Farag Samir -4

öyle aciz bakma baba
bir ok at haykır semaya
zalimler de
alçaklar de
varsın onlar duymasın
ben duyarım
ben duyardım baba
oklar sırtına değil göğsüne saplansın
bırak kurtarma beni
sen öl ben de öleyim
ama öyle aciz bakma

Sayra


Sayra ve Hayra yanlarına iki genç daha alarak henüz güneş doğmadan Reisin kapısına geldiler. Meraklı Mayikan halkı henüz uykudayken yola çıkmak en uygunu olacaktı. Samir'i getirdikleri sedyeye yatırdılar. Elbette sedyenin kollarını uçarken taşınabilecek şekilde uzun yapmışlardı. Gerçi büyük olasılıkla bayağı bir yolu da yürümek zorunda kalacaklardı. Reis ormanın üzerinden yapılacak bütün uçuşları yasaklamıştı. Bu anlaşılabilir bir durumdu. Her ne kadar prensi kaçırdıkları yerden çok uzak bir yerde de olsalar Farag Turgan'ın Faragalon'un her tarafında onu arattığı kesindi. Yerde yürüyenlerin tamamını görmek olanaksızdı ama Faragın gökte uçanları görecek şekilde dört bir yana gözetçiler gönderdiği kesindi.

Sedyeye yatan Samir'in gözleri Meyira'yı aradı. Onunla bu şekilde karşılaşmak istemezdi ama yine de halinden memnundu. O geceden sonra beş gün daha reisin evinde kalmıştı ve hizmetini üç yıldır olduğu gibi hep Meyira yapmıştı. Yalnız bu kez durum farklıydı. Meyira hizmet yapmak zorunda değildi artık. Gönülden yapıyordu. Bunun sebebini bilmiyordu Samir. Büyük ihtimalle kendisine sarayda iyi davrandığı içindi, ya da acıyor olabilirdi. Elbette dileği aşkından dolayı yapıyor olmasıydı ama galiba bu biraz uzak bir olasılıktı. Sebebi her ne olursa olsun bu beş gün prens için çok güzel geçmişti. Meyira geldikten sonra yemeklerden de tat almaya başlamıştı. Prensin ağız tadını bilen Meyira onun için ayrı yemekler hazırlıyordu ve doğrusu yemek konusunda saray aşçısından geri kalır bir tarafı yoktu. Ya da Samir yemekleri Meyira'nın hazırladığını bildiği için bu kadar lezzetli buluyordu. Yalnız Samir bir şeyi kesin olarak anlamıştı. Lezzet göreceli bir şeydi. Bir keresinde yemek yerken salonun açık penceresine bakan dala oturup onu seyreden çocukları da yemeğe çağırdı. Meyira uyarmaya çalışsa da o ısrar etti. Çocuklardan biri merakından olsa gerek geldi, yemekten bir lokma aldı. Ağzına götürmesiyle dışarı çıkarması bir oldu. Uçarak pencereden çıkarken kendini bekleyen arkadaşlarına Mayikan dilinde:
'Bir insana esir diye bu kadar işkence yapılmaz ki.' diye bağırdı. Samir kendini tutamayıp sesli gülmeye başlayınca Meyira ona şaşkın gözlerle baktı. Samir bu bakışların sebebini çözmekte gecikmedi. Sonuçta çocuğun dediğini anlayamaması gerekiyordu. Hiç bozuntuya vermeden gülmeye devam etti ve bu zaman zarfında ürettiği gerekçeyi gülmesi bitince söyledi:
'Çocuk yemeği beğenmedi galiba prenses. Arkadaşlarına ne dediğini anlasaydım daha çok gülerdim herhalde.'

Meyira ilk gün Samir'e nasıl hitap edeceği konusunda epey zorlanmıştı. İki yıldır 'Efendim' diye hitap ettiği birine 'Prens' demek zor geliyordu. Ailesi yanında 'Efendim' demesi olanaksızdı. Bu durumun farkına varan Samir yalnız oldukları bir anda kendisine 'Samir' diye hitap etmesinin yeterli olacağını söylese de Meyira bunu kesinlikle reddetti. Bunun üzerine 'Prens' demeye devam etti. Samir de bu hitaba karşılık Meyira'ya 'Prenses' deyince Meyira'da yine o korkak mavi bakışları gördü. Samir aradığını bulmuştu. Artık Meyira'ya hitaben söylediği her cümle 'Prenses' ile başlıyordu.

