Eli Asalı Yüreği Tasalılar
- Güneşin en tepede, gölgenin en kısa olduğu vakit Temmuz sıcağının en sıcak günü olabilir bu gün... Kahvede çayı nasıl demleyeceğini tarif etmişti abiisi dün.
- Abiisi geceden kalktı kuzuları aldı götürdü. Aile fertlerinden peren peren kalkan çoluk çocuk da erkenden işe gitmişlerdi. Tek başınaydı büyük odada, çocukluk günleri aklına geldi... Don tutup demire dönen toprağa, anasıyla kazık çakarlar, soğuk ayazdan kavrulup kebaba dönen kızarık kulaklar ve ellerinden dökülecek gibi sızlayan parmaklarla, kelep kelep ıyım ıyarlardı. Kedilerin oynadığı porsamış yumakları da masura masura dövüş kavga sararlardı! Ve Babalarınca mekik mekik, aşkla şevkle, şu büyük odanın sağ üst köşesinde, tırabzanın arkasında kıl harar dokunur. Alvar, Bicir köylerine en değerli hacet olarak sunulurdu... Şimdi eskiye dair hiç bir şey olmasa da dokuz kardeşin kavgaları, yer yataklarında debelene debelene oynamaları, ağlamaları, kaz lambasının kör ışığında kitap okumaları, kopmuş bir film şeridi gibi canlandı gözünde.
- Kalçasının kemiği boynunda tutmamış kıkırdak
- Kafayı gövdeye ekleyen ayrıca çelikten bir plak
- O kafayı ki... 15 yıldır kırık bir yumurta gibi akıntılı taşıyarak
- Günde üç kez değiştirdiği pet ensesinde beyaz bayrak
- Yirmi yıldır ilk kez tatile gibi gelen... Rahmetli babası ve de kendi evinde abiisine misafir olan, babasının zor anımsadığı, dedesinin kurduğu, dış kapının kurtlu sövesine, öküzlerin ineklerin girip çıkarken sırt verip kaşındığı, atın eşeğin yükleriyle girip çıktığı eşikliğin önünde çoban itlerinin yattığı... Köyünü tanımayan, merak dahi etmeyen, İstanbullu çocuklarını düşünürken... Serçeler su taşıyorlardı kursaklarında kırk yıl öncesi gibi serpenekteki kızıl cücüklerine.
- Karşı ki dağın dibinde ki dağınık, biçimsiz evlere keser çekiç sesleriyle yeni bir eli asalının (Emekli) evi daha inşâ ediliyordu ilkelce! Adı betonarme. Gençler deprem bilincinden uzak. Yapıp yıkarak ustalaşıyorlardı.
- Çayda bir kızın kadın hükümranlığıyla götürdüğü traktörde, gübre kokusu, bağ bahçenin meyve kokusunu kırıyordu... Bahçelerde kızgın güneşin olgunlaştırdığı sararmış kayısıları, Antepli, Adıyamanlı yoksul ailelerin bebe ellerine ucuza toplatılıyor... Her bahçe başına derme çatma kurulan çaput evlerde yaşamaya, yaşamak deniyordu.
- Köyün delikanlıları ise şehirlerde iş arıyorlardı.
- Çoban, yıldızların altında otlattığı gürneş olmuş koyunların başını çeken, bağa bostana atlamak isteyen ziyan keçilerine kızıp köpürüp taş atıyordu.
- Köyün güneşinin ilk doğduğu kızıl kayanın tepesinde, Demir madeninde dinamitler patladıkça, kerpiç evlerin arıstağından toz toprak dökülüyor, kundaktaki bebeler beşiklerinde, tir tir titreyerek korkup ağlıyor, bör böcek, yılan çıyan, tedirgin olup kaçıyorlardı.
- Dinamitlerin göğe savurduğu maden kırıntılı ağır toz bulutları ve bağ yollarından geçip giden ağır maden yüklü kamyonların tozları da bağın bostanın daha hasadı oluşamadan sanki yanıp geçiyordu!
- O eski harman yerlerinde dirgen sesleri de susmuş! Ay ışığında ayran içilen dağlar kola şişelerinin altında, sahipsiz birer mezar gibi kuş konmaz kervan geçmez olmuşlardı.
