Et
Konuşmaktan çok fazlası, karşı kıyının meyhanelerinde duyulurdu şiirleri, arardı güzel kadınını. Büyük bir de utancı vardı anlatırdı hiç yaşamadığı anılarını, kapısının ardında kızarırdı yanakları bu yüzden. Yine de kendini ve dinleyicilerini mutlu kılardı bu yöntemle. Uzaklaşmayı seçerdi insanlardan... Susmalı ve asıl işine dönmeliydi, kıyı yakalayıcılığına. Bu iş için uzunca bir halat ve geniş sivri ucu olan bir kanca kullanırdı. Düğümden de pek anlamazdı onu da bir anı karşılığı bağlatmıştı usta bir kaptana. Kaptan bilirdi karşı kıyıyı bilirdi bilmesine de hiç anlatmasını istemezdi kıyı yakalayıcısı, götürmesini istemezdi oraya. Bir sahil kasabasındaydı hünersiz isabetlerle boğulduğu, güneşi küçük pencerelerinden alan evi, üşüyen ayaklarını gıdıklardı sabahları güneş ışığı ve bu sayede hemen işine koyulurdu. Karşı kıyıda bir kadın hayal ederdi, ona şiirler yazar dilinin ucundan fırlatırdı postacı güvercin gibi her bir kelimeyi, hedefini bulduğundan emin bir şekilde, inanırdı duyduğuna onun ama bilirdi buraya ulaşması güç ve kız beklerdi kendine çekmesini fırlattığı kancasıyla. Bütün ustaca uydurulmuş anılarında kahramandı ama bir türlü yakalamayı becerememişti karşı kıyıyı. Kaptan aç meyhane insanlarını doyurmak için her sabah balık tutmaya çıkardı ve gence her rastlayışında bugün kancanın ucunda ne var diye sorardı, genç fazlasıyla umut yakaladım der kaptan ona bir kova uzatır yem için birazını alırdı. Gece olduğunda limana uzanır dağ yıldızların her birine sırlar verirdi tutmaları için, aklını yitirirse şayet karanlık kapılar ardına tıkıldığında dağ yıldızlar onu bulup sırlarını geri vereceklerdi. Sabaha da bir mesaj bırakırdı irice bir kayanın üstüne kumla yazdığı 'ulu güneş kancamın halatını yakmadığın için teşekkür ederim'. Bulutlar mesajı üfler silerdi Güneş okuduğunda....
.
....Çekirdek kabuklarının insan kozaları olduğuna inanırdı çıplak adam. Kadınların çekirdek yedikten sonra hamile kaldığını iddia eder ve bu yüzden çekirdek kabuklarına çok değer verirdi. Onları kavanozlara doldurup eve gidince birbirine yapıştırarak minik insancıklar yapar, iş bölümlerine ayırıp bütün gün emirler yağdırıp dururdu. Onları bu kadar çok çalıştırmasına karşın büyük bir tutkuyla severdi. Bütün işi çekirdek kabuklarıyla olduğu için kazancı yine kabuklardı. 'Çekil önümden seni ucube deli' diye bağırdı kasap... Sözlerine devam etti her zaman dik duran boynu, karşındakini ezen bakışlarıyla 'Neden sana acıyorsam, neden evimden kapı dışarı etmiyorsam'. Buruşuk yüzünü daha da buruşturarak ah çekti 'ne büyük bir erdem var bende'. Kasap kendini o kadar çok över üstünlüğüne o kadar sıkı sıkıya bağlıydı ki bir o dinlemezdi kıyı yakalayıcısının anılarını. Kibir bilirdi anlattıklarının düzmece olduğunu. Kasap hep ima eder üstünlüğünden ödün vermezdi, o affediciliğiyle insanlar boğazlayan çirkin bir adamdı. Sabahtan akşama kadar etleri döver meyhane insanlarını doyurmak için çalışıp dururdu. Kıyı yakalayıcısı Kasabın yinede neden meyhane insanları için bu kadar çaba sarf ettiğini anlayamazdı, Kasap nede olsa meyhane insanlarının aylaklıktan, boş inançlar peşinde koşmaktan başka bir şey yapmadıklarını söylerdi.....
