Elma Yer misin
Adam; o tıklım tıklım köhne barı, alabildiğine yalnız kalabildiği için seviyordu. Cep telefonu da evde bıraktı mı, her hücresine çuvaldız gibi batan hayattan yakasını sıyırıyordu. Ne annesi, ne can! dostları, ne doktoru ona ulaşabiliyorlardı. Burada kendine seçtiği ruhu giyinip, istediği hayalleri kurabiliyordu. Kimse, ama hiç kimse düşünce baloncuklarına nefesini üfleyemiyordu...
Sanki barın içindeki her ayrıntı yalnızlığı vurgulamak için özenle seçilmişti. Rengi siyaha dönmüş masalar, sessizliği içine çekmek için kabuklarından çıkanlarla doluydu. Kapı girişinde artık işlevini yitirmiş, bir gramofon, çarpraz köşesinde ise eski fotoğraflar duruyordu. Antika bir gümüşlüğün içersinde, içlerinde kocaman sırlar saklayan sedef kakmalı kutular ve kapaklı gümüş tablalar vardı. Tüm bunları hacmi geniş bir susku kaplamıştı. Aslında yüksek sesle oldukça depresif bir müzik çalıyordu ama, duyan yoktu. Barın arka kısımlarına doğru ilerledikçe, insanın yalnızlığı perde perde derinliyordu. Giriş kapısının karşısındaki duvarda, tozlanmış bir kitaplık, tıka basa ıssızlıkla doldurulmuştu. Öyle bir kitaplık ki; kalabalığından kaçan herkesi, öfkeli bir hortum gibi içine çekiyordu.
Elini uzatıp, ismine bile bakmadan bir kitap aldı tozlu raflardan. Tek boş masaya oturdu. El işareti ile garsonu çağırdı, seslenmek için ne hâli ne de isteği vardı. Garson kendi yaşlardaydı, onun boylarında, aynı cüssede ve aynı bıkkın ifade yüzünde. Bazı farklar vardı aralarında elbette. Örneğin garsonun omuzlarına inen simsiyah kıvırcık saçları vardı, kara kaşları alttan-üstten cımbızlanmış, yabani şekli biraz uysallaştırılmıştı. Sağ kulağında gümüş kaplaması atmış halka bir küpe taşıyordu. Adam kendi görünüşü ile ilgili ayrıntıları es geçmeği yeğledi. Menüyü işaret parmağı ile göstererek; hiç konuşmadan bir şişe şarap ısmarladı. Garson kafasını sallayarak seçimi onayladı ve sırtını dönüp, bara doğru yöneldi. Bir yandan, 'acaba ısmarladığı şarabın parasını ödeyebilecek mi'diye düşünürken, diğer yandan da 'acaba ne kanseri, içerek mi ölmeye uğraşıyor?' diye içinden geçiriyordu. Adamın bedeninde kemo terapinin yoğun izleri göze çarpıyordu. Saçları, kaşları ve kirpikleri tamamen dökülmüş, teni bembeyazdı. 'Adam sen de! Ödeyemezse, ödeyemez, tek tasan bu olsun! ' diye geçirdi aklından.
Şarabı alıp, tekrar adamın masasına döndü. Tepsinin içinde biraz meyve, biraz çerez ve üzerinde su lekeleri olan bir bardak vardı. Tepsinin üzerindekileri özensiz ve isteksiz masaya yerleştirdi, şarap servisini yaptı. Adamın teşekkür etmesini beklemeden, afiyet diledi ve döndü. ' Kimse için üzülme, hiç kimse için. Belki senden daha mutludur.' dedi içinden. Zaten bar öyle keder doluydu ki; kimseye özel ilgi gösterecek vakti yoktu.
