Farag Samir -3

bakma öyle endamına tükürdüğüm
naziktir kanatların
kartallar uçamaz bulutlu havalarımda

serin bir kasırgada
endamı fettan
deryalar çiselerken üstüme
şimşek yüklü bulutları deldim de geçtim
güneşe selam çakıp
bulutları minder yaptım da
iki nazik kanat altında ezildim

işte bu yüzden nazik kanatlım
sadece bu yüzden
endamına tükürdüm

Dertsiz aşık ? Faragalonlu bir çağdaş şair


Elli yaşlarındaki Reis Duhan'ın heybetli bir görüntüsü vardı. Yer yer beyaz kıllar barındıran dalgalı siyah saçları geniş omuzlarının biraz altından düzgün kesilmişti. Saçları örgülü değildi. Ne uzun, ne de kısa denebilecek sakallarında da beyaz kıllar dikkati çekiyordu. Bir Mayikanlı için uzun boylu olmasına karşın Faragalonlar içinde ortalama boya sahip prens Samir'den uzun değildi. Üzerinde ayaklarına kadar uzayan koyu mavi entarisi gayet şık görünüyordu. Entari büyük küre üzerinde kadın erkek herkesin sadece evde giyebileceği bir giysiydi ve Faragalonlular dışında hemen hemen tüm milletler evde entari giyebilmekteydi. Uçarken gerek manevra açısından problem çıkarması gerekse bazı uzuvların görünmesini engellemenin olanaksız olması nedeniyle dışarıda kadınlar daha çok desenli şalvarlar, erkekler ise zevkine göre şalvar ya da pantolon giymekteydi. Gerçi Faragalonlu genç kızlar arasında pantolon giyenler de vardı ama bu yaşlılar tarafından hiç de hoş karşılanmayan bir durumdu.

Reis'in evi diğer evlere göre daha yüksekte ve daha büyük yapılmıştı . Odalar perdelerle değil duvarlarla ayrılmıştı. Yalnız elbette yine her şeyi ağaçtan yapılmış olan ev veya Sayra'nın deyimiyle saray çok miktarda ve onlarca metre yüksekliğinde ağacın belli bir yükseklikte kesilip bu ağaçların gövdelerinin sütun olarak kullanılması ile inşa edilmişti. Ayrıca bazı uçamayan ihtiyarlar reisle görüşmek isterlerse rahat çıkabilsinler diye birbirine yakın dört ağacı destek alarak yapılmış bir merdiven evin kapısına kadar çıkıyordu ki prens de önce bu merdiveni kullanmak istemiş, onu yol boyu takip eden küçük çocukların hayretler içinde birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldadığını görünce dişlerini sıkmış ve acıya rağmen eve uçarak çıkmıştı.

Duhan gayet suni bir gülümsemeyle misafirini salona aldı. Salonda iki meşalelik ve bir yer kiliminin dışında karşılıklı iki divan bulunmaktaydı. Henüz gündüz olmasına karşın salonun tek penceresi kalın bordo bir perdeyle kapatılmış ve oda meşalelerle aydınlatılmıştı. Sayra'nın evinin önündeki dalda oturup kendisini meraklı gözlerle takip eden çocukları hatırlayan Samir bu durumu gayet normal karşıladı. Misafirini özdeş divanlardan birine buyur eden Duhan misafiri oturduktan sonra gayet soğuk bir ses tonuyla
'Üç gündür yatıyormuşsun. Açsındır, önce bir şeyler ye, sonra konuşuruz.' diyerek salondan dışarı çıktı.
Haklıydı da. Gerçekten de Samir epey açtı. Biraz sonra içeri giren on üç yaşlarında bir çocuk Samir'in önüne üstü tepsi şeklinde dizayn edilmiş tahtadan bir sehpa koydu. Sehpanın üzerinde bir kase içinde çorbaya benzer bir yemek, tahta bir kaşık ve epey miktarda meyve bulunmaktaydı. Üzeri yağ tabakası ile kaplı yemeğin içinde bol sebzenin yanında yarısı yağ olan bir et parçası vardı. Samir hiç de damak tadına uygun olmayan bu yemeği zor da olsa yedi. Meyveler ise gayet hoştu. Sonuçta yazın sonu sonbahar başlangıcı meyvelerin en olgun ve en lezzetli olduğu zaman dilimiydi. Yalnız hava pek sonbahar havası gibi de değildi. Ya bu güne has bir durumdu ya da güneyde bir yerlerdeydi.

