Elveda Çocukluğum (Kuş Uçmaz Kervan Geçmez)

Yazın kavurucu sıcağı göçmen kuşlarıyla çekip giderken, sonbahar yüzünün soğukluğunu yavaş yavaş gösteriyordu... Gidenlerin ardından eli yüzü yazdan kalma yaralı bereli çocuklar ve kışın ağır sorumluluklarını görev bilen anne ve babalar kalmıştı. Köy sonbaharın getirdiği hüzünlü havayı giyinmeye başladı. Hep bir şeyler eksilir gibi doğanın silikleşen rengiyle köy adeta bir harabe görünümü alıyordu.

Ağaçların altı gazelden döşekti. Kışın hayvanlara yedirmek için hararını eline alan anne koşuyordu sulağa. Günlerce gazel çekiyor, merekleri dolduruyorlardı. Yerlerde kalan gazel kırıntılarını sürükleyen rüzgar, sanki göç edenlerin izlerini siliyordu.

Nihayet ağustos yerini oluktan akar gibi yağan eylül yağmurlarına bıraktı. Yazın güneşin ışınlarıyla kavrulan kerpiç duvarların sıvaları parça parça dökülmeye başladı. Dededen kalma eski kerpiç evlerden bazılarının tavanlarının çökmesiyle peglere birkaç peg daha ekleniyor, ortalık sanki savaş sonrasını andırıyordu. Halkın birbirini daha sıkı saracağı anlar gelmişti. Köyde kalan bir avuç halk birbirine daha çok muhtaç olmuştu.

Bu arada toprak bacalar yeniden örülüyor, damların yıkılan sivingleri onarılıyor üstü köpüçleniyordu. Damların üstüne birer kat çavur sıva çekiliyor, bir kaç gün bekletildikten sonra defalarca loglanıp sertleştiriliyordu. Sel suları dolmasın diye, tuvalet kuyularının etrafı sıkıca örülüyor, pencerelerdeki kırık camlara ve tahta kapıların çatlaklarına naylonlar çekiliyor, kapı önlerine dolan yağmur sularının bıraktığı milin üzerine tenekelerle taşınan kumlar eşiklere kadar dökülerek çamurun üstü kapatılıyordu. Küçük kulübe görünümündeki odunluklara, tezek ve çalı çırpı doldurularak kışın yakıt ihtiyacı temin ediliyordu.

Bir aydınlanma çağında, böylesine dalgalı ve inişli çıkışlı bir yaşamdı. Zenginlik, nam, mutluluk, rahatlık gibi olağanüstülükler göze alamadıklarıydı. Coşkularının titreşimleri; ağaç diker, odun keser, sığır güder, tezek yapar, ekin biçer, aç kalmama pahasına taş yontar.

Varoluş savaşıydı köylünün. Çünkü, evcilleşmişti eziyetleri. Bu çabaları onların geçmişini ve geleceğini olduğu gibi yansıtıyordu.

Çocukların eğlendirilmesi veya eğitilmesi yönünde, düzenin kuralı bozmama gibi alışkanlıklarını sürdürmesi, köylünün yitirdiği umutlardan sadece bir tanesiydi. Çünkü onlar yakın kentlerin uzak köylerinde yaşıyorlardı. Çünkü onlar mahrumiyeti son noktasına kadar yaşamaya mecbur tutulmuşlardı. Çünkü onlar, adı konulmamış bir yaşantının ayazında, gövdece çekilen sıkıntılarla, bütün güçlüklerle, daha doğrusu alın yazılarının ardından sürüklenenlerdi.

Tek amaçları, yakın kentlerde sık sık görülen, erdemden habersiz bazı toplulukların yaptıklarını yapmamak, bir lokma ekmek için satılmamaktı. Yok muydu şaşmaz mutlulukları? Vardı elbet, yüksek tabakanın kibrinden açgözlülüğünden, tantanasından uzak durmaları yakaladıkları en büyük avantajlarıydı. Böylece; barışın, ılımlılığın, toplum bağlarının bütün güzelliklerinin bilincindeydiler.

En büyük dert gelip çatmıştı. Okullar açıldı.
Yine her yıl olduğu gibi, okulsuz köylerden gelen çocuklar bir odada ve aynı çatı altında toplandı. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar olan bütün öğrenciler, öğretmen eksikliğinden dolayı hep beraber aynı odada ders görüyordu. Sınıf düğün alayı gibiydi. Bunun için okul sabahtan akşama kadardı.
Yakıtsız okulun ihtiyacı, her sabah sırayla bir öğrencinin naylon torbaya koyup getirdiği tezek ve çalı çırpı kırıntılarıyla temin ediliyordu. Ne yazık ki, nemlenen yakacaklar bir türlü yanmıyordu, ıslanan önlükler dersin sonuna kadar çocukların üstünde yavaş yavaş kuruyordu.