Sedyede yatan prensin gözleri nihayet aradığı kişiyi buldu. Meyira da kalkmış ve yolcu etmeye gelmişti. Hatta yolda yemesi için bir çıkın bile hazırlamıştı. Hayra çıkını aldı. Samir'in Meyira'ya bakan gözleri bir an Sayra'nın gözleriyle buluştu. Sayra'nın hayret dolu bakışlarından uzun zamandır Samir'in bakışlarını takip ettiğini anlamak zor değildi. İkisi de bu bakışmanın yorumunu ileri bir tarihe erteleyerek bakışlarını kaçırdılar. Sayra reise döndü:
'Neyse reis. Emrinizle biz yola koyulalım artık.'
Reis de aynı fikirdeydi
'Hemen yola çıkın Sayra. Kimseler uyanmadan şehri terk edin.'
'Başüstüne.'
Hayra ve Sayra'nın yanında gelen iki genç sedyeyi önden ve arkadan tuttular ve onlar önden, Hayra ve Sayra arkadan uçmaya başladılar. Reisin duyamayacağı bir mesafeye ulaşınca o zamana kadar kendini zor tutan Hayra bastı kahkahayı. Sayra da için için gülüyordu. Hayra reisin son cümlesini hatırlattı
'Sayra acele edelim, kimseler uyanmadan şehri terk edelim.'
Sayra da oyuna katıldı. Uçarken şöyle bir sağa sola baktı:
'İyi de şehir bu ormansa bu şehir bitmez ki Hayra. '
Birlikte bir kahkaha daha attılar. Ağaçlar arasından uçmak gerçekten zordu. Bir de sedye olunca iş daha da güçleşiyordu. İki genç ve iki kardeş nöbetleşerek taşıyorlardı sedyeyi. Bir ara ağaçlar çok sıklaşınca yürümek zorunda kaldılar. Bu kısımda Samir sedyeden indi ve o da yürüyenlere eşlik etti. Bir müddet yürüdükten sonra ağaçların araları seyrelmeye başladı başlamasına ama hiçbirinde ne uçacak ne de yürüyecek hal kalmamıştı. Biraz dinlenmek üzere oturdular. O sırada Hayra Sayra'ya başıyla işaret yapınca Sayra kardeşinin kimsenin duyamayacağı bir yerde özel olarak konuşmak istediğini anladı. Diğer iki genç yorgunluktan ne baş işaretini fark ettiler ne de uzaklaştıklarını. Samir ise her şeyi görmüştü ama doğrusu ne konuşacaklarını hiç de merak etmiyordu. Hayra'nın olan bitenden rahatsız olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi.
İki kardeş yalnız kalınca Hayra sinirli bir şekilde çıkıştı:
' Sayra, biz ne yapıyoruz Allah'ını seversen?'
Sayra soruya bir anlam veremedi
'Ne demek ne yapıyoruz? Genci Aksakala götürüyoruz.'
'Ben de onu diyorum işte. Kim böyle bir salaklık yapar ki. Adamın babası Deccal. İhtiyarlamış, ölümüne az kalmış. Tahtın tek varisi elimizde ve hasta. Uçarken yanlışlıkla düşürsek ölecek ve hepimiz bu Farag belasından kurtulacağız.'
Sayra aynı şekilde düşünmüyordu:
'Bak kardeş, sana şunu söyleyeyim. Başından beri olan bitenden rahatsızsın, tamam. Ama bu kadar da ileri gidilmez. Hadi senin dediğin gibi olduğunu varsayalım. Bu genç gerçekten elimizde esir olsun. Bu hasta haliyle onu yukarıdan yere salacaksın öyle mi? Benim kardeşim bu kadar vicdansız olamaz. Ayrıca bu genç çok farklı. Ona ne bir zarar veririm ne de verdiririm.'
Hayra hayretler içerisindeydi
'Babam ve annemi bu kadar çabuk mu unuttun. Onları öldürenleri affettin öyle mi?'
Sayra bu kez gerçekten sinirlendi. Ağlamaklı bir ses tonuyla o günü anlattı
'Bana sakın böyle deme Hayra. Sakın. Sen o gün ne yaşadın ki, neyi hatırlıyorsun. Sen küçüktün Hayra. Küçüktün. O günü hatırlamazsın. Ben camdan seyrediyordum olanları. Ağlıyordum. Annem ve babam bizi kurtarmak için eve gelmeye çalışıyorlardı. Havada uçmuyorlar adeta çırpınıyorlardı. Yaklaşmışlardı, yukarıdan yağan oklar önce annemi vurdu. 'Sayra, Hayra.' diye bağırarak yere düştü. Babam ne yapacağını bilemedi. Aşağı inip anneme mi bakmalıydı. Yoksa bizim yanımıza mı gelmeliydi. O an camda beni gördü. Bana baktı, acizdi. Sonra oklar ona da saplandı. O da yere düştü.'
Sayra yere oturdu, ağlamaklı ses tonuyla devam etti
'Bir ok bile atmadı onlara. Alçaklar diye bağırmadı bile.'
Bir müddet öylece oturan Sayra ayağa kalktı sonra. Biraz sakinlemişti. Hayra'nın gözlerine baktı
'Ben henüz babamı affedemedim kardeş, onları nasıl affederim.'
Hayra da bir iki damla gözyaşına hakim olamadı