- Eşkıyalara göğüs germiş, kartalların, şahinlerin kanat gerdiği, kekliklerin, güvercinlerin renklendirdiği, yüce dağların hırçın kayalıkları her dinamit patladığında vuruldum sanan, uçup uçup kaçan kuşlarıyla uğuldaşarak ağlamaktaydılar!
- Atların otlanıp otlanıp oynaştığı, at oynatılan yeşil tepelere Temmuzun sıcaklığı harmanlana harmanlana , dağın kuru yağız omuzlarında tutuşan yangın yeri gibi çöküyordu. Her tarlanın kırk yaralı yırtık deresi, ağlaya ağlaya kuruyan yaşlı gözler gibi kuruydu!
- Eşeğin yüküyle yuvarlandığı sarp yamaçlar, şimdi herhangi bir canlının izine, harmanın saman tozuna hasret... Beyhude duruyorlardı oralarda.
- Nasılda verimkar, nasılda sevecendiler o zaman... Okumuşluğu olmayan analar yüklü yüklü o dik yamaçları, tandırlarına tutuşturacak kekik, keven, pelit kökü, payamın dalı sırtlarında şelek inerlerdi, o çalı dikenleri, ter akan yârnılarından kan emerlerdi! Şimdi o anaların o çocukları... Her biri bir eli asalı...
- İşte köşeden çıktı bir tanesi.
- Daha selam vermeden, ufak ufak gülümsedi... Evlatlarını Aktris ve paşalar yetiştiren gururlu gönlüyle.
- Garson garson hani nerde kaldı taşlar? dedi.
- Garson eşiklikten ayrıldı, bir traktör geçebilecek yoldan beş basamak aşağı indi. Büyük ağılın üstünde ki beş masalık kahvehaneye vardı... Ağılın önünde de bir dam boyu yüksekliğinde ahmunluk vardı. İşte ahmunluğun önündeki yoldan aşağıda ki bahçenin cevizini çocukluğunda babasıyla dikmişti garson. Yani şimdi iki dam boyu ağılın üstüne uzanan o cevizin dallarında yaba gibi yaprakları mis mis kokuyorlardı. Bahçenin ortasındaki tek dut ağacı bir oba çadırı gibi her tarafı tutacak kadar büyümüştü... Sabahları kalkar erkenden dutun dibine iner ve boynunu çevirip yüzüne bakamadan dökülen dutları bir bir üfleyerek tozunu toprağını temizleyerek yeyip yetinen garson! Çocukken dalından dalına gezindiği, sığırcıkların çığrışarak üşüştüğü duta taş atacaktı. Ensesindeki yarası yüzünden atamadı.
Birinci kişi...
- Hadi hadi... Tut şu masayı yavaş yavaş çıkaralım, sığırcıklar kısmeti kadar yer dedi.
Çıkardılar masayı serpeneğin gölgesine kurdular. Taşları akşam örtüsüyle kaldıran garson getirdi.
İkinci kişi...
- Doktorların babası, iki toprak damın eski aralığından dersine geç kalmış öğrenci gibi indi. Bir şeyden köye, evinden de kahveye kaçtığı besbelliydi... Uzaklardan iri iri adımlarıyla yaklaşırken, garsona sesleniyordu...
- Dur la dur sen yaralısın aha geldim! Diyerek... Yoldan inen beş basamağı iki basamak gibi indi.
Birinci kişi
- Yavrum nerede kaldın? Hani o gevur tohumu da gelmedi.
İkinci kişi.
- Sesi mezarın gedikten geliyordu, gelir gelir, Derken ustaca dağıttı takozları. Birde sigara yaktı samsun, kıçı pamuklu birde sigara istedi paranın tomarını gösteri gösteri. Kulağının içinden, sırça parmağıynan çıkardı inşaatın tozunu, yakasının kiri birde kokan teri bile rahatsız etmiyordu ne kendini ne de çevresindekileri!
.Birinci kişi
- Bir kabineye hükmeden, her gün insan seline dönen, anıları yüreklerde, orta direklerde kazılı o toprak evi sende mi yıktırıyorsun? Vah vah vah!
İkinci kişi.
- Ağzından burnundan tüterek konuştu.
- O yürekler kaldı mı ki? Hepsi birer mezar taşı... Ayrıca babam bile bilmiyordur. Bu evin ne zaman yapıldığını... Ben yıkmasam da sülalemin kanını emen kenelerle dolu o kalın taş duvarlı, ünlü şanlı o ev yıkılıyordu zaten!