Bir müddet sonra yemeği bırakan çocuk geldi ve sehpayı Samir'in önünden aldı. Çocuğun çıkmasıyla birlikte Duhan içeri girdi ve Samir'in karşısındaki divana yavaşça oturdu.
'Benimle görüşmek istemişsin genç prens.' deyince Samir dayanamadı ve güldü.
'Aslında benim bir görüşme isteğim yok. Siz beni kaçırdınız, sizin bir isteğiniz olmalı diye düşündüm. Burada cevabı bulacağım söylendi ve işte buradayım.'
Duhan bir müddet genç prensi süzdü ve söze başladı:
'Doğru söylemişler genç prens. Aradığın sorunun cevabı burada.'
O sırada içeri tekrar giren çocuk bitkilerden hazırlanmış sıcak Mayikan çayını birer kase içinde divanların yan taraflarında bulunan tahta bölümlere bıraktı ve çıktı. Duhan kendi kasesini iki eliyle yan taraflarından tutarak ağzına götürdü ve ilk yudumu aldı. Böylece kulpsuz kaseden nasıl içileceğini bilmeyen misafirine de yol göstermiş oluyordu. Samir de aynı yolla ilk yudumunu aldı. Yalnız yemeğin aksine çay çok lezzetliydi. Duhan'ın o an aklına bir şey geldiği belliydi. Bir anda gülmeye başladı ve prense dönüp:
'Genç prens, Farag Turgan gökyüzü savaşçılarına karşı bir kez daha yenilmiş.'
Bu ani gelen anlamsız gülüşün sebebi anlaşılmıştı. Mayikanlar ayın Allah'ın nuru olduğunu, oraya şeytanların asla çıkamayacağını söyleye gelmişlerdi. Şeytanlardan kasıtları haliyle Faragalonlardı. Bu yüzden bir çok Farag aya ordu göndermişti. Onların ayı fethetmesi Tanrılarının galip gelmesi anlamına gelecekti. Fakat belli bir yükseklikten sonra nefes almakta zorlanan askerler geri dönerlerdi. Dolayısıyla seferler daha başlamadan hüsranla biterdi. Yalnız tartışılmaz bir gerçek vardı. Mayikanların deyimiyle Deccal, Faragalonlu rahiplerin deyimiyle en inançlı Farag , Farag Turgan'dı. Haliyle onun Faraglığında ayın fethi en önemli mesele olmuştu. Gönderdiği askerlerin arkasından mutlaka başka askerler gönderir, belli bir yükseklikte bekleyen bu ikinci grup askerler aya savaşa giden birinci grup askerlerden dönenler olursa bir kısmını öldürür, bir kısmını da ibret olsun diye özellikle tutuklayıp yarasa cellatlar önüne atarlardı. Dolayısıyla son seferlerde dönen asker bulunmamıştı. Çünkü hiçbir ölüm çeşidi yarasa cellatlar tarafından öldürülmekten daha kötü olamazdı.
Farag Turgan havai fişekler eşliğinde defalarca asker gönderdiyse de mutlu sona ulaşamadı. Her seferinde askerleri birer ceset olarak yere düştüler. Bu sonuç Mayikanlılar için zaten beklenen sonuçtu. Şeytanların gökyüzü savaşçıları olan bir kısım meleklere karşı açtıkları komik savaşın sonu ne olabilirdi ki zaten. O yüzden Farag Turgan ne zaman aya ordu göndereceğini ilan etse birçok Mayikanlı, Faragalonlu askerleri görebilecekleri bir dala konar ve gökyüzünden düşen askerleri zevkle seyrederlerdi. Farag Turgan'ın o sıralarda yeni bir ordu göndereceği haberi Samir'e de gelmişti. Hatta bu sefer ordu içinde bir miktar yarasa cellat da bulunacaktı. Reis Duhan'ın sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla sonuç değişmemişti.
