Gezi Günlüğü lll
Ve işte Çanakkale terminalindeyiz...
Daha hava kararmamış ancak şu anda saati hatırlamıyorum...
Ve ne yazık ki Geyikli'ye gidecek araç için en az iki saat beklememiz gerekecek.
Neredeyse bütün gün süren hatta yürürken bile gözümüz arkada araç bekleme fasıllarından sonra alıştık artık beklemeye, diyeceğim ama yalan olur. Kimse, kimseyi kandırmasın boş yere değil mi efendim.
Şaka bir yana, iki saat demek; Geyikli'ye gece ineceğiz demek. O saatte yer bulacak mıyız, ne olacak? Belli değil. Ve ciddi anlamda yorgunuz... Sabır da bir yere kadar arkadaş...
Bekledikçe uzayan bir zaman dilimi içindeyiz. Zaman geçiyor geçmesine de bir salyangoz bile daha hızlı ilerliyordur sanırım. Beklerken portatif şarj aletlerimizi şarj etmek istedik ancak o da mümkün olmadı... Hep bir olumsuzlukla omuz omuza ilerliyor zaman.
Şimdi siz okurken "ne güzel işte sıradan bir tatil yapmak yerine farklı anılar biriktirmişsiniz." Diye geçmiş olabilir aklınızdan. Haklısınız ama yaşarken hiç de öyle düşünemiyor insan. Bilin isterim...
Neyse beklerken dinlenmiş olmanın dışında pek bir şey olmadı. Aracın hareket saati yaklaşınca çantaları yerleştirip yerimize oturduk.
İkimizin de ağzını bıçak açmıyor. Çünkü moralimiz yerinde değil pek... Yolda uyumuşuz. Uyandığımızda midibüs Geyikli terminale yanaşmak üzereydi. Biz inmedik. Araç sahildeki Bozcaada iskelesine devam edecek. Bizim konak yerimiz de iskelenin diğer tarafındaki Çamoba köyü sahili...
2018'de burada iki gece üç gün konakladık. Diğer yerlerde birer gece kalmışken burada iki gece kaldık. Çünkü, çok dingin, temiz bir yer. Köy sahilden iki kilometre kadar içeride diye biliyorum. Gitmedik hiç...
Manzara şöyle; önünüzde Bozcaada, sol tarafımızda Geyikli sahili, arkanızda palamut ağaçlarından oluşan küçük bir orman, uzaklarda devasa rüzgar gülleri ve ayaklarınızın altında elekten geçirseniz bir tanesi bile kalmayacak kadar temiz sarı kum...
Sahildeki kum benim için her zaman çok önemli olmuştur. Çünkü benim doğup büyüdüğüm Sakarya Karasu ilçesi sahilinin kumsalı eşsizdir. ( En azından eskiden). Her kumsalı Karasu ile kıyaslamak gibi bir ölçütüm var. Ve Çamoba kumsalı, Karasu sahili kadar uzun olmasa da temiz ve her şeyden önce kalabalık değil... Aşırı derecede tenha...
Deniz çarşaf gibi tabir edilen cinsten. Ya da süt liman... Ama çok soğuk... İşte bu kötü. Çünkü hiç dayanamam, girmem bu kadar soğuk suya. Çarpıntı yapar bende...
Konuyu dağıttım yine.
Neyse... Gece vakti indik araçtan. Amacımız önceki kamp yaptığımız yere, yani köy muhtarlığının çay bahçesi yakınına çadırlarımızı kurmak. Ay ışığı altında sırtımızda çantalarla kumsalda üç dört dakika kadar yürüdükten sonra çay bahçesi göründü. Bir kaç kişi var ve solgun bir kaç ışık ile hafif sesler geliyor.
Gittik. Dört beş kişi masa kurmuş içki içiyor ve çay bahçesi kapalı. Oturanlardan biri bizi tanıdı hemen. Önceki kampımızda onlar bir akşam yine çay bahçesinde mangal yapıp masa kurmuş ve bizi de davet etmişlerdi. Hatta o gece oradaki son gecemizdi ve sayelerinde çok keyifli bir gece olmuştu... Bir arkadaş (ki kendisi eski kaşar ustasıymış) bağlama çalıp, türküler söylemiş biz de yarım ağız eşlik etmiştik.
İşte o arkadaşlardan biri oradaydı. Ayak üstü sohbet ettik. Ve öğrendik ki; çay bahçesi açılmamış bizden sonraki iki yaz. Hatta sahile turistik tesis yapılma durumu falan varmış. Bu habere çok üzüldüğümü ve sinirlendiğimi hatta küfür bile ettiğimi hatırlıyorum. Engin, oturmamızı istedi sağ olsun ama biz bir an önce çadırları açmak ve dinlenmek istiyoruz. Teşekkür edip, afiyet olsun diyerek ayrıldık yanlarından.
Önceki yere yakın düz bir zeminde çadırları açtık. Üstümüzde ay bize fener olmuş aydınlatıyor. Harika bir hava var. Tertemiz ve mis gibi... Çadırlarımızı kurup, kamp tüpünde su ısıtıp, birer kahve sigara içtik. Ve başlarımız tıpkı Küçükova'daki gibi yukarıda. Sürekli yıldızlara bakıp duruyoruz. Harika bir manzara. Yine çok sayıda yıldız bizi seyrediyor. Bu sefer Küçükova'da denk geldiğimizden daha fazla yıldız kaymasına şahit olduk. Doyumsuz anlar... Ama yorgunuz. Uyumamız lazım.
Ve yattık ama yorgunluktan uyuyamıyoruz. İkimizde kendi çadırlarımızda yattığımız yerden biraz daha lafladık. Sonra uyumuşum. Bir ara köpek sesleri ile uyandım. Batuhan da uyanmış. Çıkıp baktık sekiz on tane köpek bir köpeğe havlıyorlar. Işık tuttuk üstlerine... Bir süre sonra uzaklaştılar. O tek köpek geldi benim çadırın dibine yattı bir süre. Sonra gitti... Sabah uyandığımda yine çadırın yanındaydı.
Aç, susuz olduğu çok belli. Yanımızdaki damacanalardan içinde az su olanı mataralara boşaltıp üstünden keserek kap yaptım. Su içti kana kana ama verebilecek yemek de yok ona göre. Ekmek verdik beğenmedi beyim. Ama yine de uzun süre yanımızda takıldı. Sıkılınca gitti, sonra yine geldi... Kafasına göre takıldı arkadaş...
Bir süre denize girdik. Kahvaltı yaptık. Sahilde biraz yürüdük. Su çok soğuk, direndim biraz. Kısa bir süre durabildim.
Bunlar basit şeyler tabi. Dert başka...Mevzu derin yani...
Tamam! Burası harika ama çay bahçesi olmadan durulmaz. Elektrik lazım, gölge lazım, bütün gün çekilmez yani... Sahilde bir kaç ağaç var ama çadırlara uzak. Ormana çadır kuralım desek orası da uzak ve keyifli olmaz. Gece jandarma gelip kovalayabilir de...
Batuhan da: "Bozcaada'da çadır açalım." Dedi.
Plan şu; adaya gidecek, uygun bir yer bulup yerleşecek, akşam üstü rakı balık yapacak, bu yorgunluğu atacak ve sonra kampa döneceğiz.
Bu düşüncelerle çadırları topladık, çantaları düzenledik. Öğlen saatlerinde yine düştük yollara.
Adaya indiğimizde iskeleye yakın çay bahçesine gittik. Hemen portatif şarj aletlerimizi şarj etmeye çalıştık. Çünkü telefonlar da şarj aletleri de can çekişiyor.
Çay bahçesinin büfesine yakın oturduk. Sorduk nerede çadır kurabiliriz diye. Ama aldığımız cevap bir darbe daha indirdi bize... Önceki sene bir kamp yerinde yangın çıkmış, ayrıca pandemi de olunca bu iki nedenle jandarma yasaklamış. Kurala uymayanlara da ciddi ceza kesiyorlarmış...
Arkadaş bu kadar mı olur yahu, bu kadar mı olur?
Neyse yapacak bir şey yok dedik yine (hep olduğu gibi). Bari adayı gezelim diye düştük yollara.
Önce sokak sokak dolaştık, güzel ve sevimli sokaklar, evler, oteller, kafelerle dolu etraf. Bu tur da kısa sürdü. Zaten önceki gelişimizde turlamıştık. Değişen bir şey yok...
Sonra çay bahçesine döndük. Otur otur ne yapacağımız belli değil. Batuhan dedi ki: "Bari biraz daha içeriklere gidelim." Kalktık yine düştük yola...
Ama bu sefer sırt çantalarımız yok. Birer havlu ve bir iki eşya ile binip bir minibüse Ayazma sahiline gittik.
Görseydiniz halimi oracıkta ateş yakar ısıtırdınız beni.
Batuhan şapur şupur yüzüyor, ben; dizime kadar suya girmişim ve affedersiniz sap gibi dikiliyorum suda. Çoluk+çocuk, kadın-erkek musmutlu yüzüyor, ben taş kesmiş halde dikiliyorum. Saçma... Çok saçma... Hele ki benim gibi Karadeniz'in dalgalı denizinde büyümüş ve yüzmeyi çok seven biri, gözüne ışık tutulmuş kedi gibi kımıltısız duruyor denizin içinde... Gerçekten utandım...
Sonunda Batuhan saldırıya geçti ve beni suya itince girmiş oldum. Girmiş oldum ama ne acılar çektim bir ben bilirim. Bir iki dalıp çıktım. Titreye titreye... Hiç alışamadı vücudum suya..
(Hazır yeri gelmişken buradan bütün ilgililere sesleniyorum; çocuklar babalarının iki katı olmasın lütfen...)
Sonra gelen minibüse binip tekrar çantaların yanına çay bahçesine döndük.
Artık Çamoba'ya girmekten başka çare de kalmadı. Rakı balık faslından da vaz geçtik. Hani oturup yesek-içsek, o kafayla gecenin bir yarısı bir daha çadır kurmak zor olacaktı ve zaten hiç keyfimiz de kalmamıştı...
Akşam üstü kamp yerimize ulaşıp çadırları kurduktan sonra keyif yaptık, sohbet ettik bol bol.
Geç saatte çadırlara girerken, yarın için dönüş planı yapmıştık bile. Kalkacak, denize girecek, kahvaltı yapıp takılacak, öğlen saatlerinde de yola koyulacaktık. Bir kaç gün erken dönecektik gerçi ama alışmıştık bir kere yapacak bir şey yok demeye..
Uykuya daldığımızda sonraki günün, yolculuk boyunca yaşadığımız aksaklıklar yanında daha zorlu olabileceği hiç aklımıza gelmemişti...
Daha ne gelebilirdi ki insanın başına?
Bence olasılıklar dahilinde her şey gelebilir başına insanın asla asla deme boş yere söylenmiş bir söz Kutlarım Uğur bey