'O halde sorun ne. Bak onların tamamı şu an burada. Ellerimizin arasında.'
Hayra kardeşine daha önce o günü hiç anlatmamıştı. O günle ilgili başka bir gerçek daha vardı. Kardeşine onu da söylemenin zamanı gelmişti
'O gün bizi Faragalonlu bir asker kurtardı.'
Hayra çok şaşırdı
'Ne, nasıl yani.'
O gün onları bir Faragalonlu asker kurtarmıştı. Babası ölen altı yaşındaki Sayra evdeki kılıcı alıp köşeye çekilmiş üç yaşındaki kardeşinin yanına gelmişti. Hayra çok korkmuştu ve ağlıyordu. Evin çatısına oklar saplanıyordu. Sayra kardeşini susturmaya çalışırken o gün onları kurtaran Faragalonlu asker evin kapısını kırmış ve içeriden gelebilecek herhangi bir darbeye karşı kalkanını siper ederek içeri girmişti. Sayra elindeki kılıçla ona saldırmış ve kalkana vurmuştu. Bir daha vurmuş, bir daha, bir daha vurmuştu. Asker sadece kendini savunmuş ve Sayra'ya hiçbir şey yapmamıştı. Sayra yorulunca kılıcı yere bırakmış ve
'Alçaklar.' diye bağırmıştı. Hayra da bağıra bağıra ağlamaktaydı. O gün onları kurtaran Faragalonlu asker Sayra'yı iki omzundan tutmuş ve Mayikanlı çocuğa gülümseyen gözlerle bakmıştı:
'Bak çocuk, burası senin ve kardeşin için uygun değil. Ben şimdi sizi güvenli bir yere götüreyim. Sonra söz sana benim kılıcımı vereceğim. İstersen beni öldürürsün.' demiş ve hiç zaman kaybetmeden çocukları alıp oradan uzaklaşmıştı.
O gün onları kurtaran Faragalonlu asker onları kaçırırken mecburen aşağıdan uçmuş ve yukarıdan gelen oklardan biriyle omzundan yaralanmıştı. Onları güvenli bir ağacın güvenli bir dalına bırakınca o acıya rağmen Sayra'ya gülümsemiş
'Sen sözünü tuttun, şimdi sıra bende.' deyip kılıcını uzatmıştı. Sayra kılıcı almamıştı elbette. Asker oradan giderken:
'Affet beni çocuk. Sana ne büyük kötülükler yaptığımı bilmiyorum, öğrenmeye de korkuyorum. Ama inan burada olmayı ben tercih etmedim.'
Yıllar sonra bu olayı öğrenen Hayra şaşkındı şaşkın olmasına ama bir itirazı vardı :
'Bu neyi değiştirir ki? Onlar o gün bizi zaten öldürmüşlerdi.' dedi Sayra'ya.
Sayra kardeşinin sorusunu cevapladı
'O asker iyi biriydi Hayra, ama dediğin doğru, onun iyi olması çok şeyi değiştirmedi. Ama şu gördüğün kanadı yaralı genç var ya. Onun iyi olması çok şeyi değiştirir ve kardeşim inan bana o çok iyi biri.'
Hayra anlayamıyordu
'Bu kadar mı güveniyorsun ona, bu kadar mı sevdin şu kısacık zamanda?'
'Bu kadar sevdim kardeşim. Göreceksin bu genç Farag olduğunda her şey çok başka olacak. Duymadın mı prensese nasıl davrandığını? Herkes onun sarayda prens tarafından nasıl ağırlandığını anlatıyor. Sana ulaşmadı mı o haberler?'
Hayra bu konuda gerçekten bilgisizdi. Şaşkınlığı bir kat daha arttı.
'Nasıl yani, prenses buna mı hizmet etmiş?'
'Evet buna hizmet etmiş.'
'Ve reis onu hala hayatta bırakıyor ha, üstelik tedavi ettirmek istiyor?'
Sayra gülümsedi ve tane tane cevap verdi
'Aynen öyle kardeşim.'
Hayra tam bir şoktaydı.
'Bu prens kesinlikle bir büyücü. Hepinizi büyülemiş.'
Sayra'nın başka söyleyecek bir şeyi yoktu. Kendisinden üç yaş küçük kardeşinin omzunu tuttu:
'Hadi kardeşim, daha yolumuz var. Şu genci sağ salim ulaştıralım da iyileşsin, gök yüzüne bir kavuşsun zavallı.'
Hayra çaresiz ağabeyine itaat etti ve tekrar yola koyuldular.
Vakit öğleyi biraz geçtiğinde Aksakalın evine vardılar. Samir sedyeden indi. Tertemiz suyu olan bir çayın hemen yanına inşa edilmiş biraz büyükçe olan evin tabanı yerden bir insan boyu yüksekliğindeydi ve yine ağaçlar sütun olarak kullanılarak yapılmıştı. Yalnız dış duvarları oluşturan ağaçlarda işçilik ormandaki şehirde bulunan evlere göre çok daha azdı, hatta galiba hiç yoktu. Evin hemen yanında bulunan dev ağacın üstüne de bir çardak yapılmıştı. Sayra'nın söylediğine göre Aksakal tefekkür maksadıyla daha çok o çardakta kalmaktaydı. Ev daha çok hastalar tarafından kullanılmaktaydı. Aksakal ihtiyar olduğundan artık uçmakta zorlanıyordu. Bu yüzden eve ve çardağa merdivenle çıkılmaktaydı.

