Gezi Günlüğü / 2
Merhabalar herkese...
Kaldığımız yerden devam edelim.
Sabah erken kalkıp ufak bir kahvaltı sonrası çadırları söküp, çantaları yerleştirdik. Bu süreç tahminimizden çabuk tamamladı ve saat 11 civarında Küçükova kampımızdan ayrılarak yola çıktık.
O ana kadar her şey normaldi...
Sonrası mı?
Sonrası muamma...
Çünkü, ciddi bir araç sorunumuz var. Hangi araç, saat kaçta, ne tarafa gidecek? Hiç bir bilgimiz yok maalesef.
Çok ilginçtir ki; Erdek'e ilk varış yaptığımız andan itibaren "Büyükova, Erdek minibüsleri hangi saatte hareket ediyor?" Sorumuza kimse aynı cevabı veremedi. Hatta minibüs durağındaki diğer hatların şoförlerine bile sorduk. Kimse net bir bilgi veremiyor.
Tesadüfen, ilk indiğimiz terminalde bulunan bir kişi o hattın minibüs şoförlerinin diye iki ayrı telefon numarası verdi. Kamptan ayrılacağımızın bir gün öncesi yani Salı günü aradık. İkisi de taksi şoförü çıktı ve onlar da minibüs saati hakkında bilgi sahibi değillerdi...
Yani, Erdek merkeze döneceğiz diye kamptan ayrıldık ama neyle, nasıl ve ne zaman belli değil...
Salı günü Büyükova'daki çay bahçesi işletmecisine de sormuştuk: "Saat başı araç var!" Dedi. Oysa geçen sene Batuhan geldiğinde günde dört sefer olduğunu öğrenmişti. Kaldı ki; bizim yürüyerek geçtiğimiz yolda; ne Küçükova, ne de Büyükova yönünde hareket eden tek bir toplu taşıma aracı görmemiştik.
Aşağıda yine değineceğim üzere, uğradığımız yerdeki vatandaşlardan da aynı şekilde tutarsız cevaplar aldık hep...
Bir insan; yaşadığı yerdeki toplu taşıma aracı saatlerini bilmiyorsa bence uzaylı falan olmalı. Tabi bilmeyen çıkabilir ama hepi topu bir hat var ve hususi aracın yoksa binmen lazım. Belki de yanlış kişilere sorduk. Ya da bizden başka herkesin arabası var:) Ne bileyim?
Neyse...
Biz de yürüyelim, illa ki yolda bir araca denk geliriz. Dedik.
Neticede ne kadar bekleyeceğimiz belli değil ve yolumuz uzun. Önce Erdek'e oradan da Çanakkale'ye sonra da Ezine / Geyikli / Çamoba köyüne gideceğiz.
İşte bu düşüncelerle yola çıktık...
Şu tepeyi aşalım, bu gölgede mola verelim derken iki buçuk kilometre yürüdük... Yolda tek tük araç geçişi oldu ve bizi görmezden geldiler...
Her ne kadar haklı olsalar da insan bir hayli hayal kırıklığı yaşamıyor değil.
Düşünsenize; uzun zamandır sırtımızda on kilodan fazla çanta var, güneş durmaksızın sizinle uğraşıyor ve dönüp bakıyorsunuz arkadan size doğru gelen bir araba var. Ve araç daha uzaktayken başlıyorsunuz elinizi sallamaya. O ümit araba yanınızdan geçip gidene kadar sürüyor. Kafanızda sorular: Acaba arabada yer var mı? Acaba durup bizi alır mı? Gibi gibi bir sürü basit soru...
Ve sonra araba yanınızdan geçip gidiyor. Kimse yüzünüze bile bakamıyor... O araba sesini duyduğunuz andaki umudun yerini isyan alıyor haliyle...
Bu şekilde kulağımız geride, ara sıra arkamıza dönüp kat ettiğimiz yola bakarak, uzakta bir hareket var mı diye kontrol ederek sonunda İlhan köyüne geldik.
Orada, yol kenarındaki fırını işleten kadına minibüsü sorduk: "On beş, yirmi dakikaya geçer." Dedi. Durağın yerini öğrenince hemen oradaki çay bahçesinde çay içelim diye rıhtıma gittik.
Bizi çok hoş karşıladılar sağ olsunlar. Sohbet falan ettik. Birer çay içtik. E tabi doğal olarak orada da minibüsü sorduk. Biri: "Otuz dakikada bir." Dedi. Diğeri: "Şu saatte kalkar, şu saatte geçer." Dedi. Ötekisi: "Daha çok var." Dedi... Öbürü, başka bir şey... Biz Batuhan ile şaşkın şaşkın ve sinirden sırıtarak (ama çaktırmadan) bir birimize bakıyoruz...
