Gönlümün Hicran Yarası
Gönlümün Hicran Yarası,
( Üsküdar Harem Arası,)
26 Aralık 1965 Karlı bir pazar sabahıydı. Trabzon dan kalkan yolcu gemisi üç günlük sıkıntılı bir yolculuk sonrası Karaköy rıhtımına yaklaşıyordu.
Beş yaşlarında kulaklarımın soğuktan kıp kırmızı olduğuna bakmadan, güvertede şehrin neon ışıklarla süslü etrafını meraklı bakışlarla süzüyordum. Martılar çevrede çığlık çığlığa bana hoş geldin mi diyorlar ne? Karşı yakada daha sonraları evimin giyotin penceresinden devamlı merakla izleyeceğim bir bankanın kanat çırparak ağzında kundakta bebek getiren neon ışıklı reklamına merakla bakıyordum. Ayağımda Trabzon lastikleri delik deşik, koca bir şehir'e ilk adımımdı bu. Ne okudum ne de yazdım, ben İstanbul a gelen ne ilk ne de son Laz'dım, Laz değildim ama Karadenizliydim ya, şivemden dolayı ban bu kimliği dayatıyorlardı bir kere.
Mutlulukla mutsuzluk arası bir yerlerdeydim, koştuğum fındık bahçeleri, mısır tarlaları çok geride kaldı. Dedemin elimden tutup Üsküdar meydanından balcılar yokuşunun Arnavut kaldırımlarını çiğneyerek yürürken, gözüm hep gerilerde kaldı bir yanım acı içinde...
Koskoca ahşap bir evin önünde durdu dedem, kapı tokmağını vururken menteşeleri iç gıcırdatan bir sesle geriye doğru açılıyordu, babamla ilk karşılaşmam olacaktı doğumumdan sonra ilk defa.
Koca adam...
Evlatlarına bir parça ekmek için taaa! bin iki yüz kilometre uzaklardan buralara gelmiş gurbet ellerde yapayalnız, aslında ne kadar da çaresiz el ele baş başa geçim derdinde...
Camları rüzgârdan ıslık çalan dört duvarında bağdadi sıvaları dökülmüş köhneleşmeye namzet ahşaptan bir ev, buz gibi duvarlar arasında, ısınmak için yorgan altıydı bizim en ideal sobamız. İş hayatım erken başlayacaktı anlaşılan. Sobayı tutuşturmaya manavlardan ısınmak için topladığım limon sandıklarına dahi para sayardım büyüyüp de küçüldüğüm bu yaşta. Nasıl mı?
Öğlene kadar,
- Portakal,
- Elma,
- Mandalina... diye bağırarak ne yazık ki, Hani bu şehrin taşı, toprağı altın derlerdi !? Kandırıldım:)
Üsküdar meydanında arabalı vapur iskelesiydi mekanım, geleni geçeni kontrol eder, insanları el ele gönül gönül'e izlerdim.
Hep üç rakamından nefret etmişimdir! Bu semtin yenisiydim bilirlerdi,
Gülecekler ya, say bakalım derlerdi, ?' üç?' rakamını diyemezdim,
- Bir,
- İki,
- Uç, derdim katıla katıla onları güldürürken İstanbul denen bu koca köyde, onları nasıl da böyle mutlu ederdim.
?' Bu şehirde ne kadar da çok insan birbirini tanıyor ?' diye düşünürdüm. Tanısa da tanımasa da insanlar bu şehirde birbirlerine selam verirdi, deniz dahi kumsalına koşar, Şemsi Paşa, Salacak'ta dalgalar sahile vurur erirdi.
Üsküdar çarşısı rengârenk, balık tezgâhları, manav dükkânları sarkıt ampullerle ışıl, ışıl, ciğerciler önünde büyük bir iştahla toplanırken kediler, köpekler onlardan önce hakkına düşenleri yediler.
Üsküdar vapur iskelesine gelen ilk gazete ?' SON ?' gazete benimdi, gazeteleri kucaklar.
Avaz, avaz, Selamsız yokuşuna doğru son gaz,
- Son gazete!
- Son gazete!
?' Yine kuyruğu ateş almış kedi koşuyor ?' derlerdi, caddenin sonuna varmadan gazeteleri bitiriverirdim, paralarını iade eder bahşişimi alır içinde tereyağını eriteceğim sıpsıcacık ekmeğimi almak üzere fırının yolunu tutardım.
Çocukluğum her geçen gün yaşlanırken, herkes toplanmış Üsküdar meydanında, Bir kutu üstünde beyaz camda meraklı bakışlarda, biri var arkasında. Biri meydanda bir kliniğin camında, biri beş yüz metre ötede, Mimar Sinan çarşısın da.
Gelirdi meydana doğru yüksek bir ses ?'taptaze alabalık?' kimin umurundaydı ki artık, seyrederdi orayı sesini duymadan kalabalık....
İlk Televizyondu, 1968 yılı ilk yayınına merak, bir çarşıya bir meydana gidip gelerek yayın değişiyordu o an, bende bu insanları ?' aşağıda başka bir şey oynuyor ?' der, aşağı, aşağıdakilere ?'yukarıda başka bir şey oynuyor?' der, bir aşağı bir yukarı ben de ne olduğunu anlamadan ta ki onlar anlayana kadar koskoca bu insanları koşuşturup dururdum. Yurdum insanı işte, yüreklerindeki saflık temizlik bu olsa gerek...
İstanbul'un soğuk bir Eylül sabahında, kırk dokuz yılı geçmiş ömrün son baharında, Puslu sabahın köründe, hüzünle gözyaşıyla, çocukluğumun elinden sıkıca tuttum yürüdüm, Üsküdar, Şemsi Paşa, Salacak, Harem, O anlattı ben dinledim,
Bir zamanlar, Dalgaların toprağı zevkle yaladığı, şimdiyse taşla dolu sahile vurup ağladığı, çocukluğumu bıraktığım bu yerler miydi?
Nereden nereye gelirken bu şehrim, çocuklarıma neyi nasıl anlatacağım ki, bir şehre yapılmış bu zulüm da neydi?
İşte böyle hüzünle ve yaş gözlerimde siyah beyaz duygularda, insanın kendini, kendisine anlatması ne kadar zor bir şeydi...
/ Eylül / 2009 Sonbahar
Anılar hep taze yürekte ve akılda değil mi? O küçücük yaşlarda geldiğiniz İstanbul ve aradan onca zaman geçtikten sonra tekrar baktığınız İstanbul. Sokaklar değişmiş, caddeler değişmiş, evlerin bir kısmı yıkılmış, tarihi dokusu zedelenmiş, gökdelenler mantar gibi bitmiş her yer de ve tabi insanlar, o eskinin iyi insanlarından, komşuluklardan eser kalmamış. Nostalji dolu güzel bir öykü kutlarım Ekrem bey yürekten...👍