....Kaptana dönüktü sırtı 'Zor geldi bana süreklilik, sürekli devam edecek düşüncesi. Zor geldi ortak olmayan yaşantımızın kesitlerini birleştirmeye çalışmak. Kelimeler sarf ederken hislerin en güzeline maruz kalırken ben.. . Küfrederdim geçen bir kaç saat sonrasında başarısız her atışta... Ne büyük bir değişkenlik bu. Yaşat ve öldür. Neyim ben...? Vücuduyla hareket eden bir et! Kalbim ve içimde süzülen kandır beni bu kadar alevlendiren ve çürük aklımdır arzularımı söndüren. Zor geldi bana süreklilik... Evet, kaptan gidiyor seninle bedenim, oysa ki ruhum hala kıyı da hala aynı ihtirasla devam ediyor kıyı yakalayıcılığına... Gidiyoruz işte istemediğim her şeyi görmeye, merakım beni kandırdı.' Hiç konuşmadı kaptan piposunun üstüne vurdu gözlerini bir nefes daha çekerek, bıraktı arkasında koca bir sis.. Kıyı yakalayıcısı artık göremiyordu uzaklaşan gemiyi sisler içinde. Gece çöktüğünde demir attı gemi, Çocuk geminin burnunda ki direğe tırmandı, gövdeye bağlanmış lastiklerin uzamış sakalları sürterken suya, ateş böceği balıkları toplandı aralarına... Dudakları kıpırdadı dağ yıldızlara seslendi;
'Dua et tanrıya...
Onun beni öldürmesine,
Benim onu öldürmeme.
Dua et tanrıya, yüzebilen tanrıya'
Yıldızlar sakladı yine kelimelerini söz verdikleri gibi. Balıklar uzaklaştı, Lastikler sisle boğuldu. Kamarasına ilerledi çocuk, açık unutulmuş bir odanın ışığını söndürmek için duraksamadan. Burnuna bir et kokusu geldi odanın önünden geçtikten sonra. Geri döndü bakmak için, kapalı kutular üst üste yığılmış, kimisinin açık kalan kısımlarından kan süzülmüş... Umursamadan çıktı dışarıya, ışığı kapatarak. Sonra bir an yine duraksadı. Gemiye binerken yaşadığı aynı hissi yine yaşadı çocuk, Boş vermek geçiyordu içinden. Mırıldandı üzerine artık ışık vurmazken, kendi bedenine şahit olurken 'boş vermek mi? Beni bu gemiye bindiren merak değil miydi? Şimdi neyi boş vermek, şimdi benim için her şey etrafa serilmiş durmakta, kurcalamam için'. Hızlı hareket etti. Öğrendiği bir şey vardı onun, merak bekledikçe büyür, korkuturdu onu. Hızlı hareket etti bir anda açtı rastgele yaklaştığı bir kutuyu... Ürperdi, korktu. Gözleri küçüldü geri çekilirken kayıp başını başka bir kutuya vurduğunda. Ağlayamadı, koşarak kaçtı kamarasına.
Martı sesleri, gemiyle liman arasında boğazlanan suyun iniltisi çok tanıdık, Kaptan onun bu karmaşasına üzülüp gerimi dönmüştü. Güneş aynı onun güneşi, nefesine takılan kumun kokusu aynı kum. Ya gece diğer kamarada gördükleri onlar neydi? Yoksa bir rüyamı? Yine mi yaptı yapacağını rüya illeti. Kalkıp hemen hazırlandı. Kıyı yakalayıcılığına geri dönmek istiyordu. Karşı kıyının güzel kadını ondan umudu kesmemeliydi, çabaladığını bilirdi, bir gün onun karşı kıyıyı kendisine çekip, kendisini sevgi sözcükleriyle kutsayacağını bilirdi. Güzel kadın sadece onu beklerdi. Gece içerisinde kanlı kutular gördüğü kamaraya tekrar baktı dışarı çıkmadan, masanın üstüne yığılmış haritalar ve bir kaç devrilmiş şarap şişesinden başka bir şey yoktu içeride. Dışarı çıkmak için ilerleyecekken tekrar duraksadı, et kokusu yine gelmişti burnuna... Kaptanın gece o yattıktan sonra iyi bir ziyafet verdiğini düşündü. Kaptana seslenerek dışarıya çıktı,'nerde bu adam' 'işte işte ordasın!'. Kaptan at arabasına yüklenmiş kutularla kıyıda ilerliyordu, gece gördüğü kutulardandı taşıdığı. Seslendi, seslendi... Tekrar, tekrar seslendi peşinden koşarken. Kaptana yetişemedikçe, merak içinde daha da büyüdü, üstüne devrildi korku, yere yığıldı nefesi kesilerek...