Ve en sonunda da: "Merak etmeyin, biz sizi bindirmeden göndermeyiz." Dedi çay servisi yapan dayı. Diğerleri de salladıkları kafaları ve gülen yüzleriyle onu desteklediler.
İçimiz rahat bir şekilde oturduk, çayımızı içtik. Biraz sohbet ettik. Daha doğrusu onlar; Nereden gelir, nereye gidersiniz? Gibi sorular sordular. Bizi de cevapladık...
Sonra dedik: "Eh artık biz kalkalım."
Çayın ücretini oradaki bir bey ödemek için ısrar etti. Biz de teşekkür ettik.
"Şuradaki ağacın altında bekleyin." Dediler.
Teşekkür ettik, helalleşip vedalaştık...
Gösterilen ağacın yanına gittik. Bekliyoruz.. Kahve ile arası yirmi - otuz metre falan. Beklerken iskeledeki çeşmeden su içmeye gittim. Orada arabasını temizleyen bir beye sordum: "Minibüs ne zaman geçer?" Diye. "Beş on dakika önce gitti." Dedi.
Haydaa! Buyur buradan yak!
Biz şaşkın bir halde Batuhan'la birbirimizin yüzüne bakıp kala kaldık bir kaç saniye... Ama ömür kadar uzundur o an...
Arkadaş, hiç kimse mi bilmez ya hu?
En yakın cevap veren fırıncı kadın oldu. Ama biz gittik kahvedeki erkek milletine kandık iyi mi?
Sonraki araç ile ilgili tutarsız bilgiler havada uçuşuyor tabi yine... Biz bir yandan dejavu üstüne dejavu yaşıyor, bir yandan da sinir harbine giriyoruz içten içe...
Neyse. Baktık yapacak bir şey yok... Hal böyle olunca dedik: Biz başımızın çaresine bakalım en iyisi...
Çantaları sırtlanıp düştük yola...
Hedefimiz daha sık minibüs kalkan Narlı mahallesi. Eskiden köymüş. Sonra mahalle yapmışlar. İlhan köyü ile arasında beş kilometre gösteriyor harita ve bu yolda da çok bayır var. Daha doğrusu Küçükova'dan Narlı'ya kadar tek düz yer İlhan köyü. Gerisi bayır inip çıkarak geçiyor. Kimi dik, kimi hafif rampa...
Yolda hem dinlenmek, hem de ihtiyaç için birkaç kere mola verdik diye hatırlıyorum. Ama sayı veremiyorum şu anda...
Öğlen saatleri ve güneş resmen bizi nişan almış sırtımızdan vurup duruyor...
Sıcaktan suyumuz çıkmış ve mataralar da suyumuz kalmamış neredeyse.. Yolluk yiyecek de pek bir şey yok...
Önceki gün, Büyükova koyuna gidip gelirken tişörtleri çıkartmıştık. Batuhan'ın omzunun güneşten yanmış olması nedeniyle çok da yavaş yürüyoruz. Canı bir hayli yanıyor...
Uzun yol şoförleri misali: Şu ağacın gölgesi... Şu köşeyi döndük mü tamam bu iş... Bu rampadan sonra bir şey kalmayacak... Diye diye ve arada geyik muhabbeti yapa yapa, bir yandan arkamızdan araba geliyor mu acaba diye bakmayı ihmal etmeden bayağı yol kat ettik. Ama Batuhan açısında zorlu bir yolculuk oldu.
Aslında ben yürümeyi çok severim. Hiç şikayetim yok. Kaldı ki hedefimiz çok uzakta, ulaşması zor... Batuhan'ın durumu da ortada...
Ama manzara enfes, hava mis, denizden tuz kokusu geliyor. Denize yüksekten bakıyoruz. Masmavi... Karşı kıyılardaki dağlar, tepeler görünüyor... Normal şartlarda sırtımdaki çantanın, her adımda ağırlaşması gerekir ama umurumda bile değil valla... Batuhan acı çekmese hedefimize ulaşamamak dahil hiç bir şey dert değil bana yani...
Böyle böyle çok uzun mesafe yürüdük. Baktık ki ileride yerleşim yeri var, keyfimiz yerine geldi biraz daha. Ama Batuhan'ın acısı iyice çoğaldı. Ki onun çantası benimkinden ağır. Bir ara yolda değiştik çantaları ancak benim çantam da onun fiziğine uygun gelmedi ne yazık ki...
