittim, direk odama girdim, başladım okumaya, annem seslendi, babam seslendi, çıkmadım odamdan, okumaya devam ettim, sabaha kadar okudum, bitirdim kitabı, hangi yayınevi basmış baktım, yayınevinin adını, adresini bir kağıda not aldım, sonra yazarın adını da kağıda ilave ettim, çünkü senin adın yoktu kitapta, bu ad aklımda kalmaz dedim, onu da yazdım. Güneş doğmuştu, biraz uyuyayım dedim ama gözüme uyku girmedi bir türlü, kalktım, duş aldım, annem-babamla birlikte kahvaltı ettim. Akşam beni göremedikleri için merak etmişlerdi, sabah, merak edecek bir şey olmadığını görerek içleri rahat etti.
İstanbul'a gitmenin bir yolunu mutlaka bulmalıydım. Aklıma amcamlar geldi, onlar İstanbul'da yaşıyorlardı, hemencecik İstanbul'da bir iş icad ettim kendime. Amcamları da çok özlemiştim, hem bir hava değişikliği de iyi gelirdi, canım da acaip sıkılıyordu, önce annemden, sonra babamdan izin alındı, tabi o kadar da kolay olmadı bu, yalvarmalar, yakarmalar, amcamlara telefon açıldı, müsait olduklarını söylediler, bavul hazırlandı, apar topar yola çıkıldı.
Otobüste gelirken kalbim deli gibi çarpıyordu, düpedüz delilikti benimkisi. Neyse İstanbul'a indim, direk amcamların evine gittim. Sarılmalar öpüşmeler. Benim için özel bir oda tahsis etmişlerdi. Bavul açıldı, fazla ortalığa dağıtmadan lüzumlu olanlar çıkarıldı, üstbaş değiştirildi, kahvaltıya oturuldu. Sonra ben müsade isteyip dışarı çıktım.
Evden çıkıp doğruca yayınevine gittim, şiir kitabından bir tane istedim, "Aynı şairin başka kitabı var mı?" diye sordum, diğer kitaplarını da tek tek gösterdiler, hepsinden birer tane aldım, "Başka yok mu?" dedim, cevap gelmedi, benimle ilgilenen kızın suratına baktım, tıpkı bir uzaylıya bakar gibi bakıyordu bana, "Yok." diyebildi sonunda hafiften gülümseyerek, "Kitabı yazanı tanıyorum." diye kendimi savunmaya çalıştım, "Arkadaşım, yani eski arkadaşım, ama ne kadar zamandır görüşmüyoruz, onunla görüştüğümüz zamanlarda daha hiç bir kitabı yayınlanmamıştı, benden sonra maşaallah seri imalata geçmiş. Afedersiniz, acaba kendisiyle tekrar görüşmek istersem onu nerde bulabilirim, bana yardımcı olabilir misiniz?", "Bir saniye." dedi, yanımdan ayrılarak kasada oturan yaşlı adamın yanına gitti, adam önce oturduğu yerden kafasını uzatarak bana baktı, sonra bir kağıda bir şeyler yazdı, seni bulduğumu anladım o an, kız daha yanıma gelmeden ben onun yanına varmıştım, elinden kağıdı aldım, "Hergün akşaüstü bu meyhaneye gidermiş, onu orada bulabilirsiniz, tanıyorsunuz zaten değil mi? yani görünce tanırsınız illaki." dedi, "Evet." dedim, "Tanırım. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum." "Önemli değil." dedi galiba, "Kitaplar ne kadar tutuyor?" diye sordum, "Kasaya buyrun." dedi, kasadaki adama baktım bir an, bana bakıyordu, utandım, ama onun yanına gitmek zorundaydım, bana bayağı bir indirim yaptılar, parayı ödedim, "Hoşçakalın." dediğim gibi kendimi yayınevinin dışına attım.