Birinci kişi.
- Peki kaç gün içinde kalabileceğini sanıyorsun? Betonarme, bilmem kaç yıldızlı otel diye mi gelecek çocukların! Bu köyde babama en büyük utancı yaşatarak gurbeti ben icat ettim! Ve şehirden ilk bıkıp gelen yine ben oldum... Benimde evim çağa uygun, betonarme. Çelik tencere, her takım, kutularında kirleniyor... Buzdolabında, markalı tavuk yiyecek birilerini bekliyor! Markasız tavuklarsa pöslüklerde yem arıyor. Loğ taşına dönen, her derdi başına sarınan kadın da benden iş bekliyor. Ayrı sedirde yatıp, ayrı sofrada yiyor. Ve ben artistin paşa babası bir sıhhiye olarak ilaçlarını da kullandırtamıyorum! Ve fötrümün altında, kenarda kıyıda, kendi dalgamla kavgalı, eski tekneler gibi pasımı içime kusuyorum.
İkinci kişi.
- Şehirleri söyleme hiç! Yüreğim kaldırmıyordu artık, o beton yığınlarıyla yükselen karmakarışık sokaklarını karınca sürüsü gibi talayan arabaların tekerleri kan izleri bulaşığı, kornaları ölüm çığlığı, büyük iş yerleri, egzozundan önce yuttular güneşi. Varsılların hurda yığını yatları, şilepleride denizlerimizi esir aldı. Ve hepten kestiler nefesimizi. Teknelerin ıslak ve kirli halatları gibi boynumuzun kırışık, gevşek derileri biraz daha çok sıktığından dolayı boğazımızı! Arar olduk işte köyümüzde gençliğimizi!.
Birinci kişi.
- Fötrünün altında kırışmış yanaklarına sızan terleri selpak mendiliyle sildi. Damarları derisinden görünen ellerinin içinde kendi yaşlanmışlığı gibi sıktı kırıştırdı, usul usul kalktı kenarda ki çöp kutusuna attı. Yüzünde, şehirdeki evinde muhabbet yemiş gibi esir olmamışlığın ve huzur evine atılmamışlığın buruk hüznüyle mırıldandı yine.
- Kör bulanık zamanın derinliklerine gömerek özlediğim, örselenmiş, yıpranmış arzularıma, yakından bakabiliyor ve birçok sefalet içinde oturup kalktığım o dağları görebiliyor ve hiç olmazsa temiz havasını içime çekebiliyorum ya Her şeye değiyor sanki!
İkinci kişi.
- Evet, ama bu dağlar bizlerden daha çabuk yaşlanmışlar sanki? Baksana... Bütün otların kekiklerin çayanları dışarıda, yağan yağmur akan sel almış götürmüş özünü toprağın. Her şey uçuruma tutunuyor, her şey uçurumun başında. Birtek keklik ötmüyorsa taşında. Ağrılar acılar var demektir. Benim kadının her gün saçını yolduğu başı gibi başında.
Birinci kişi
- Belki de ondandır... Temmuz sıcağında, sıcak bir yar gibi üstüne kapanıp yattığım, tarihi taşlarla rimelleşmiş billur gözlerinden su içtiğim, saçlarını bazen kaba yonca, bazen mercimek küşne yolduğum, avuç avuç ekip yük yük biçtiğim Demirli tarlası da tanımadı beni! Çil cücüğü gibi her şehre dağılan çocuklarım gibi!
İkinci kişi.
- İlkbahar aylarının vazgeçilmez mekânı idi, adı üstünde Döllük... huymaların kurulup koyunların kuzulatıldığı yayla... Ben kendi tarlamda her bir köke, geleceğimi!.. Kazma kürek oya oya işledim, kayısıdan yaptığım bahçenin başına birde villa yapacaktım! O her çobanın şafaktan önce içtiği, derde deva gibi bulduğu o güvendiğim o tarlanın pınarı şimdi kör pınar, benim emeğim şu kayısı köklerimi de kuruttu... Kör yaşlı bir ninenin elinde birer kuru merteğe dayanıp durduğu gibi duruyor. Eskisi gibi ekilmeden biçilmeden, başında harman dönmeden! Meyvesine uzandık diye ellerimizden, kedi tırmalamış gibi kan çıkaran kuşburnu, karamık, böğürtlen çalıları da yok... Bizim evlatlarımızın torunlarımızın olmadığı gibi yanımızda! İşin doğrusu ne kaysı diktiğim tarla beni tanıyabildi ne de ben tarlamı tanıyabildim!