Günler ilerledi kara kış bastırdı, kar yolları kapadı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, boyları ufak çocukların yolun izinden çıkmasıyla boynuna kadar kara gömülmeleri, en çaresiz kaldıkları anlardı. Sırayla her gün bir baba ayağına giydiği, naylon çizmelerle önden giderek küçük ayaklara yol açıyordu. Nihayet uzatmalı saatlerle okula varılıyordu.

Çocuklar, burunda suların donduğu saatlerde ikinci derse kadar kapının önünde bahtları gibi kara olan önlüklerle bekliyorlardı. İkinci dersin girişinde soğuktan mosmor olan ellerine yediği birkaç cetvelin iziyle geç kalmışlığın bedelini ödüyorlardı. Kimi sıranın altında gizli gizli ağlarken, kimisi de gülerek soğuktan elleri uyuştuğu için acıyı hissetmediğini söylüyordu. ''Acıyı hisseden mi daha şanslıydı, hissetmeyen mi''(?) onu anlayacak yaşta değillerdi... Bir süre sonra cızlavetlerin ve lastik çizmelerin topladığı karlar eriyip sıranın altından öğretmen masasına doğru akıp giderken, o küçücük bedenler ısınıyor, yüzlere düşen tebessümlerle, sınıf nihayet neşeleniyordu...

Akşam okul dönüşü çocuklarını damların üstünde bekleyen babalar, kimi damda biriken karları temizliyor, kimi elinde piposuyla çömelmiş tütün içiyor, kimi damdan dama akşam sohbetleri yaparken ineğinin eli kulağında akşam sabah doğuracağından bahsederek taze lorun güzelliğini anlatıyordu.
Damlardan duvar diplerine serilen karlar küçük dağları andırıyordu, Her evin duvar kenarında ulu dağı vardı, onlar damlardan mecrefeyle kürenen karlardı. Bunu gören çocuklar çantalarını bir kenara atar ve ellerindeki naylon torbalarla kızak yarışları başlardı. Bir saat süren okul dönüşünün yorgunluğu unutulur, elbiselerinin ıslaklığına baş kaldırır gibi karlarla boğuşurlardı. Böylece bir gün daha sac sobanın kenarında isli lambaların ışığında, bakır sinide yenen yemekle sonlanırdı. Akşamın ilerleyen saatlerinde köyü zifiri karanlık esir alırken, kimi pencerelerde titreyen çıraların belli belirsiz görünmeleri ve muhtarın evinde pilli radyodan yüksek sesle dinlenilen haberler, hayatın devam ettiğinin kanıtıydı.

Çocuklar belki de ağlamadan yatabilirlerdi, parmaklar arasında kaybolan kalemin ucunu kör bıçakla açabilseydiler ve köşeleri kıvrılmış deftere kazara yazılmış yazıyı silebilseydiler...
Yağan karlar bacaları soluksuz bırakıp, duvarları soğuturken, komşuluk ilişkilerinin sıcaklığını arttırıyordu. Akşamları hep bir yerlerde toplanan halk, sobanın üstünde demlenen çayı lambanın titreyen loş ışığında huzurla yudumluyordu. Sobanın kenarında minder keyfi yaparken uyuklayan ninelerin ve dedelerin çoraplarının yanık kokusuna atılan kahkahalarla gece sonlanıyordu...

Gecenin ilerleyen saatlerinde, uykuları en çok kaçıran şey, içeri girecekmiş gibi camları zorlayan rüzgarın uğultusuydu. Soluksuz yağarak toprak damları egemenliği altına alan kar, neden sonra eriyerek tahta tavan arasından sızarken, yer seçmeyişi en büyük şanssızlıktı.
Anne yüreği dayanır mı(?) , kah yatakların yeri değiştirilir, kah su damlalarının altına leğenler dizilirdi. Hep birbirine benzeyen gecelerde, tedirgin uykularla her saat başı çocuklarının sırtını örten anneler ve yine tan yeri ağarmadan gözlerindeki ışıltılarla karanlığa karşı koyan anneler, zamana ve mekana inat, her türlü zorluğa direnerek ocağın dumanını tüttürüyorlardı.

Ta ki koyu bir rengin görünmediği, ağaçların gelinlik giydiği ve köyün yadigar güvercinlerinin küçücük ayaklarıyla dalların üstünde titrediği yeni bir sabaha gözler açılana dek. Odada sobanın üstünde kızaran ekmeğin kokusuyla gözler aralanırken, annelerin sıcacık elleri, dışarıdaki demir ayazını unutturuyordu.
Teşekkürler.
Duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, buram buram toprak kokan evlerin, çocukların fedakar anneleri. İyi ki vardınız, en umutsuz günlerde umut verdiniz.
Teşekkürler mis kokulu anneler, teşekkürler.

*Müsadenizle*

28 Aralık 2012 7-8 dakika 5 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar