Gitmeliyim 2
Sokak ortasında böyle cüretkar sürprizleri, bir tek kuzeni Betül yapardı. Evet, oydu. Aslı, kokusundan tanıdı onu. İçini bir sevinç kapladı. Uzun uzun sarıldılar.
Serin bir yaz günüydü. İnsanlar bunu fırsat bulmuş sokaklara dalmış, yoğun trafikle de iç içe geçmişlerdi. Her geçen an, ciğerlerinin ne denli kirlendiğini düşünen, umursayan yoktu sanki. Kimileri umarsızca, gelen geçene çarpa çarpa yürüyordu. Kimileri de, can sıkıntısından sağa sola bakarak, fütursuzca dolanıyordu. Bazıları da, tıpkı Aslı gibi, ruhundaki huzursuzluğa, terk edilmişliğe çare arıyordu.
- Ay parçam, anlat bakalım: bu saatte ne işin var senin buralarda? İşe gitmedin mi bugün?
Aslı, cevap vermek yerine, espriyle geçiştirmeye çalıştı konuyu. Trafikten ve insan uğultusundan dolayı seslerini yükselterek konuşuyorlardı. Bu durum Aslı’nın hiç hoşuna gitmiyordu aslında, ama dişini sıktı. Ayrıca Betül’ü gördüğü için, sevincini gizleyemiyordu.
- Tatlım bu ne güzellikler? Sen beni mi takip ediyordun yoksa, hee! Seni gidi, seniii? deyip, kocaman bir kahkaha attı Aslı.
- Kız, hee! İşim gücüm mü var sanki; seni takip ediyom, yaaa! derken, adeta yerinde dans ediyordu Betül.
Kız, hayır! Kafe’de oturuyordum arkadaşla. Geçtiğini gördüm. Hemen peşinden fırladım dışarıya. Hadi sen de gel! Sana poğaça ısmarlayayım. Biliyorsun; Reyna’nınkiler bambaşka lezzetli.
Aslı yüzünü buruşturdu. Karasızlıktan kekelemeye başladı:
- Tatlım, başka bir zamana... Şey, bi kaç işim var. Ee... onları halletmem lazım. Sen, git! Yalnız bırakma arkadaşını. Akşam konuşuruz, tamam!
Betül, hiç hoşlanmamıştı Aslı’nın tavrından. Dikkat kesildi. Bir anda neşesi kaçtı. Aslı’yı inceledi. Yüzüne baktı. Onun stresli hali, gözlerini kaçırıp durması dikkatini çekti. İyice sokuldu ona. Tuttu ellerinden. Yol kenarına çekti:
- Gel biraz konuşalım... Bak! Şu ilerde boş bir bank var. Oraya gidelim. Kız, ben seni bulmuşken kolay kolay bırakır mıyım sanıyorsun, dedi; her zamanki halleriyle kikirdeyen Betül.
Aslı karşı koymadı. İçinden ağlamak geldi, ama yutkunmakla yetindi. Hem bu kalabalıkta ağlayamazdı:
- Şimdi; anlat bana bakalım! Sen neden mesaide değildin, he?
Aslı, derin bir iç çekti. Sarıldı Betül’e ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Betiii! Çook mut suz um... İ şi mi sev mi yo rum...
- Şşşş! Tamam tamam anladım ki... Mecbur değilsin, canım benim! Ayrıl o zaman! Seni tutan mı var? Annenlere git bi süre... Sen zaten başından sevmedin bu şehri, biliyom bitanem... Üzülmeye değmez. Hem dünyanın sonu değil ya! Bence nasıl istiyorsan onu yap. Unutma, ben yanındayım. Tamam mı?
Betül böyle konuştukça, Aslı daha da çok ağlıyordu. Burnunu çeke çeke hıçkırıyordu. Bir yandan da akan sümüğünü silmekle koyulmuştu. Onun boynuna sarılan Betül’ün çıplak kolları da nasibini almıştı sümükten, ama aldırdığı yoktu. Yeter ki Aslı üzülmesindi. O habire çantasından mendiller çıkarıyor, onun kıvırcık saçlarını okşuyordu. Geçenler durup durup onlara bakıyordu. Betül'ün ses tonu ciddileşti birden:
- Yoksa bi şey mi oldu? Sero mu sana bişey dedi, ha? Şefin mi yoksa...? Kız de hadi! Hadi anlat artık, çıldırtmadan...
Sabırsızlanmıştı Betül. Aslı da habire kafasını sallıyordu:
- Hayır! Haayır! Öyle değil! Ben... sanki hapiste... Sanki mahkumum, anladın mı? Evden işe... işten eve...! Bııktıım yaa!
Bu şehre alışık olan Betül, buruk bir acı hissetti. Annesinin bu şehre ilk yerleştiği yılları düşündü. O da, buna benzer şeyler anlatmıştı. Ta ki Betül doğana kadar!
- Seni evlendirmemiz lazım, Aslıcım: seni mutsuz eden yalnızlık. Biliyorum ben! Ya, gel benim yanımda kal bi süre! Seni everelim gııı! diyerek güldürmeye çalıştı Aslı’yı. Güldü Aslı. Boğazındaki hıçkırıkla ve burnunu çeke çeke. Ağlamak iyi gelmiş ve biraz daha sakindi şimdi:
- İstemem, Beti. Bu şehri hiç sevmedim inan. Mahallemi sevmedim. Hep yobaz, tutucu adamlarla dolu. Korka korka dolaşıyorum o mahallede, biliyor musun? Bi de yalnız kadınım ya! Durup beni dikizliyorlar... (İçini çekti. Daldı!) Biliyor musun Beti? Geçen gün, tam benim sokağa girmiştim. Arkamdan iki kişi yürüyordu. Sesli sesli konuşuyorlardı. Sinemadan yeni çıkmıştım, yorgundum. Hava daha yeni kararmaya başlamıştı. Onlar laf atıyordu bana, hiç çekincesiz. Hayatımda öyle iğrenç şeyler duymamıştım! Çok korktum, çok... Tam cümle kapısından girerken, döndüm; kim olduklarını anlamak için tabii. Orta yaşlı olan beni göstererk “len gorüyogu, orospu bu, len...!” dedi yanındakine. Ödüm koptu! Onca merdiveni koşarak çıktım. Ahh! Nefes nefese kaldım. Kaç gündür uyuyamıyorum bu yüzden. Ah.. kabus görüyorum... Sabahları da çok yorgunum. Huzurum kaçtı, Beti... Her şey öyle anlamsız ki... (İçini çekti, gözlerini sildi ve devam etti konuşmaya.)
Kararımı verdim galiba, Beti! Kasabaya, anneme gidecem. Hiç de işsiz kalayım. Kız, valla... onu çok özlüyom ha! Her gün konuşsam da; gözümde tütüyor... Dün dedi ki: “kızım geri gel!” Ah! Babam da hastaymış zaten. Söylemedi nedenini. Öyle tedirginim... Deniz abime de söylemedim. O da, ta Moskova’dan kalkıp gelmesin, dedim. sanırım annem bana kıyamadığından anlatmıyor doğruyu. Ah! Babam kaç gündür telefona gelmiyor. Annem her seferinde, ya “dalmış!”diyor, ya “uyuyor!” diyor. Dün de “şimdi lavaboda. Artık yarın, kızım!” dedi. Hele o sesi... Yok, benim gitmem lazım. Yarına bilet bulursam; hemen gideceğim.
Betül, onun elini hiç bırakmadan ve can kulağıyla dinlemişti. Anlatırken sesi dramatikti Aslı’nın. Duygularını anlatmak iyi gelmiş gibiydi. Sanki, daha huzurluydu, daha sakindi. Hiç ara vermeden denam etti:
- Biliyor musun Beti, ben ne yaptım? Gülüyordu şimdi.
Betül’ün cevabını beklemeden, çekti elini Betül’ün elinden. Sırt çantasının fermuarını açtı. İçinden mavi naylon torbayı çıkardı. Betül, pür dikkat onu izliyordu. “Kız ne aldın? Yoksa parfüm mü?” Betül’ün heyecanlanması, onun hoşuna gitmişti. Torbanın içinden urganı çıkardı. “Bak!”
- Kız bu ne? Bunu ne yapacan? dedi Betül, şaşkınlıktan büyüyen gözleriyle.
Aslının ağzına bakıyordu merakla. Ondan gelen cevap ne olabilirdi?
- Betişim, bu urganı aldım ki annemlerin bahçesindeki akasya ağacına... (az ilerdeki ağaçlara bakarak konuşuyor.) Kendime bi güzel salıncak kurayım. Hani, o eskiden olduğu gibi!
Yine yüz ifadeleri değişti. Hüzünlendi. İlerdeki ağaçlara boş ve buğulu gözlerle baktı. Sonra, parmaklarıyla urganı okşadı. Evirip çevirdi. Betül şaşkınlık içinde, onu izliyordu. “Bu kız kesin kafayı yemiş!” diye düşündüyse de; gülümsedi.
- He, valla! Çok iyi yapmışsın! Ben de sallanırım o salıncakta. Bi geleyim!, diyebildi.
- Peki tatlım, şefin biliyor mu gideceğini? Betül ikinci sigarasını yaktı. İçine çektiği dumanlar; bir daha geri çıkmak bilmiyordu. Zavallı ciğerler!
- Hayır, sabah telefon edip söylemeyi düşünüyorum. Sero, kesin anlatır benim keyifsiz olduğumu. Babamın hasta olduğunu söylerim. İzin vermezse de umrumda değil. Geri gelmem, olur biter. O mahallede oturamam zaten...
Betül, susmuş ve onun konuşmasını sürdürmesini bekliyordu. Fakat, Aslı da sustu. Yolda geçenlere takılmıştı gözleri. Güvercinlerin korkusuzca ayaklarının altında dolaşmalarını izliyordu. Oldum olası hayrandı bu zeki kuşlara. Betül'se aralıksız onu izliyordu ve anlamaya çalışıyordu beyninden geçenleri. Konuyu değiştirmeye kararlı bir edayla:
- Kız Aslı, bişi soracam..! Hani, Sero sana arkadaşlık teklif etmişti ya! O... Kabul etmedin diye, seni rahatsız etmiyor, değil mi?
İçindeki kuşkulara yanıt arıyordu Betül. Saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı Aslı. Güzel yüzü, ay parçası gibi ortaya çıktı. Betül, onun genç yüzünü hayranlıkla izledi. Aslı, heyecanlı ve kısık bir ses tonuyla anlatmaya başladı:
- Hayır yaaa! Çok saf bir insan. Tam tersine, benden çok çekiniyor. Keşke, cesaret etseydi de bir daha sorsaydı. Aslında kanım kaynıyor o çocuğa; ama çok pısırık. Sanırsın ki, benim ona teklif etmemi bekliyor. (Kocaman bir kahkaha attı!) Geçen gün ailesinin İran’dan geldiğini söyledi. “Annemle tanışmak ister misin, dedi bana. Ben de “olabilir!” dedim. Ama başka da bi şey demedi.
Betül güldü. “E bak! Ne güzel işte!” Fırsat bu fırsat; bir sigara daha yaktı. Sanki Aslı’nın hüznu dağılmıştı. Gözleri ışıl ışıldı.
- Aman be Aslı! Gerekirse sen teklif et! Ne o la cak haaa! Cesaretin yoksa, hiç değilse ilgili olduğunu göster! Ondan hoşlandığını nasıl anlasın yoksa çocuk cağız, ha? Sen de klasik takılıyorsun. Allah bilir, Sero’yu korkutmuşsundur da. Her zamanki asık suratınla.
Gülüştüler. Sonra, sustu Aslı. Bugün neden ağlama krizine girdiğini; neden ani bir kararla işini bıraktığını anlatmadı. Aslında anlatmak istiyordu, ama böyle sokak ortasında olmazdı. Ev ortamında olmalıydı ki, rahatlıkla ağlayabilsindi.