Üçüncü kişi
- Pantolonu gömleği ütülü, geniş fötründe ise köyün yüksek evlerine çıkamayan suyla sulanan bostanının gülü takılıydı. Çağşamış, çivi başları çıkmış ulak üstüne ulak ulanmış, kendi ayağı üstünde zar zor duran, eski püskü seçtiği sandalyeyi 'Yine pantolonumu yırtman' diye uyardı. Aldı uzaklara oturdu.
İkinci kişi
- Çivi cebini yırtarda inşallah bir çay parası düşürürsün buralara, beleşçi hergele' diye takıldı.
Dördüncü kişi.
Basamakları inmeden uzaktan selam verdi, masada yeri hazırdı, üçüncü kişiye döndü.
- Ulan dangalak! Benden de önce gelmişsin bak, gelsene oyunun başına niye öyle oturuyorsun uzak uzak?
Birinci kişi.
- Ulan oğlum delirdin mi sen!... Kiminle konuşuyorsun, kim görmüş onun insan içine oturduğunu, bir Allah kuluna çay içirdiğini o kör dilencinin bile parasını elinden alır bilmezmisin!
Üçüncü kişi
Pişkinlikle aldırmadan cevapladı...
- Hele kendini adamdan sayana bak, sen önce şu ağzında emzirdiğin sigaranı yak.
Birinci kişi.
- Ne o sigaranın da dumanından da mı faydalanacaksın yoksa?'
Hepsi birden kahkahayla gülüştüler.
Dördüncü kişi
- Şimdi dört köşe karısı yine birazdan çıkar gelir 'evlatlarımızdan telefon var' der. O da kalkar tıpış tıpış gider.
İkinci kişi
- Sahi en çok onun evlatları arıyor, niye acaba?
Birinci kişi
- Be hey andaval! Ya kiralarını ödeyemiyorlardır ya da aldıkları eşyanın taksitini, arabası altında nasıl olsa, yarın gider Kaymakamlıkta postaneye yatırır.
Beşinci kişi
Ağır aksak yaklaşıyordu, eğilmiş belinde sanki dünyanın yükü vardı. Masadakilerin hepsi birden bağırdı...
- Yahu yürü biraz yürü kaldır şu ayaklarını.
Beşinci kişi
- Aylardır günlerdir, kanserli karısının ızdırap hızarıyla doğranan, uykusuz geceleri bölük bölük bölünen, çekilmez paslı zincire gibi bir halka daha eklenen gecenin ardından yine yorgun argın masının başında yerini aldı kendi kendine dargın! Telefon konuşmalarıyla avunuyordu evlatlarının!
Birinci masa tamam olunca ellerini eteklerini çektiler dünyadan beyler... Artık tek düşünceleri taşı taşa yakıştırabilmeydi.
Bu köydekilerinin hepsinin, beli kökünden eğilmiş, görenler sanarki. Bu insanlar ne büyük bir savaşın pusuya düşürülmüş askerleriymiş! Sanki hepsi evlatsız hepsi sahipsizmiş! Sanki hiç biri şu karşı ki dağları, kara sevdalı inip inip çıkmamış.
Dördüncü kişi
- Uzakltan gelmekte olana sesleniyordu, duymayacağını biliyordu. Ağzı fermuarsız, arsız arsız!
Şu eskiden değirmen taşını bir başına döndüren, eşek yükünü tek başına indiren bindiren, tek evlatlarım okusun diye, şehir şehir hamallık yapan, kanserli karısını başkentin toprağına gömen, şimdi yine kendi pöslüğünde tek başına öten emmi, gel gel beri gel bir çay iç' diye seslendi.'
Altıncı kişi
- Pöslük bayırına yukarı o yorgun bedeninin altında, tir tir titrek dizleriyle ağır aksak çıkabiliyorum diye, çehresinden düşen bin bir parça oluyor, aklında ise kahvehaneye uğrasam mı uğramasam mı geçiyor. Oğlu belki de en büyük kentlerde adalet dağıtıyor. Diğer oğlu, öğrencilerine muhtemelen... 'Babanızı sevin sayın' diyordur! Ve uykuları da kaçıyordur babamız köyde tek başına diye ama elden ne gelir!'