Neyse... Bir süre daha yürüyünce baktık ki önümüzde Narlı tabelası... İçimizde bir sevinç ki anlatamam. Kısa bir süre daha yürüyüp Narlı tabelasını geçtikten sonra mola verdik. Yaklaşık üç yüz, dört yüz metre var Narlı'ya...
Yol kenarında kaldırım veya oturacak ya da dikilecek doğru düzgün bir yer de yok. Bir bahçenin yola sarkan ağacının altında dikiliyoruz. Çantalar yerde... Yanımız yüksek ve dik...
Bir süre sonra uzaktan araba sesi duyduk. Baktık ki; Büyükova'dan kalkan sonraki minibüs yetişmiş bize...
Talihsizliğimize mi, İlhan köyündeki ahaliye mi, sabırsızlığımıza mı kahredeyim bilemedim. Ama bir yandan da gülüyorum halimize. Neticede güzel anı bunlar. Bir nevi macera... Millet her şey dahil otellerde kurulmuş, pilli oyuncak bebek gibi; "belli saatlere uymak zorundayken, biz özgürlüğümüzün tadını çıkartıyoruz." Diye geçiyor aklımdan. Tabi Batuhan'a çaktırmadan düşünüyorum bunları... Çocuk can derdinde, ben macera peşindeyim. Ne ayıp! Babaya yakışır mı hiç böyle şeyler? Ama insanız işte. Zaaflarımız var...
Bindik minibüse sonunda. Pencereler açık. Efil efil esiyor. Harika...
Sanırım otuz-kırk dakika sonra Erdek'teydik. Orada terminalde kahvaltı yaptık, biraz kendimize geldik... Aklım Batuhan'da diye yazayım da buraya, yukarıda yazdığım utançtan kurtulayım...
Sonunda Çanakkale için otobüs bileti aldık. Sigaraydı çaydı, lakırdıydı derken otobüs de hareket etti sonunda... Sanırım saat on yedi civarı...
Çanakkale'ye kadar dinlenmemiz lazım. Çünkü sonrasında da gidecek yolumuz ve yapacak çok işimiz var neticede...
Lakin esas konu başka:
Saat kaçta Çamoba'da olacağız?
Çadır açacak yer bulabilecek miyiz?
Bulsak bile izin verecekler mi acaba?
İzin vermezlerse gecenin bir yarısı ne yapacağız?
Ve en çok merak ettiğim; her şey iki sene önce bıraktığımız gibi duruyor mu?
Haydi varın sizler de dinlenin gayri. Daha anlatacaklarım var...
Sonraki bölümde görüşmek üzere...
Sabrınız için teşekkür ederim.
Esen kalın...
bir selam vereyim dedim, sonra okurum abim..iyi geceler..
Her türlü zorluğa ve aksaklığa rağmen inat ve gayretle devam etmek adına kötünün arasından iyiyi bulup gülümsemek bütün mesele orada :) arasan bulamazsın böylesi macerayı
Yolda sırtında çanta yürüyen ve otostop çeken insanlar toplumumuz tarafından hoş karşılanmıyor. Şahsen arabada tek olduğum zaman genelde üniversiteli olduğunu düşündüğüm otostopcuları alırım ve gerekirse yolumu değiştirir onları gittikleri yere kadar bırakırım, sadece tek olduğum zaman ama;) tam pansiyon eleştirisi de bence olmamış, tatilde insanlar kafa rahat hiç bir şeyle uğraşmak istemez;) yat gel yat osman, civardaki yerleri gez, denize karşı veya orman ortası dinlenme yerlerinde çayını çorbanı iç, etini ye .. rüzgarı dinle.. yazıyı okurken ben yoruldum abi, bir otobüse denk gelseler bari diye;) Akdeniz Ege ile Marmara ve Karadeniz otel ve apart kültürleri sundukları dağlar kadar farklı, Karadeniz’de sezon kısa oldupy için müşterinin suyunu çıkarma derdinde olurlar genelde.. Akdeniz Ege 6 aydan fazla turizm sezonu yaşarken Karadeniz Marmara en fazla 3 ay ki o da en fazla.. Karadeniz ve Marmara’da belediyelerin tatil yerlerine elstra imkan sağlanması gerekiyor, diğer türlü işletmeci bulunmaz pek.. tam pansiyondayım Karadeniz Marmara arası ama içecekler ekstraymış yani.. yemek saati geldi sonra ver elini bir denizckıyısı , yarın yağmurlu ve sağanak diyor.. üçüncü yazıyı da bekliyor olacağım ..( ytd )pardon burası ekonomi forumu değil, saygılarımla abim, eksik olma..