Adam kitaplıktan aldığı kitabın herhangi bir sayfasını açmış, boş boş bakarken, bir yandan da kadehi ile oynuyordu. Kim bilir, kaç kez daha buraya oturup, şarap içebilecekti. Belki de bu sondu. Kadehini yudumladı ve yalnızlığın çok asil olduğunu düşündü. Öldüğünde nasılsa mahşeri bir kalabalığa düşmeyecek miydi! Kim bilir orada nasıl bir uğultu vardı! Hâlâ şansı varken, sessizliğin ve yalnızlığının tadını çıkartmalıydı. Kadehi masaya bıraktı ki; birden boş bir kadeh gözlerinin önünde sallanmaya başladı. Kadehi narin bir el tutuyordu. Adam kadehin sahibine döndü. Karşısında ateş kızılı saçlarını incecik örmüş, solgun yüzünü pudrayla kandırmış, kemiklerini kapatamayacak kadar zayıf tenini, üzerinden dökülen bir elbise ile saklamış, gülüşünde pür neşe, gözünün bebeğinde bedeninden büyük bir hüzün taşıyan bir kadın, belki de bir çocuk gülümsüyordu.
- Masanızı mı karıştırdınız?
-Çok hoşsun, içkili gibiymişim gibi davranma! Daha damla içmedim.
-İçin o hâlde!
-İçeceğiz ya...
-Kimle? Benimle mi?
-Hı hım...
-Ben yalnız kalmak istiyorum!
-Ben ise hiç yalnız kalmak istemiyorum!
-Etrafta onca insan var, neden ben?
-Onların gözlerinin üzerinde kaşları var.
Adamın tüm ciddiyeti bir anda uçup gitti. Öyle sesli bir kahkaha attı ki, bardakilerin tümünün bakışları adamın masasına yöneldi. Adam kemo terapiden dolayı dökülen kaşlarının kendisine bir artı getirebileceğini hiç düşünmemişti. Kadın bu kahkahayı davet olarak algılamış olmalıydı ki, hemen adamın karşısındaki boş sandalyeye oturdu.
-Meyvelere dokunmamışsın.
-Evet.
-Kısa ve kupkuru bir cevap.
-Islatalım dilerseniz. Kadehinizi uzatın!
-Islatalım... Islatalım da; farkındaysan ben tek başımayım. Siz derken kaç kişiden bahsediyorsun anlamadım.
-Böylesi daha iyi, fazla kalabalıktan hoşlanmam!
Kadehlerini tokuşturdular. Göz kırpması kadar kısa bir sessizlikten sonra, kadın meyve tabağına uzandı.
-Alsana.
-İstemem...
-Neden? Sana günahkâr meyveyi vermemden mi korkuyorsun?
-Armudun sapı, üzümün çöpü var.
Bu kez kadın okkalı bir kahkaha bıraktı. Garsona seslendi.
-Hey Cuma!
-Cuma?
-İsmini bildiğimden değil, Robinson Crusoe'un Cuma'sına benziyor.
-Ya ben?
-Dur bir dakika, ne sabırsızsın!
-Hayat kısa, saniye kaybetmemeli...
-Güzel şeyleri dar alanlara sıkıştırmamalı...
Garson gülümseyerek geldi.
-Buyrun.
-Elma var mı?
-Elma mı?
-Kuş sütü istemişim gibi bakmasana Cuma! Elma, bildiğin elma, hani zebil meyve...
-Mutfağa sorup, hemen geliyorum.
Garson mutfağa doğru döndü ve hızlı adımlarla kayboldu. Adam kadının rahatlığından çok etkilenmişti. İçindeki yalnız kalma baskısı hafiflemiş, yanında bir refakatçi olmasından memnundu.
-Beni cehenneme mi yollamak istiyorsun, neden elma?
-Sen hep sebepler ve sorgularla mı yaşarsın? Cehenneme hiç gittin mi? Neden bu kadar korkuyorsun?
-Korktuğumu kim söyledi!
-Bal gibi de korkuyorsun. Yiğitliğe de dışkı sürmüyorsun!
-Hayır, korkmuyorum! Hiçbir şeyden korkmuyorum...
-Ben de.
-Ya ölümden?
-Ölümden de korkmuyorum.
-Hiçbir şeyden mi?
-Yalnızlıktan ödüm patlıyor. Yalnızlık ölümden haşmetli...