Bir su istedi garsondan utana sıkıla, şu her cebinde bir alet taşıdığı ceket yüktü sırtına, içesiliğinden değil ama, birde çay istedi. Dört ayağı çarpık çağşak, her an düşeceğim korkusuyla oturduğu sandalyede bedava oturmayayım diye!.
Adamın sohbetleri acı veriyordu... Bu gün kara yel gökçe gedikten değiyordu. Kırk göze sığmadığımız bu evde yalnızım diyor, ağlamayı özüne yakıştıramıyordu yorgunluktan önüne düşen başı.
.Yedinci kişi.
Bir bahriyeli subay... Babasına yakın pehlivan gibiydi. Geldi selam verdi asker endamlı şimdi kanser yaralı avradı elli. Uzun uzadıya kulaç atmaları denizde kaldı, şu an her nefeste kadınının acısında boğulmak vardı! Bu diyar kendi köyü, en son kaçabileceği diyardı. Bütün herkes selamını dostça aldı. Acısı anlaşılıyordu ama! Paylaşılamıyordu!
Sekizinci kişi.
Sakalı bıyığına karışmış, köyde kalan tek çoban... Gölgesine basa basa gelen Kangal köpeğini azarladı.
- Hoşt git... Soyka sende mi okey oynayacaksın? dedi kovdu. Tek tanıdığı numara, takozlara dizdiği taş numaraları, tek tanıdığı harfler para harfleriydi. Okula yazdırtamadığı çocukları, nüfusta da kayıtsızdı. Muhtarın girişimiyle... Şu günlerde Ülkemizin kentlerinde bile yaygın olan toptan nikaha dâhil oldu kaymakamlıkta.
İşte bu çoban, ikinci masayı kuruyordu, herkesten... Ağa bey gibi değer görüyordu. Çünkü... Eli asalı maaşlıları! Sütüyle, yoğurduyla bir tek o besliyordu. Geceleri ise yıldızların altında koyunları keyifle sesliyordu bu çoban.
Dokuzuncu kişi.
Haydarpaşa'dan Kurtalan'a
Saçlarını ağartana kadar
Kara trene kömür attı
Sivas Ali babada bir ev yaptı.
Çapıtlı tünellerde isi yuttu.
Ne aşılmaz dağlar aştı
Zamanla yarıştı
Kavgadan yana bakmadı
Bütün düşüncesi barıştı
Her istasyonda harman harman
Göz yaşlarıyla imzalanan
Ayrılıklara tanıktı.
Ve her istasyonda son bulan hasretliklere
Adetâ yeniden doğmalara
Kucak kucak canı cana koymalara
Abası yanıktı
Her istasyonda ölülerde bıraktı, şehitlerde
Yol verdi yön verdi
Vagon vagon Mehmetçiğe
Şarkılar türküler oldu söylendi
Üniversiteli gençliğe
Açlığı, yoksulluğu,
Amerika'nın süt tozunu
. Kızıl hançer kan taşıdı
Anadolu'mda analarımız avratlarımız
Renkli buğday çuvalları gibi ağızsız dilsiz
Köy köy yüklendi vagonlara
Kent kent indirildi vagonlardan
Soyludan soysuzdan
Hepsinden haberdardı bu adam
Sempatizan diye türkülere
El salladı diye dağlara
Evi kundaklandı Ali babada
Baba ocağı nedir bilmemiş
Ana kucağı görmemiş
Köyde ki evi de yanıp yakılmış
İşte bu yüzden kaş kirpik sararmış
Eğer her derdine yer verseydik
Dertlerini kızıl kitaplara da sığdıramazdık.
şte köyün bu kara mizahı da
O eli asalılardan biri
Her zamanki gibi... Seni ötekinden ayırtmadan, ikinci masaya, üçüncü kişi oturdu.
Onuncu kişi
Köyün işe en usanığı masaya dördüncü kişi olarak oturdu. Çocuklarının aldığı sıfır traktörü, kahvehane duvarı dibinde, Halâ tarr.. turrr... Ediyordu. Hâlbuki ne traktör dönecek tarlası ne de traktör kullanacak yeteneği vardı. O hep kumara ne utturup ne uttuğuyla konuşulur, insanlar arasında ötelenirdi.