Kapıyı Aksakal açtı. Bembeyaz seyrek kısa saçları, bembeyaz uzun gür sakalı ile günlerdir duyduğu kendisine deva sunabilecek yegane kişi olan meşhur Aksakal karşısındaydı. Zinde görünümüyle dimdik ayakta yukarı bakıyor ve hastasını alıcı gözlerle süzüyordu. Boyu Samir'in omuz seviyesine gelen Sayra'dan dört beş parmak kısa olan Aksakal gerçekten de Duhan'ın dediği gibi huysuz görünüyordu. Yalnız Samir bu konuda gerek Sayra, gerek Meyira ve gerekse Duhan tarafından uyarılmıştı. Aksakalın asıl derdi onunla değil Duhan ileydi. Denildiğine göre ondan pek hazzetmezdi.

Kapı önündeki bakışmalar biraz uzayınca Sayra duruma el attı.
'Selam üzerine olsun Aksakal.'
Aksakal selamı aldı
'Selam sizin de üzerinize olsun, buyurun girin.'
İçeri girdiler. Samir Aksakalın göstermesiyle içeride bulunan tamamı boş on kadar hasta yatağından birine oturdu. O koskoca ev sadece bir oda ve bir perdeyle ayrılan mutfaktan ibaretti. Perde o sırada açık olduğundan mutfak da görünmekteydi. İki masa, üç dolap ve büyük olasılıkla suyu akan çaydan gelen bir çeşme. Sayra, Hayra ve iki genç elleri önde bağlı ayakta hazır ol vaziyetinde duruyorlardı. Sayra gelişlerinin maksadını anlattı.
'Efendim, reisimiz size bir hasta gönderdi.'
Aslında Aksakal daha önceden geleceklerini haber almıştı ama konuşmanın da bir yerden başlaması gerekiyordu. Samir'in yanına oturan Aksakal Sayra'ya haşin gözlerle baktı.
'Şu halkı alçakta yaşarken kendisi yüksekte yaşayan, halkı küçük evlerde yaşarken kendi büyük eve sığamayan, halkının duvarları perde iken kendine tahtadan duvarlar yapan reis mi?'