İkisi de gülüyordu şimdi. Bu karşılaşma ikisine de çok iyi gelmişti. Az ilerde, yolda geçen orta yaşlı iki adam, dönüp dönüp onlara bakıyor, kokuşuyordu aralarında. Aslı, tedirginlik hissetti birden. Telaşlandı. Yoksa onlar da mı, sırf güldükleri için, “Orospu!” diyordu?
Aslı'nın gözünde, Betül, başka bir gezegende gibiydi. Onun evhamlarından çok uzaktı. Öyle relakstı ki davranışlarında. Acaba bu şehrin yerlisi olduğundan mıydı? Hiç bir şey onu rahatsız etmiyordu sanki. Ve sadece fosur fosur sigara içiyordu. Etrafta olup bitenden rahatsız olmuyordu. Oysa Aslı, üstüne alıyordu her bir şeyi. Şehirlilere göre, "taşralı" yapısındandı bu ürkeklik, bu alınganlık. Bütün bunları düşünmek de, onu özgüvensiz kılmaya yeter de, artardı aslında...
Betül, banktan hışımla kalktı. Aslı’nın elini tuttu. “Gel, kız! Seni bi yere götürecem. İtiraz istemem ama! Tamam mı?”
Kol kola giren bu iki genç kadının adımları hızlanmıştı. Çok geçmeden, kalabalığın arasına karıştılar.
“Ya, Betiii! Ya nereye, söylesene?”
H. Korkmaz
güzeldi yüreğinize sağlık,ters köşe eden bir hikaye.
Bir yolun sonu var mıdır? Yahut bir düğümün çözülmeden kalmaya hakkı? İnsan bazen kendini bir ip gibi hisseder; gerilir, bükülür, çözülmek ister ama uçları hep birbirine dolanır. Kimi, ellerini bile kıpırdatamadan bekler, kimi ise rüzgâra bırakır kendini, çözülemese bile savrulmaya razı olur. Ve bazıları… Bazıları urganın ucunun nereye vardığını hiç düşünmez. Çünkü ipi çözmek, düğümlerle konuşmaktan geçer.
Şehirler, kalabalıkların içindeki görünmez yalnızlıkları büyütür. Duvarları vardır, sesi yutmaz ama yankısını boğar. İnsanların gözleri vardır, bakar ama görmez. Caddeleri vardır, yürüsen de ilerleyemezsin. Herkesin içinde bir labirent vardır ve bazılarının yolları hiç çıkışa varmaz. Kimi buna kader der, kimi alışkanlık. Oysa bazıları, en azından bazıları, labirentin duvarlarına dokunur ve bir gün bir çatlak bulmayı umar. Çatlaklar bazen kaçışa açılır, bazen daha büyük bir boşluğa.
Ama bir salıncağın ipi hep havada sallanır, değil mi? Çocukluk, insanın en uzun düğümüdür. Bir salıncağa oturduğunda, geçmişin ipleri ayaklarına dolar. Öne savrulursun, arkaya düşersin, ama hiçbir zaman tamamen kopamazsın. Salıncak bazen bir oyundur, bazen bir hatıradır, bazense bir kararın eşiğidir. Bir urgan, insanı ya havaya taşır ya da yere çeker. Kimisi onunla yukarı yükselmeyi seçer, kimisi onunla yeri kazmayı…
Ve göçebeler. Onlar hiçbir yere kök salmazlar ama her toprağa iz bırakırlar. Gökyüzü onlara duvar olmaz, şehirlerin soğuk taşları onlara yol çizmez. Fakat en çok da içlerinden kaçmak isterler. Çünkü nereye gidersen git, içindeki ses seninle gelir. Ve bazen, asıl hapishane dört duvar değil, insanın kendi içinde ördüğü suskunluktur.
İnsan bazı yerlere aittir ama bazı yerler insana ait olmaz. İşte o zaman yürümek gerekir. İpin ucunu çözüp çözüp, yürümek…
Tebrikler 🙏