-Neden yalnız kalasın ki? Sen çok güzel, çok etkileyici bir kadınsın. Senin yanında olmak için can atan yüzlerce adam vardır.
-Can atan! Can! Can tatlı cancağızım.
-Ömür kısa!
-Can söz konusuysa, canan ayrıntıdır.
Bu kez birlikte güldüler. Konuşmalarını kesmek istemeyen garsonun arkalarında olduğunu farketmediler bile. Garson, hiç konuşmadan içinde dilimlenmiş elmaların olduğu tabağı masaya bıraktı. Şarap şişesi yarıya inmiş, sigara tablası dolmuştu. Adam ne kadar uzun zamandır, kendini bu denli iyi hissetmiyordu. Kadın elma tabağına uzandı. Bir dilim elma alıp, ucundan ısırdı. Isırdığı elmanın kalan yarısını adama uzattı.
-Yer misin?
-Niyetin beni yakmaksa, zaten zamanım az.
-Neye göre?
-Nasıl yani?
-Boşver!
-Elmayı vermeyecek misin?
-Beni de götürsene!
-Nereye?
-Cehennemin dibine!
-Ben dibine kadar inmeyi düşünmüyorum, alta indikçe sıcaklık artıyormuş.
-Gittiğin yere kadar, kalan yolu otostopla giderim.
-....
-Ne zaman gideceksin?
-Kim bilir, belki yarın, belki yarıdan da yakın.
-Tamam! Ben de geliyorum.
-Senin aklından zorun mu var kuzum!
-Sanmam, bence aklımın benle zoru var.
-Seni anlamak zor...
-Bilmediğim bir şeyler söyle.
-Neden ölmek istiyorsun?
-Bunu da nereden çıkarttın? Ölmeyi hiç istemiyorum. Bin yıl yaşamak istiyorum. Yüz bin yıl...
-Öyleyse?
-Sen hiç bin yıl yaşayan insan gördün mü?
-Yaşayacağın kadar yaşa o zaman, ne işin var cehennemin dibinde! Hem sende bu neşe varken, üç nesil gömersin...
-Adın ne senin adam?
-Ecel.
-Ecel mi?
-Ceza gibi bir isim değil mi?
-Ecel, ben yalnızlıktan korkuyorum.
-Sen yalnız kalmazsın!
-Ecel, ölüme kimse gönüllü eşlik etmez...
-Sen daha çok yaşarsın...
-Ecel, benim kucağım ölüm.
-Bir Asprin al, bir şeyin kalmaz.
-Seninle geleyim ya da sen benimle, yalnızlıktan korkuyorum...
-Neden ben?
-Başkalarının gözlerinin üzerinde kaşları var, senin yok...
Adam gülmeğe çalıştı, gülemedi. Konuşacak tek bir kelime, bir kelime kuracak tek bir harf bile bulamıyordu. Masadaki kitaba uzandı, yerinden alıp, kitaplığa götürdü. Kitaplık daha da tozlanmıştı sanki, sanki iyice karışmış, iyice eskimişti. Kitabın yerini arar gibi yaptı bir süre. Sonra, tam bir boşluğa yerleştirecekken,kitabın kapak resmini gördü. Ateş saçlı, elinde kan kırmızı bir elma tutan, benzi soluk bir kadın... Kitabın başlığına bakmaya korkuyordu ama, gözleri ona itaat etmedi. 'Ölüm Meleği'! , Mırıldanarak tekrarladı ' Ölüm meleği' Beyninde patlamalar vardı, her patlamada içinde bir şeyler çöküyordu. Hayır! Böyle anlamsız bir oyunu oynamayacaktı. Masaya döndü...
-Sanırım sen normal değilsin!
-Sanırım öyleyim...
-Nasıl?
-Gördüğünden fazla ya da eksik değilim.
-Gördüğüm yeter, eve gidiyorum.
-Ben de gelebilir miyim?
-Bana mı?
-Yolda inerim. Lütfen, lütfen yalnız gitmeyeyim.
Ecel, nereye giderse gitsin, artık kızıl saçlı bir gölgesi olacağını, hatta bu gölgenin hep yanında olduğunu anladı. Gölgesi ona sarılana kadar yalnız kalmayacaktı.
-Haydi yürü.
-Bir dilim elma bile yemedin!
Adam son cümleyi duymadı. Bara gidip, hesabı ödedi. Kapıya doğru giderken, birden geri döndü, garsona teşekkür edip, elinde buruşturduğu, cebinde kalan son parayı bahşiş olarak bıraktı. 'Hoşça kal Cuma.' dedi, ' Hoşça kal.'
-Ecel, yürüyecek miyiz?
-Hayır, araba az ilerde.
Arnavut kaldırımlı yolda, çocukluğunu düşünerek yürüdü adam. Hayat gerçekten kısaydı ve kalan kısmını olabildiğince iyi geçirmeliydi. Hiç kızıl saçlı sevgilisi olmamıştı.
Arabaya vardılar. Adam kapıları açtı. Kadın adamın yanına oturdu. Hava aydınlanmak üzereydi. Gökyüzü kadının saçları gibi kıpkızıldı. Kahrolası zaman! Bir gün daha eskimişti.
Adam kadına döndü:
-Nerede oturuyorsun?
-Çat orada, çat burada, çat kapı arkasında.
-Peki şimdi, oraya mı, buraya mı, yosa kapı arkasına mı gitmek istersin?
-Elma ister misin?
-Sahi senin adın ne? Yoksa sen kötü bir cadı mısın?
-Melek...
-Güldürme! Sen ve melek, hiç kızıl saçlı melek olur mu?
-Benim ismim Melek, elma ister misin?
-Ver bir dilim, yoksa senden kurtulamayacağım...
Kadın bardan çıkarken avucuna sıkıştırdığı elma dilimini, adamın ağzına uzattı. ' Yaşasın! ' diye bağırdı, ' Birlikte gideceğiz, cehennemin dibine birlikte gideceğiz!'
Adam güldü...
Güneşin kızılı yeryüzüne inmişti, adamın gözleri yanmağa başladı. Sanki güneş onları içine çekiyordu. Görme gücünü kaybediyor, yol tekerleklerin altından kayıyor, direksiyona söz geçiremiyordu. ' Korkuyor musun?' dedi Melek. ' Ben bir şeyden korkmam, ya sen?' dedi adam. ' Ben bir tek yalnızlıktan korkarım' dedi kadın... ' Bir tek yalnızlıktan, o yüzdendir elmayı sevişim...
İki gün sonra, aynı barda, aynı masayı toplayan Cuma, son müşterinin unuttuğu gazeteyi buruşturmak üzereyken, gözüne bir resim takıldı. Konuşmaktan hoşlanmayan, ama kızıl saçlı dilberi görünce dili çözülen kanser hastası müşterilerinin resmiydi. Merakla haberi okudu:
Kanser hastası, 32 yaşındaki E.C. araçta yediği elmanın nefes borusuna kaçması sonucu meydana gelen bir trafik kazasında, hayatını kaybetti. Araçta yalnız olan sürücünün, direksiyon hakimiyetini kaybedip, bariyerlere çarptığı düşünülüyor. E.C'nin ailesi ise, oğullarının hastalığından dolayı hayattan koptuğunu,psikolojik dengesinin bozulmuş olduğunu, intihar etmiş olabileceğini dile getirdiler. Olayın açığa çıkması için Adli Tıp Kurumunun hazırlamakta olduğu otopsi raporu bekleniyor.
Cuma gazeteyi buruşturup, hışımla mutfağa koştu. Lavobonun kenarında duran elma kasasına yöneldi. Kasayı büyük bir öfkeyle yere fırlatıp, yere dağılan elmaları var gücüyle tekmelemeğe başladı. ' Melek değildi! Melek değildi! Bütün suç sizin...'
Kapı açıldı. Komi seslendi: ' Abiiiii masa dörde bir elma tabağı...'
Çok ilginç ve bir o kadar da başarılı bir öykü.
Kutlarım Zeynep...