'Sonuçtan haberim yoktu.' demekle yetindi Samir.
Duhan biraz neşelenmişti. Konuşmada psikolojik üstünlüğü ele geçirmenin hazzını yaşadığı yüzünden belli oluyordu. Bir soru ile diyalogu yeniden açtı:
'Nasıl, orman içerisindeki mütevazi şehrimizi beğendin mi genç prens?'
Samir başını olumlar anlamda salladı:
'Güzel, şirin bir yer.'
'Öyledir. Dev ağaçların üstten örttüğü gizli şehirler yapmakta ustayızdır. Biri ortada, diğer dördü dört köşede olmak üzere beş ağacı biraz yüksekten keser, onları sütun olarak kullanır ve evimizi kurarız. Kurarken kullandığımız keresteleri de o beş ağacın kesik kısımlarından tedarik ederiz. Üstünü yağmurda su geçirmeyecek şekilde kapatırız. Böylece yağmur yağarsa evlerimiz ne alttan ne de üstten su alır. Benim evim biraz daha yüksekte ve biraz daha büyük yapılır. Reisim sonuçta, gelen gidenimiz oluyor.'
Samir bütün bu anlatılanların sorusuyla bir ilgisi olup olmadığını bilmiyordu ama dikkatle dinliyordu. Duhan çayından bir iki yudum daha aldı ve devam etti:
'Bütün bunları iki üç hafta içinde yaparız. Evet, iki üç hafta yeterlidir kesinlikle. Bunu neden yaparız ve nasıl bu kadar zamanda başarırız biliyor musun genç?'
Prense şöyle bir baktı ve devam etti
'Hiçbir fikrin olmadığına eminim. Neden ormanın içinde yaşıyor, her şey bittikten sonra yukarıdan bakanlar evlerimizi görmesinler diye evlerimizin çatılarını yapraklı dallarla örtüyoruz ve nasıl oluyor da bu işlerde bu kadar ustalaştık.'
Bir müddet durdu, çayından bir yudum daha aldı ve devam etti:
'Çünkü baban bizi hiç rahat bırakmıyor genç. Bizi Tayrima'dan kovdu. O yetmedi, başka hiçbir şehirde yaşamamıza izin vermedi. Ormana kaçtık. Orada da bizi buldu, bir çoğumuzu öldürdü. Başka yere kaçtık, yine buldu ve yine öldürdü. Bu sefer öldürmekle kalmadı, kadınlarımızı kaçırdı ve onları esir pazarlarında sattı.'
Duhan çok sinirlenmişti. Sert bakışlarını genç prense yöneltti. Prens gözlerini Duhan'ın gözlerinden kaçırmadı. Sinirli değildi ama korkmuyordu ve daha da önemlisi suçluluk hissetmiyordu. Bir kere prensti. Hayatında hiç kimseye karşı suçluluk hissetmemişti. Bir anlamda böyle bir duygudan habersizdi. Ayrıca bu konuda hiçbir suçunun olmadığı da açıktı. Bir müddet bakıştıktan sonra Duhan kendisini asıl sinirlendiren şeyi söyledi:
'Benim kızımı da kaçırdılar. Üç yıldır onu bulamıyorum. Nerede kime hizmet ettiğini bile bilmiyorum.'
Samir her ne kadar suçluluk hissetmese de Duhan'a hak veriyordu. Bir reis olarak acizlik yaşayıp halkına yardım edememesi zor bir şeydi ama bir baba olarak kızını koruyamamak çok daha ağır olmalıydı. Yine de bunların sorusu ile tam olarak bağlantısını kuramadı. İntikam mı almak istiyordu Duhan. Samir'i esir mi yapacaktı? 'Onlar kızımı esir ettiler ben de seni esir alacağım.' mı diyecekti?

Koskoca Faragalon imparatorluğunu faragının oğlu esir alınıyorsa çok daha önemli bir sebebi olmalıydı elbette. Duhan isteklerini nihayet söylemeye başladı
'Seni kaçırdım. Senin karşılığında babandan iki şey isteyeceğim. Tayrima'ya emin bir şekilde yerleşeceğiz, atalarımızın şehrine. Bu birinci isteğim. İkinci isteğim ise elbette cariye yapılan kızlarımızın geri verilmesi.'

Tayrima şehrinin Mayikan halkı için önemi herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Zaten Farag Turgan'ın onları oradan çıkarmasının sebebi de buydu. Mayikanlıların canını en çok acıtacak şey bu olacaktı zira. Bunun Tanrılar tarafından istenen bir şey olduğundan emindi Farag. Dolayısıyla böyle bir şeyi kabul etmesi imkansızdı. Samir bundan emindi. Yalnız Turgan yaşlanmıştı ve tahtın tek varisi de Samir'di. Dolayısıyla Samir'den vazgeçmesi de olanaksızdı. Samir bir müddet babası gibi düşünmeye çalıştı. Gerçekten Farag Turgan böyle bir teklif karşısında ne yapardı. Aslında çok da uzun müddet düşünmeye gerek yoktu. Cevabı belli olan bir soruydu bu. Önce tüm istenenleri verir sonra daha fazlasını alırdı. Mayikanlıların şehre girmesine izin verir, cariye Mayikanlıları da ailelerine teslim eder, çok kısa bir zaman sonra bir bahane bulur, bulamazsa üretir ve Mayikanlıları çok daha fazla kızı cariye yaparak şehirden kovar, hatta belki hepsini öldürürdü. Anlaşılan Duhan Deccallığa çok da büyük anlamlar yüklememişti. Yalnız böyle bir durumda bu gerçekleri Duhan'a söylemek kadar ahmakça bir şey de olamazdı.

Tam o sırada dışarıdan sevinç çığlıkları gelmeye başladı. Birileri:
'Prenses döndü.' diye bağırıyordu.
Duhan'ın yüz ifadesi birden değişti.
'Yoksa.' diyerek cama koştu. Perdeyi ve pencereyi açıp dışarı baktı. Pencere açılınca ses daha bir belirginleşti. Gerçekten müthiş bir sevinç vardı dışarıda. Pencereye çok yakın dalda bir şey duyamadıkları halde 'İçeride neler olup bitiyor acaba?' diye bekleyen çocuklar bile sesin geldiği tarafa doğru uçmaya başladılar. Duhan tekrar salona döndü. Bir şey göremediği belliydi. 'Yoksa.' , 'Yoksa.' deyip salonda bir o yana bir bu yana turluyordu. Gözlerinden bir iki damla yaş da gelmişti hani. O sırada salona giren on üç yaşlarındaki çocuğun ağzı kulaklarına varıyordu. Çok sevinçliydi.
'Prenses geldi, ablam geldi.' deyince Duhan iki dizinin üstüne çöktü, ellerini havaya kaldırdı. Göz yaşlarını saklama gereği duymadan hıçkıra hıçkıra ağlayarak dua etmeye başladı
'Allah'ım sana şükürler olsun.'
Sonra salondan çıktı. Samir olan biten karşısında çok şaşkındı ve bu duygusal ortamdan hayli etkilenmişti. Kızının geldiği açıktı. Zaten içeriden gelen ağlama sesleri bir kişiye ait değildi. Anne, baba, kız birlikte ağlıyor olmalıydılar. Bir ara bir ses yine Mayikan dilinde
'Anne, baba, kardeşim sizleri ne kadar özlemişim.' deyince Samir birden ayağa kalktı. Beyninden vurulmuşa döndü. Bu ses Meyira'nın sesiydi. 'Belki Mayikanlı kızların sesleri birbirine benziyordur.' diye kendini teskin etmeye çalışsa da kalbi bunu kabul etmedi. Hiç kimsenin sesi o sese benzeyemezdi. Sonra annenin ağlayarak:
'Meyiram, prensesim.' dediğini duyunca oturup kaldı Samir. Nasıl olurdu böyle bir şey?
Bir müddet sonra daha mantıklı düşünmeye başladı. Aslında çok da şaşılacak bir durum yoktu ortada. Bir savaşta esir alınan genç kızlardan güzel olanları önce Sarama Sarayına alınırlardı. Burada birkaç hafta hizmet etmeleri istenir ve gözlemlenirlerdi. Herhangi bir eğitim asla verilmezdi. Doğuştan gelen asaleti olan kızlar tespit edilir, diğerleri saraydan gönderilirdi. Sarayda kalan doğuştan asil kızlar belli bir eğitimden geçirilir ve bu eğitim sonunda en iyi olanlar prens veya Faraga hizmet ederdi. Üç yıl önce esir alınan Meyira'nın hiç eğitim verilmeden doğrudan prensin emrine verildiği herkes tarafından biliniyordu. Sebebi bu gün ortaya çıkmıştı işte. O aslında bir prensesti. O yüzden saçları örgülü değildi. Tıpkı babası ve kardeşinin saçlarının örgülü olmadığı gibi.

Meyira prensesti. Mayikan reisinin kızı olmak birini ne derece prenses yapardı? Bu soruya Samir'in dört sene önceki cevabı çok farklıydı ama söz konusu olan Meyira olunca cevap belliydi.
Bir müddet sonra ağlamalar dinince Duhan'ın sesi geldi
'Nasıl oldu kızım, nasıl kaçabildin?'
'Ben sarayda hizmet ediyordum. Prens ortadan kaybolunca tüm askerler onu aramaya gittiler. Ben de bunu fırsat bilip kaçtım.'
Annenin
'Çok iyi yapmışsın benim akıllı kızım.' cümlesinden sonra Duhan'ın gayet ciddi bir ses tonuyla sorduğu
'Sarayda kime hizmet ediyordun?' sorusu duyuldu.
Meyira
'Prense.' deyince Duhan'ın haykırışı evi inletti
'Hangi prense? Şu salondaki prense mi?'
Bu son soruyu Faragalon dilinde sordu Duhan. Belli ki prensin de anlamasını istiyordu. Gerçi Samir her şeyi anlamıştı ama haliyle evde bulunan diğer kişiler bundan habersizdi. Bu son sorunun ne anlama geldiğini de biliyordu. Korkmadı ama. Ayrıca tam o sırada salon kapısında beliren Meyira'nın şaşkın mavi bakışları içine tarifi imkansız bir huzur salmıştı.
'Siz.' dedi Meyira.
Daha fazlasına diyemedi. O sırada babası elinde kılıçla kızının önüne geçmişti bile. Meyira babasının elini tuttu ve ağlayarak Mayikan dilinde yalvarmaya başladı
'Hayır baba, lütfen yapma. O çok iyi bir insan. Bana bir kez olsun bağırmadı, hiç ağır söz söylemedi, kimsenin söylemesine izin vermedi. Bana hiç dokunmadı, dokundurmadı. Beni bir prenses gibi ağırladı.'
Duhan bir anda sakinleşti. Şaşkındı, çok şaşkın. Arkasına döndü. Yerde elini tutarak oturan kızının yalvaran gözlerine baktı. Mayikan dilinde ağlayarak sordu:
'Hiç mi dokunmadı.'
'Hiç baba, hiç.'
Duhan biraz rahatlamıştı. Tekrar ağlayarak sordu
'Hiç mi dokundurmadı?'
'Hiç baba, hiç.'
Duhan elindeki kılıcı yere bıraktı. Gözlerini sildi. O sırada ayakta olup biteni seyreden Samir'e döndü. Başı dik bir şekilde Faragalon dilinde konuşmaya başladı
'Ey ileride Farag olacak prens. Umarım Farag olduğunda da bu günkü gibi olursun. Kızıma kötü hiçbir şey söylememişsin. Artık benden kötü hiçbir şey duymayacaksın. Ne bir kötü söz, ne de bir ima. Kızıma kötü bir söz söyletmemişsin. Artık sana kötü bir söz söyleyecek olan beni karşısında bulur. Kızıma dokunmamış ve dokundurmamışsın. Bundan sonra ne ben sana dokunurum ne de başkasına izin veririm. Kızıma prenses gibi davranmışsın. Sen bir prenssin ve burada kaldığın müddetçe prens olarak ağırlanacaksın. Kızımı salıp tekrar ailesine dönmesine izin vermemişsin. Ama sen bu konuda serbestsin. Dilediğin zaman gidebilirsin, kaldığın müddetçe bizim en asil misafirimizsin.'
