Elveda Çocukluğum - Orası Mahrumiyet Bölgesi
Aylardan Ağustos, köyde hasat zamanı. Havada titreşen sıcak dalgalar nefesimizi kesiyordu.
Çeşme başında, baş örtülerinin beyazı tozdan grileşen yazmalarıyla anneler tarla dönüşü boşalan testilerini dolduruyorlardı. Babalar ellerini yüzlerini yıkamak için sıraya girmişlerdi, sırtlarındaki kuruyan terler üzerine bulut çizilmiş resimleri andırıyordu. Pantolonlarındaki toprağı silkelerken yükselen tozlar, o an sırtlarındaki bulutların koparak göğe doğru yükselişini andırıyordu.
Çocuklar anne ve babalarının eve dönüşlerini kutlarcasına havada gruplaşan sinek kümelerini elleriyle dağıtırken sağa sola koşturuyorlardı. Kimi göldeki kurbağalara taş atıyor, kimi yosunların aralarına çomak sokuyor, kimi dizine kadar çamura gömülmüş bataklıkta solucan arıyor, kimisi de acıkmış annesinin şalvarını çekiştiriyordu.
Köy meydanındaki kalabalığın yüzlerindeki ifade, savaştan çıkmış yorgun askerleri andırıyordu.
Babam çeşmede sıra bekliyordu, yanına gittim.
Belli ki çok yorgundu, tarla dönüşü kirpiklerindeki tozlar üstüne kar yağmış ağaç dalları gibiydi. Çeşmenin gözesine ağzını dayarken, güneşten çatlamış ve şişmiş kocaman ellerinden alamadım kendimi.
Babam nasırlı elleriyle saçımı okşadığında, saç tellerim nasırlardaki çatlaklara takılıverdi, yüzümü buruşturduğum an kısılıp küçülen gözlerimdi, oysa içimden hissettiğim acı bundan böyle büyüyecek olan merhametlerimdi.
Babamın nasırlı elleriyle gösterdiği şefkat, varlığımın önemini kavradığım andı.
Çeşme başında yalnız değildik. Köyün yaşlı emmileri; ki-minin elinde orak, kiminin çapa, kimin de yaba vardı. Bellerine doladıkları çıkınları sapsarıydı. Çeşmede büyük taşın üstünde oturmuş, güneşten ağaran şapkalarını dizlerinin üstüne koymuşlar, titreyen elleriyle ayaklarındaki deve dikenlerini temizliyorlardı.
Sözde dinleniyorlardı, oysa yüzlerine bakınca iki büklüm olan belleriyle bir daha da oturdukları yerden kalkmayacak gibi görünüyorlardı. Bir taraftan da ekinlerin verimsiz olduğundan bahsediyorlardı.
?'Bu yıl da hiçbir şey kazanamayacağız, ne olacak bu unu-tulmuş köylerin hali'' diyorlardı ve sadece seçimlerde hatırlandıklarına sitem ediyorlardı. Babamı görünce şikayete başladılar. ?'Ah bu unutulmuş uzak köylere kimler sahip çıkacak'' diye.
Ben de dinlemeye başladım, bilmem kaçıncı kırk yaşıydı çocukluğumun, alıştırılırken olağanüstü mahrumiyetliğin mahmurluğuna.
Babam, ?'her şeyden mahrum olan köy yalnız bizim köyü-müz değil, bakın bir nefes ötemizdeki Tunceli'ye, Diyar-bakır'a, Kars'a, Muş'a, Van'a, Tatvan'a ve daha sayama-dıklarıma. Yalnız biz değiliz, yakın şehirlerin uzak ve unutulmuş köyleri'' diyerek, ha bire tekrarlıyordu. ?'Bizler mahrumiyetin mağdurlarıyız''
Babam anlatırken dikkatimi çeken yüzündeki kederdi. ?'Bizler doyarken mahrumiyetliğin rezilliğine, bizi izleyenler doymadı vezirliğine'' dedi.
Çok uğraşırdı ve sonra susardı, nedenini sorduğumda, ?'sesimin çıkmayışı boğazımın yırtıldığındandır, bunu büyüyünce anlarsın'' derdi.