Sayra ve Hayra'nın yüzlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu. Saygıyla başlarıyla Aksakalı olumladılar ve aynı anda cevap verdiler
'Ta kendisi efendim.'
İşin ilginci Aksakal da Mayikan olmasına rağmen konuşmalar Faragalon dilinde geçiyordu. Belli ki Aksakal Samir'in de söylediklerini anlamasını istiyordu. Sayra gitmekte acele ediyordu.
'Efendim biz müsaade isteyelim. Şimdi çıkarsak ancak akşama varırız.'
Aksakal o sırada hastasına bakmaya başlamıştı. Sayra'yı duymamıştı bile. Samir'in kanatlarını kaldırdı. Yaraları görünce
'Ne zamandır var bu yaralar.'
'On yaşımdayken başladı, gittikçe arttı.'
'Peki bu reis bunca zamandır niye göndermedi seni?'
Hayra bu soru üzerine kıs kıs gülmeye başladı. Sayra'nın kulağına eğildi. Mayikan dilinde fısıldadı.
'Reisin oğlu zannetti galiba. Acaba Mayikan olmadığını fark etmiş midir?'
Sayra gülmemek için kendini zor tuttu.
'Fazla konuşma, hadi biz yavaş yavaş çıkalım.'
Sayra çıkarken Samir'e eliyle selam verdi. Samir aynı şekilde selamı alıp kendisinden cevap bekleyen Aksakala cevap verdi
'Onunla yeni tanıştık efendim.'
'Nasıl tanıştınız?'
Aksakal bir yandan soru soruyor, bir yandan da yaraları inceliyordu.
'Beni kaçırdılar?'
Aksakal bir anda yaraları bıraktı ve Samir'in gözlerine baktı
'Kaçırdılar mı?'
'Evet efendim, kaçırdılar.'
'Reis kaçırdığı birini tedaviye mi gönderdi?'
'Evet efendim, öyle oldu.'
'Peki sen kimsin, seni niye kaçırdılar?'
'Ben Faragalon prensi Samir'im.'
Aksakalın şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Kısa sürede bu şaşkınlık yerini sinire bıraktı.
'Bu akılsız adam prensi mi kaçırdı? Bunu da mı yaptı? İyi de eline ne geçecek ki. Halkına daha fazla zulüm getirmekten başka ne elde edecek?'
Ortada Samir'in cevaplaması gereken bir soru yoktu. Sessizce ihtiyarı takip ediyordu. İhtiyar ayağa kalktı, sinirli bir şekilde dolaşmaya başladı
'O yüzden kim olduğunu söylemediler. Defalarca sordum oysa. Bir Faragalonlu gelecek dediler sadece.'
Tekrar Samir'in yanına oturdu. Gözlerine baktı
'Meşhur Farag Turgan'ın oğlusun yani, öyle mi?'
'Öyle, onun oğluyum. Gök savaşçılarına karşı defalarca kaybeden Farag Turgan'ın oğlu.'
Aksakal bu cevaba bir anlam veremedi.
'Gök savaşçılarına karşı defalarca kaybeden Farag Turgan mı?'
'Evet, ta kendisi.'
Aksakal bir şey anlamamıştı
'İyi de ben öyle bir şey sormadım ki?'
Samir gülümsedi:
'Ne bileyim, burada herkes mutlaka o konudan bahsediyor. Ben peşinen söyleyeyim de kurtulayım dedim.'
Gerçekten de bu konudan tam anlamıyla bezmişti Samir. Reis dışında Sayra, Hayra, onlara yolculukta eşlik eden iki genç alaycı bir şekilde bu konudan bahsetmişlerdi. Pencereden onu seyreden çocuklar bile bu konuda üç dört kez laf atıp kaçmışlardı.