Dağın dibindeki kavaklar, dik yamaca sarınıp yükselen kızıl kayaların gölgesinde, anasının çığırtkanlığıyla büyürdüler. Nice yatağına sığmaz sellere göğüs gererdiler, o kuşların evi o vadinin sahibi gibiydiler. Şu işe usanığın sattığı adamlar baltalarına sarılan gelirler. Başı güneşe değen, kayalarla boy ölçüşen, köklerine iki kulaç kavuşmaz o kavakları, sele verirdiler. Kamyon kamyon yüke vururdular... O adamın çocuklarının da hiç birisi babalarından destek görmeden, simitçilikle iş sahibi oldular... Bu kumarcı babaya kucak açıp bağırlarına bastılar! Köyün en üstüne evin en hasını yaptılar. Simitçilikleriyle de ünlüydüler.
On birinci kişi
Torunları şirket müdürü, karşı ki dağın dibinde, kiremit çatılı evinin önünde, elinde ki patates dürümü bitince, çoban eskisi taşlı çaydan geçti. İki adımlık pöslük bayırını çıkana kadar, öldü öldü dirildi. Varı yoğu tek bildiği çobanlık idi. Bu köyde on çobandan en iyisi değil! Beş köyde kırk çobanın en iyisiydi. Dağları davarsız görmek, adamı için için yiyip bitiriyordu. Çobanın taş oynamasına kızarak...
Çoban dediğin şimdi yatar uyur, dinlenir, çoban dediğin yıldızların altında dolanır, koyunu günde gezdirip yakmaz! diyordu. Mal mülk kaybetmiş gibi denizlerde gemileri batmış gibi dizine dizine vuruyordu. Her iki masadakiler ise... 'Bu adam esrimeye yakın diye gülüyorlardı!
Tavuğun en avanağı, kuş gribinden habersiz, eli asalıların en büyük besin kaynağı bisgivit kırıntılarından masanın altında topluyordu. Bazen yere düşürülen, leblebi ve kabak çekirdeği de bulduğu oluyordu.
Kaysı ağaçlarının dibine gübre koymaktan gelen, bıyığı kır kalabalık, zorun oğlu.. 'Kişe git' diye hınçla, kırk beşlik ayağıyla vurdu.
Bir kez daha kanatlarının işe yaramadığını gören tavuk, yolunmuş tüylerini havalarda bırakarak dağınık dağınık, vaaaak vaaaak vaaaak diyerek canını zor kurtarıyordu.
Artık akşam üstüydü, beş masa beşi de doluydu... Alt yanı adana şalvarı üst yanı Antalya plajı giysili kız, garsonluğu, yorgun amcasından devraldıydı... Argo kelimeler rafa kalktı. Şimdi sanki o okey oynayanların hepsi öğretmenlerinin önünde uşaktı, bir çay yerine beş çay aldılar. 'Öğretmen hanım sen hep başımızda ol bu işe çok yakışıyorsun' dediler
Biraz önceki lanlar lunlar, ana avrat küfredilen taşlarda rahata kavuştular.
Halbuki... O küfürleri çoluk çocuk, kadın kız herkes, bağdan bostandan, dört bir yandaki, serilmiş kaysılarla sararmış toprak dam üstlerinden de duyuyorlardı.
Yani demek istiyorum ki hangi devlette hangi işi yapmış olursan ol hangi şehre ev kurmuş olursan ol ve hangi evladın babası olursan ol eline yapıştı mı? Asa bir yol! Artık tek başınasındır... Sen gibi yaşlanmış yıpranmış, toprağı terk edilmiş köyünde o serpenekli kahvede geçer kalan ömür.
6- 8- 05-
Serpenek ? Toprak evlerin, saçağı.
Arıtsak ? Tavan
Çağşak - Eski üskü - Laçka -
Bu uzun Öyküyü ekledim. Hemde iki kere eklemişim. Zaman ayırıp göz nuru dökerek okuyanlara öncelikle teşekkür eder sonsuz saygılarımı sunarım.
Ancak her ne hikmetse! Sabahtan beri düzeltme imkanım olmadı. Düzelt. Bölümüne tıkladığımda başka sayfa çıkıyor. Bunları buradan açıklamak durumunda kaldığım içinde özür diliyorum.