Bu konuşma Samir'i çok etkiledi. Başını hafif öne eğip vücut diliyle teşekkür etti. Elbette karşısındaki insana kendisini ayıpladığı o tek noktayı açıklamak isterdi 'Kızınızı size bıraksaydım ben göremeyecektim. Bu yüzden serbest bırakmadım.' demek isterdi ama diyemeyeceği de aşikardı.
Meyira ayağa kalktı. Salonda bulunan iki erkeği şaşkına çeviren bir itirazda bulundu
'Hayır baba, gitmesin.'
Duhan gayet şaşkın bir şekilde
'Niye kızım?' diye sordu.
Samir de bu sorunun cevabını çok merak ediyordu. Meyira Samir'e yaklaştı
'Kusura bakmayın prensim.' diyerek nazikçe Samir'in bir kanadını hafifçe kaldırdı ve babasına gösterdi. Yaraları gören Duhan şoktaydı:
'Bu yaralarla nasıl uçuyorsun ey prens? ' diye sorunca Samir gülümsedi
'Uçamıyorum.' dedi.
Meyira babasına döndü.
'Baba onu Aksakal'a göstermemiz lazım.'
Duhan itiraz etti
'O huysuz ihtiyara mı? Asla.'
Meyira ısrarlıydı. Mayikan dilinde:
'Baba bunu ondan başka iyileştirebilecek biri yok. Sen de biliyorsun.'
Duhan bir müddet homurdandı ama başka çare olmadığını bildiğinden olacak kızına Mayikan dilinde
'Tamam, ona gönderelim. Yalnız önceden haber verelim de yanında eğitim alan Faragalonlu gençler orada olmasın. Ne onlar prenslerini o halde görsünler. Ne de prensleri onları o halde. Aksi halde o ihtiyardan çekeceğimiz var.'
Samir'in konuşulanları anlamadığından emin olunarak yapılan bu konuşmanın sonunda varılan sonucu Duhan ,Samir'e izah etti:
'Genç prens. Bizim Aksakal dediğimiz bir ihtiyar var. Doğrusu benden pek haz etmez. Benim onunla pek alıp veremediğim yok ama haliyle benden haz etmemesinden haz etmiyorum. Lakin şu da bir gerçek. Senin yaralarına o deva bulamazsa başkası da bulamaz. Dilersen seni ona bir gösterelim, dilemezsen dilediğin yere git.'
Samir'in kaybedecek bir şeyi yoktu. Ayrıca buralarda ne kadar fazla kalırsa Meyira'yı o kadar fazla görecekti. Dolayısıyla tercihi kalmaktan yana oldu.

Devam edecek...

30 Eylül 2014 17-18 dakika 68 öyküsü var.
Yorumlar