Samir bu konuda konuşmaktan hiç hoşlanmadığını yeterince belli etmişti etmesine ama Aksakal açılmış konu hakkında konuşmaya niyetliydi.
'Peki bunu sana söyleyenler ne diyorlar.'
Aslında ihtiyarın cevabını net bildiği bir soruyu Samir'in rahatsız olduğunu bilmesine rağmen sorması Samir'i çok rahatsız etti ama kural belliydi: Derste Farag hoca, hastalıkta Farag doktordu.
'Bilirsiniz işte, Ay Allah'ın nurudur, orayı gökyüzü savaşçıları korur. Her zaman kaybedeceksiniz gibi şeyler.'
Güldü Aksakal.
'Ne cahilce laflar.' diye söylendi ama Samir'e de duyurdu. Doğrusu Samir bunu beklemiyordu. Yalnız ihtiyarın soruları bitmemişti
'Peki baban niye Ay'a ordu gönderiyor?'
Bu sorunun da cevabı belliydi aslında
'Neden olacak. Mayikanlıların Allah'ını yenmek için.'
'O halde baban Mayikanlıların Allah'ının var olduğuna inanıyor.'
Samir bir anda neye uğradığını şaşırdı. Böyle bir şeyi daha önce hiç düşünmemişti.
'Ne demek istiyorsunuz?'
'Ne demek istediğim gayet açık değil mi. Eğer Mayikanlıların inandığı Allah haşa yoksa o zaman olmayan şeyle neden savaşılır. Varsa Mayikanlıların inandığı Allah sadece onları yaratan değil, her şeyi yaratan Allah. Yani senin babanı, seni, Ay'ı, Güneş'i, yıldızları, her şeyi yaratan Allah. Onu yenmek nasıl olur ki. Aya çıksalar bile O'nun yaratmasıyla çıkacaklar sonuçta.'
Bunlar Samir'in daha önce hiç duymadığı cümlelerdi. İhtiyar haklıydı bir bakıma ama cümle arasında Mayikanlılarla çelişen bir şey söyledi ve bu gayet iyi eğitim görmüş Samir'in dikkatinden kaçmadı
'Ay'a çıkılabilir mi yani?'
'Çıkılamayacağını kim söyledi.'
'Mayikanlılar.'
Gülümsedi Aksakal.
'Bıraksana o cahilleri. Reisleri bir şey söylüyor, onlar da tekrar ediyor. Ay Allah'ın nuru. Peki ya güneş, ya diğer yıldızlar. Onlar Allah'ın değil mi? Allah'ın isimlerinden biri de Nurdur ve Allah nuru yaratmıştır. Tıpkı taşı, toprağı yarattığı gibi. Bir tepeyi fetheden Allah'ı yenmiş olmayacağı gibi Ay'ı fetheden de yenmiş olmaz. İnancımız bunu söyler.'
Samir gerçekten çok şaşkındı.
'Bunlar daha önce hiç duymadığım şeyler.'
Aksakal prensin kanatlarını bıraktı, kalktı, karşısındaki yatağa oturdu.
'Bak genç prens. Oraya çıkmanıza neyin engel olduğunu bilmiyorum. Meleklere inanırım ama suda boğulan birinin bir melek tarafından öldürüldüğünü düşünmediğim gibi yukarı çıkan birinin de ölümünde araya Azrail dışında bir meleği koymam. Yalnız sana bir tavsiyem olsun genç. İleride Farag olursan inat edip bütün askerlerini denizin dibine gönderen ve onların cansız bedenlerinin su yüzüne çıkmasını defalarca seyreden komik adam durumuna düşme. Onlara uzun kamışlar bulduğun gün istersen daldır denize. Ne elde edeceğin ayrı bir konu.'

Samir Aksakala şöyle bir baktı. Babasına resmen geri zekalı demiş ama bu Mayikanlıların sadece mağlup demelerinden ciddi rahatsızlık duyan genç prensi hiç rahatsız etmemişti. Tıpkı babasının ha bire kötülenmesinin Meyira'yı rahatsız etmediği gibi. Galiba burada tedaviden başka kazanımlar da elde edecekti.

Aksakal kalktı ve mutfağa yöneldi:
'Ben merhemi getireyim de tedavine başlayalım. Seni burada epey misafir edeceğiz gibi görünüyor.'

Devam edecek...

01 Ekim 2014 18-19 dakika 68 öyküsü var.
Yorumlar