'Dağ yıldızlar görün beni, bulun beni karanlıklar içerisindeyim! Kapılar kapandı üzerime kilitlediler beni buraya, kumsalın kokusu burnumda, martıların sesi kulaklarımda... Ama etraf kapkaranlık, aklım başında değil verin bana sırlarımı çıkmam gerek buradan. Kaptan gidiyor,kaptan gidiyor...kaptanın paçaları birbirine sürtüyor,kan damlıyor kutudan.sis,sis çıkıyor piposundan...hemen söyleyin bana sırlarımı çığ olup yağsınlar üzerime, doğrulayım bende onlarla.... Hani nerdesiniz, acele edin! Sözünüze sadık kalın Dağ Yıldızlar!'
Dağ Yıldızların renkleri parlamıştı haykırışlar duyulduğun da. Birbirine çarpıyordu sırlar, gürültüyle döküldüler birbiri ardına... Her bir sır karıştı birbirine, kırdı kapıyı, üstüne devrildi...
' Konuşacak kadar uzun değil zaman,
Kayıp bir kıyının kancasına bağlandım,
Uyanıyorum ben şimdi burada,
Ey karanlık oda, söz gelir kalırım bir daha ki sefere,
Dağ Yıldızlar döneklik yaptı bana,
Vermeleri gerekenden daha fazlasını verdiler,
Kafam, kafam bu kadarını kaldırabilir mi?
Ah her şeyi nasıl doldurabilirler bir anda...
Üşüteceğim ben kıyımı yakalayamadan,
Hemen, hemen koşmalıyım, yakalamalıyım onu!
Kadınım bekle beni, seni bir kuş gibi avlayacağım...
Aniden vurup çekeceğim kendime,
Kan boşalacak üzerinden! Ezerek, döverek sağlayacağım bana olan bağını.
Uyanıyorum ben şimdi burada,
Kanıyor ruhum, akıyor...
Dağ Yıldızlar hainler! Hainler! Gelin, gelin yüklenin sırlarımı yeniden...
Dayanamam çıldırırım ben onlarla...
Hainler! Hainler... Hainler... Hainler.'
Küfürlerle harmanladı gözyaşlarını kıyı yakalayıcısı, bağırdıkça bağırdı... Derinden yırtıldı gökyüzü, küfürleri duyduğunda. Bu haline dayanamadı yağdı üzerine en saf haliyle, yağdı ruhuna dolarcasına. Kalkmayı başardı doğanın yardımıyla, dağ yıldızların hainliğiyle... Devam etti kalkmayı başardığında küfürlerine;
'Ben kalan son yakalayıcıyım!
Son bu son sırrım size,
Ağlayacaksınız benim ağladığım gibi,
Bağıracaksınız, yalvaracaksınız benim gibi!
Çıldıracaksınız... Benim size vereceğim yalnızlıkla!
Ey... Ey başına buyruk yaşayan Dağ Yıldızlar,
Çıldırttınız beni kendi sırlarımla, şimdi sizde sıra!
İnsanlar sizlere bakıp hayal kuracak artık!
Saçma isteklerini yerine getirmeniz için sözcükler yükleyecekler size,
İsimler takacaklar, Haritalarınızı oluşturacaklar!
Aranıza ayrılık koyuyorum sizin,
Size yalnızlığı veriyorum...
Alın son sırrım bu size!
Eve gitmek istiyordu kıyı yakalayıcısı... Gün henüz yeni başlarken bir anda yormuştu onu hem koca bir delilik vardı üstünde. Uyumak, unutmak istiyordu, işine dönmek istiyordu. Meyhanenin önünden geçerken, et kokusu vurdu burnuna, içki kadehlerinin sesi, meyhane insanlarının kahkahaları tekerleniyordu kulaklarına. Tanırdı herkes onu, gecikmedi o yüzden seslenişler... Bir anın daha yok mu bizlere? Haydi anlat bize... Anlat ! Anlat! Anlat! diye haykırdılar. Küçük bir çocuğun isteği vardı gözlerinde... ' Geçtim ben ölüm suyundan, Geçtim ama kolayda olmadı. Günler sürdü bu yolculuk, aç kaldığımda büyülü sözlerle kandırıp yakaladım kırmızı gözlü ateş böceği balıklarını, Ah bir kere aç kalmaya dursun bu mide, bir daha doymak mümkün olmazmış ölüm suyunda... dişlerimle kemirdim onları çiğ, çiğ yedim. Et kokusu bulandırdı midemi, ölüm suyu bu adı üstünde, böyle zehirlerdi üzerinden geçmeye çalıştıklarını, hayal kuramaz, umut edemezsiniz... Sürekli acıkırsınız ve beslemeye çalışırsınız kendinizi, sizi ayakta tutan uzaktaki sevdiğiniz ya da yaşamaya olan inancınız değildir. Uçsuz bucaksız su kanla dolana kadar avladım ateş böceği balıklarını... Yedikçe yedim, yedikçe yedim vücudum sürekli kendini hatırlatıyordu bana...
'Açım! Açım! Doyur beni,
Doyur ki unutturayım sana bedenini,
Kürek çekebilesin o zaman yakın bir kıyıya,
Açım! Açım! Doyur beni,
Aldırış etme kan kokusuna,
Bedenin de koca bir et!'
Kalmamıştı avlayabileceğim balıklar, tüketmiştim hepsini, bağırsaklarına kadar, salyamsı kırmızı gözlerine kadar yemiştim onları. Bedenimde koca bir et! Isırıp tüketmem, doyurmam gerek midemi, ta ki kalmayıncaya kadar aç kalacak bir mide. Isırdım aralarına balık bağırsakları, kılçıkları doluşmuş dişlerimle etimi, acı işlemezdi ölüm suyu üzerinde bedene. Isırdıkça ısırdım kudurdum, saldırıyordum kendime... ölüm suyuna karıştı benim kanımda, balıkların kanı ve benim kanım... yaşat ve öldür. Düştüm kendini kaybetmişliğimle ölüm suyuna... Boğuldum, köpüren nefesim merdivenler döşerken yukarıya ben battıkça battım en dibe.'
Meyhane insanlarına tuhaf gelmişti bu anı böylesini hiç anlatmamıştı daha önce. Neydi bu? Peki kim çıkardı seni diye sordu meyhane insanlarından biri. Cevap yoktu yürümeye devam etti kıyı yakalayıcısı, Deli, deli delisin sen! Diye bağırdılar arkasından kahkahalarına devam ettiler, kadehlerini tokuşturmaya, umut edip, hayal kurmaya, acı çekmeye sarhoş olduktan sonra devam ettiler.
Kaptanı gördü kasabın olduğu sokaktan dönüyordu, kutularda yoktu at arabasında yüklü. Gözlerini dikti kaptana, kaptanda ona bakıyordu, piposundan bir nefes çekip bırakana dek bakıştılar. Kalakaldı kıyı yakalayıcısı, geçip gitti kaptan ardında sis bırakarak. Kaptana soracakları yoktu onun meyhaneciler seçimini yapmıştı. O deliliği almıştı üstüne dağ yıldızlardan... Kasabın önünden geçerdi evinden çıktığında ve evine döndüğünde. Uğramazdı ona kibirliliğinden dolayı, ama sarmıştı onu et kokusunun içinde uyandırdığı merak. İçeri girdi camekana yansıyan asılı kancalara, etrafında sinekler uçuşan dönüp duran tavan pervanesine, kasabın sakalları arasında süzülüp etlerin üstüne düşen ter damlasına bakarak. Kasap ete vurdukça gencin gözleri doldu kasap her bir siniri ayırdıkça etten, o bir türlü üstünden sıyıramadığı, o maceradan o maceraya sürükleyen anı kancalarıyla gerildi. Soğuk terler dondurucunun tiz sesinden çekinmeden eriyerek çelimsiz sırtına süzüldü.' Bana göre bir anın var mı?' diye sordu Kasap. Meraklı bir buruşukluk vardı yüzünde, hiç bu halini görmemişti genç çocuk, hiç soru sorduğunu da bilmezdi. Zaten kasaba yaptığı ilk ziyaretti. Merak ediyordu bu kibirli adamın, herkese karşı kirlenmişliğiyle sürtünmesinin altında saklanan çalışma arzusunu. Ne söyleyeceğini bilemedi.
Kasap kısa bir süre gence baktıktan sonra'Ha dur ben sana bir şey söyleyeyim' dedi elindeki et tokmağını sallayarak. Kıyı yakalayıcısı dinlemek istemezdi, sevmezdi ama durduramadı, konuşamadı, dışarı çıkmak istiyor tükenmişliği vücudunu ilerletmiyordu.' Bir, bir döverim, ezerim ben bu etleri... Bu benim kutsal ayinimdir, etler benim arzularımı, nefretlerimi, meraklarımı ve çocukluğumdan gelen saflığımı barındırır. Etler benim ruhumun fıskiyeleridir. Kanlı ayinler yaparım ben, körelttiğim her bir arzuyu fışkırtırım üzerlerine. Bir güzel döverim onları, bir güzel baharatlar, yağlar pişirmeye hazır ederim. Meyhane insanları her gün sarhoş olurken meze yaparlar etlerimi. Şimdi çık dışarıya kasap işiyle meşgul olurken dolaşma buralarda, meze olursun yoksa sende, pis ağızlara girersin, dışkı olursun... Bakma bana öyle boş, boş... Yürü kaybol hadi, hem sen bırak artık bu kıyı yakalama işini al sende meyhanedeki yerini, farkın yok bedenin koca bir et' Anlamıştı kasap bu bakışlardan deliliği, hem hiç uğramazdı kasaba, delilikti bunu yapan. Kibirden farklı bir şey vardı kasabın üzerinde, bu delilik korkutmuştu onu. Evine gitti hiç cevap vermeden, uyumak iyi gelirdi ona, unutturuyordu içini sıkan kötülüleri. Beklemedi geceyi, üzerini çıkartmak için vakit harcamadı. Unutmak istiyordu olanları, unutursa sabah yenilenirdi her şey... Unuturdu olanlarda onu.
Sabah geldi, vaktinde yetişti randevusuna, aynı parmakları yaladı uyandırdı kıyı yakalayıcısını işine geç kalmaması için. Gözleri kolay açıldı, bir an önce hazırlanıp çıkmalıydı, yakalaması gereken koca bir kıyısı vardı onun. Kancasını alıp, güneşin bu sabah halatını yakmaması için dua ederek çıktı dışarıya, unutmuştu çünkü güneşe mesaj bırakmayı. Çit kapıyı aşarken ayağı takıldı düşürdü kancasını, kendiyle beraber... Kancasının kırılmadığına sevinip dans etmeye başladı onun başında, havada bir gariplik sezdi, hava havaydı ama aynısı değildi sanki, güneşe baktı kıyafeti aynıydı ama güneş tanıdığı güneş değildi sanki, evinin çatısında ki kuş yuvası hala ordaydı ama aynı kuş değildi sanki içinde durmuş yavrularını doyuran, aynı değildi sanki kendisi bir şey vardı anlayamadığı, unuttuğum bir şeyler olabilir mi? diye geçirdi içinden, kancasını alıp kıyıya doğru devam etti.
Tekrar salladı halatı eskisinden pekte ileri atamamıştı kancayı ama yeni bir şey fark etmişti. Aslında her gün tuttuğu kancalarına umut doğuran denizdi. Koca bir deniz. Çekemeyeceği yükte, çuvallara dolduramayacağı büyüklükte... Bırakıp gidemezdi artık, anladığında değerini. Kıyı yakalayıcısı bırakıp düzmece anılarını, sırtına bindi denizin ve onu acıtmadan çıkarttı kancayı, tutmaya çalışacağı karşı kıyı olmadığı için iskelesine fırlattı. Uzaklaştı, kıyılara vurmayacağı açıklıklara. Meyhane insanları o günden sonra kıyı yakalayıcısının deliliğinden söz edip durdular. Dağ yıldızların her biri meyhane insanlarının bedenine yerleşti. Kasap vurdukça her bir ete çökecek dağ yıldızlar teker, teker... Hainliklerinin bedelini ödeyene kadar.