Anladım aslında, o insanların insan gibi yaşamasını isterdi. Bilirdi gübresiz ekilen mahsulün zayıflığını, nadassız tarla-nın kısırlığını. Bilirdi ilkel şartlarda araçsız hasadın zorluğunu. Bütün bunların yanında bir de kazandıkları üç kuruşluk mahsülü satmak için şehire gidip ofisler önünde gün almak vardı. Bilirdi, kuyruk beklerken elinde bir parça yavan ekmekle kaldırım taşlarında kollarını yastık yaptığı günlerin ezikliğini.
Gün alınmaya alınırdı ama bir türlü gelen giden olmazdı, çünkü köyün yolları patikaydı. O beklenenler hep yan köye uğrardı, o köyünde yolları patikaydı ama genişletildi, çün-kü arada millet ayrımı vardı, o köye hep kravatlı birileri gelip hatırlarını sorardı.
?'Uykularımı kaçırıyor'' derdi, ?'komşusu aç yatarken tok yatanın derin uykusu''
Ben ve kardeşlerimin ?'ah keşke olsaydı'' dediklerimize karşılık olarak mı söylerdi acaba bu sözü anlayamaz-dık...Aç nehirler gibidir insan, çoğalmak için denizlere koşarken. Oysa deniz daha doyumsuzdur, bilemez ki nehir, denizin kolları arasında boğulacağını, kaybolacağını.
Çocuk olduğumuzdandı, babamın bu sözü de bize ağır gelmişti. Sanki bütün hıncını bizden alır gibiydi, ?'durdurun heveslerinizi'' derdi, ?'dikmeyin gözlerinizi sizin olmayana, gitmeyin olamadığınıza, varsa hevesleriniz, sabredin durun. Olduğunuz yerde, gururunuzda durulun. Bir insan gurura kendini kaptırdı mı ondan ayrılmak istemez, o zaman anlar bedavadan kazancın, aşağılık, haksızlık ve adilik olduğunu'' derdi.
Bunları bize neden anlatıyordu ki, suçumuz mahrumiyet bölgesinde, tarlada, bağda, bostanda hayata zamansız gelişimiz miydi.
Yoksa tarlada büyüklerin göbek bağımızı keserken kullandıkları keskin taşta mıydı suç.
Ve çaputlarla beleyip, şekerli sularla çadır altında karnımızı doyurmaya çalışan annelerin miydi, kimdeydi suç.
Güneşin kavurucu sıcaklığında çiçeklerin bile kuruduğu, testideki suların kaynadığı günlerde, annemin kuruyan sütünde miydi.
Ağzımıza dolan sineklerin ve beleğimize doluşan karıncaların mıydı suç. Yoksa bulunduğumuz mekan mıydı bizi suçlu kılan?
Bize hep ?'şükredin varlığınıza, şükredin'' dediler. Sustur-dular, biz de sustuk, hiç istemedik, küsmedik de.
Küskünlüğüm;
Annemin parmak uçlarındaki kızarıklığa sebep olan kara sacın ekmeğine, küskünlüğüm; ocak başında altına aldığı dizleri uyuşurken taş kesen mindere, küskünlüğüm; gözlerindeki kızıl kana sebep olan tezeğin dumanına.
?'Bitecek, bitecek bir gün bunlar, köylere de şehir ekmeği gelecekmiş'' dedi annem, kim demişse demiş, inanmıştı. İnanmıştım.
İnandık, bizler ve bizden sonraki gelen okulsuz, elektriksiz, yolsuz, susuz, bakkalsız, oyuncaksız çocuklar, Onlar, duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, buram buram toprak kokan evlerin toprak kokulu çocukları...
Hep bir sihir beklediler
Sihir tutar mı?
Sihirli bir gözetleme deliğinden görmüşçesine,
Koca bir elveda size.
Elveda çocukluğum, elveda hepinize.
Ne güzel o günleri yad etmek dolu dolu yaşanmışlıklar var öykünün içinde. Kutladım Müsaade hanım içtenlikle...😙