Kitapları senin yazdığını biliyordum ama iyice emin olmak istedim, doğruca eve gittim, odama kapandım. Yumuldum kitaplara, okumaktan gözlerim kapanmaya başlayınca biraz uzanayım dedim, anında uyumuşum. Yengem akşam yemeği için bana sesleniyordu, kalktım, elimi, yüzümü yıkadım, sofraya oturdum, çabucak yemeğimi yiyip tekrar odama döndüm, okumaya devam ettim.
Okurken sabah olmuştu. Uyku gözlerimden akıyordu ama karnım da acıkmıştı. Kahvaltı hazırlamasında yengeme yardım edeyim, bir iki lokma da atıştırır, sonra yatarım dedim, keyfim yerindeydi. Kahvaltıdan sonra bütün gün uyudum.
Havanın kararmasına daha iki saate yakın vardı, aniden meyhaneye gitmeye karar verdim, elimi yüzümü yıkayıp, yengeme küçük bir işim olduğunu, iki saate kadar döneceğimi söyleyip evden çıktım.
Meyhaneyi bulmam o kadar da zor olmadı, adresi o kadar ayrıntılı yazmışlardı ki elimle koymuş gibi buldum. Yanına yaklaşmadan yolun karşısından, öyle uzaktan bir müddet seyrettim, senin belki de o an içerde olduğunu düşündüm, bir müddet deniz kenarında yürüdüm, sonra tekrar geri döndüm, son bir defa daha meyhaneye bakarak ve yarın tekrar buraya gelip seni göreceğime kendi kendime söz vererek ayrıldım oradan.
Eve fazla geç kalmamıştım. Yengeme akşam yemeği için az da olsa yardım edebildim, akşam yemeğimizi yerken yarın akşam bir arkadaşıma uğrayacağımı, eğer geç kalırsam beni merak etmemelerini söyledim. "Ama fazla geç kalma." dediler, "Tamam." dedim.
Odama çekildim, okumaya başladım, bir müddet sonra yengem çay içip içmeyeceğimi sordu, "Geliyorum." dedim. Televiyonda yerli bir diziyi seyrediyorlardı, çayımı alıp onlara katıldım. Dizi bitene kadar onlarla beraber oturdum, dizi bitince iyi geceler diledim, odama döndüm.
Yine sabaha kadar kitap okudum ama bu sefer yavaş yavaş, tadını ala ala, çünkü artık bu şiirleri yazanın sen olduğuna emindim. Sonra şimdiye kadar toplam ne kadar kitabının basıldığını hesaplamaya koyuldum. Kitapların ikinci sayfalarında hangi tarihte kaç tane basıldığı yazıyordu, topladım hepsini birmilyonbeşyüzellibin ediyordu, kitap başına bir lira verseler birmilyonbeşyüzellibin lira eder dedim, eh bu para bize evlenmemiz için yeter.
Sonra içime bir kurt düştü, acaba beni hala seviyor mudur dedim. Eh bunca şiir yazdığına göre illaki seviyordur dedim, çünkü bütün şiirlerin beni, bizi, ikimizi anlatıyordu, ikimizin yaşadıklarından başka bir şey yoktu şiirlerinde. Peki bu şiirleri yazdıktan, yayınlattıktan, parayı bulduktan sonra, beni unutup başka kızlarda teselliyi aramış olabilir miydin? Evet olabilirdin, çünkü para insanları değiştirir genellikle. Ama ben seni onların elinden almasını bilirdim, ne de olsa ben, senin bu dünyada en çok sevdiğin kızdım, kiminle beraber olursan ol, ben yanına gelince gözünün benden başkasını görmeyeceği kesin, nasıl olsa bu kadar zaman içinde benden daha çok seveceğin birini bulup, ona deliler gibi aşık olamayacağına göre mesele yok. Sen beni seviyorsun, başkasını sevemezsin ve seni istediğim zaman gelip alabilirim, bu düşünceyle içim iyice rahat etti.
Sabah olmuştu ama zerre kadar uykum yoktu, yine yengeme kahvaltıyı hazırlamasında yardım ettim, sonra hep beraber kahvaltımızı yaptık, ben odama geri döndüm, kitaplarından birini elime aldım, keşke kitaplarının arkasında bir resmi olsaydı dedim, şimdi ne güzel resmine bakardım, ama yoktu, acaba neden yoktu? Biraz daha okuyup uyumaya çalıştım ama bir türlü uyuyamadım, yengeme ne olur ne olmaz diye beni saat beşte uyandırmasını söyledim, uyuduğumda öğle ezanı okunmuştu.
İyi ki yengeme beni uyandırmasını tembih etmişim daha bir dünya uykum vardı yataktan kalktığımda, duşa girdim, giyindim, yola çıktım.
Sizin meyhanenin karşısındaki parkta biraz soluklanayım dedim, banka oturdum ayaklarım titriyordu, buluşmalarımızda bana her sarılışında ayaklarının nasıl titrediği aklıma geldi, eh bu seferde sıra sende dedim kendi kendime, ne olacaksa bir an önce olsun bari dedim, kararlı adımlarla meyhaneye yöneldim, ama bir taraftan da acaba şu an meyhanede mi diye de kendi kendime sormadan edemiyordum.
Neyse daldım meyhaneye, bir de ne göreyim, sen bir şişe şarabı başından aşağı döküp banyo yapıyorsun."
* * *
"O şarap değilki, sensin." diye söze başladım. "Amaca öyle yönelmişim ki aracı görmez gözüm, amaç aşktır, şarap ise sadece bir araç, sen de bir araçsın."
"Ne yani sen artık beni sevmiyor musun?" diye sordu merakla.
"Seviyorum, seni de seviyorum, şarabı da seviyorum, şarap beni sana, sen de beni aşka götürüyorsun, aşk yolunda ne varsa hepsini seviyorum."
"Oh be, ben de artık beni sevmiyorsun sandım bir an."
"Seviyorum sevmesine de bundan sana ne?"
"Bana ne olur mu hiç, madem beni hala seviyorsun, artık paran da var, o zaman hemen evlenelim, sen de bu hayattan kurtul, doğru düzgün yaşamaya başla."
"Ben hiç bir zaman sadece seninle evlenmenin, sana sahip olmanın peşinde olmadım ki, senin beni sevmeni, senin bana sahip olmanı istedim, sen ise bunu hiçbir zaman istemedin, şimdi de istemiyorsun, sadece senin istediğin hayatı sana yaşatabilecek, sana fazla karışmayacak, senin her isteğini anında yerine getirecek birini arıyorsun."
Fazla kızmadı ama itiraz etmekten de geri durmadı, "Hayır, hiç de değil, ben seni seviyorum ki."
Beni sevmediğini biliyordum, "Hayır, sevmiyorsun." diye direttim.
"Seviyorum."
"Peki o zaman niye ayrıldık?"
"Çünkü şartlar müsait değildi."
"Ama şimdi müsait."
"Evet."
"Yani o zaman param yoktu ama şimdi var."
"Bir bakıma öyle."
"Peki yarın yine parasız kalırsam?"
"Boşanırız."
"Böyle mi seviyorsun sen beni?"
"Evet."
"Sağol ben almayayım, sende kalsın o sevgi."
"Mehmet sen benim içimi dışımı biliyorsun artık, seni kandıramam, sen benim seni nasıl sevdiğimi benden daha iyi biliyorsun, aslında beni benden daha iyi biliyorsun, ben ne desem boş."
"Eskiden olsa belki kandırabilirdin beni, kandırmıştın da zaten, senin beni sevdiğini sanmıştım."
"Ben de öyle sanmıştım bir zamanlar. Senin günün birinde bu kadar zengin olacağını bilseydim belki sonsuza kadar kendimi de seni de kandırabilirdim, ama nerde bende o akıl?"
"Peki küçükken sana hiç öğretmediler mi, hikaye, masal kitaplarında okumadın mı hiç?"
"Neyi?"
"Hazineler hep viranelerde saklıdır."