Gorbaçov'un Tımarhanesi

“Gerçek dünyada insanî değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli" kabul edilirken insanî köklerinden kopmuş olanlar "normal" olarak onay bulur.”

Arno Gruen


Büyük ve görkemli kongre binasının önünde kalabalık bir basın ordusu vardı. Dünyanın dört bir yanından önemli konuklar, Türkoloji’nin bu altın günü için davete icabet ediyor, medyanın sorularını yanıtlıyordu

Kısa süre sonra bordo bir Ford-Taunus binanın girişinde durdu. Görevliler hızla koşup kapılarını açtılar.

Gelenler; Macar Türkolog Atilla Molnár ve kıymetli eşi Patrícia Monika’ydı.

Günün kahramanıydılar. Molnár birazdan sahneye çıkacak ve “Türkoloji’de Yılın Adamı” ödülünü havaya kaldıracaktı.

Zarifçe araçtan indiler. Molnár kendisine uzatılan çiçeği kibarca reddederek karısına verilmesini istedi. Monika da çiçekleri alıp nezaketleri için teşekkür etti.

Hızla kapıya doğru yürüdüler. Girişteki uzun broşürlerden almadılar. Medyaya demeç de vermediler.

Doğrudan salona girip, kendileri için ayrılmış koltuklara oturdular.

Çok geçmeden tören başladı…

Uzun ve görkemli cümlelerin ardından Molnár sahneye davet edildi.

İstifini hiç bozmadan sakince yerinden kalktı. Ön sıradaki protokolü başıyla selamlayıp sahneye çıktı.

Kürsünün önüne gelince hafifçe kravatını düzeltti. İşaret parmağıyla mikrofona iki kez dokundu.

Çalıştığından emin olunca, küçük bir öksürükle boğazını temizleyerek söze girdi:

Değerli senato üyeleri, Birleşik Devletler Ulusal Bilimler Akademisi mensupları ve akademinin birçok özel kolundan aramızda bulunan Avrupalı ve Asyalı misafirlerimiz,

Bugün benden uzun saygı ve övünçlerle dolu bir konuşma yapmamı beklediğinizi biliyorum. Senato ve akademinin gelenekleri gereği bu ritüelin yaşanması gerektiğini anlıyor ve buna saygı da duyuyorum ancak bugün yaşanan gelişmeler konuşmamı realiteden kopartabilmemi maalesef önlüyor. Bu yüzden birazdan bahsedeceğim şeyler için bu ritüellere sıkı sıkıya bağlı komite üyelerinden, belki şu an pişman olmakta olan jüri üyelerinden ve evlendiğimizden beri bu kürsüde beni smokinli görmenin hayalini kuran karım Patrícia Monika’dan özür diliyorum…

Baylar ve bayanlar… İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 80’li yıllara değin Sovyet halkı kendi gerçekleriyle de rejimle de yüzleşememiştir. Bunda “Soğuk Savaş” dönemi ve “iki kutuplu dünya düzeni” söylemlerinin Rus topraklarında bir propaganda materyaline dönüştürülmesinin etkisi de yadsınamaz. Halk ABD karşıtlığı etrafında perçinleştirilmeye çalışılmış, rejimin ve yerel idarelerin demokrasi, hak ve özgürlükler gibi pek çok alandaki zafiyetleri göz ardı edilmiş veya ettirilmiştir. Özellikle Doğu Avrupa, Türkistan ve Sibirya bölgesinde yaşayan ve kendilerine dayattırılan Rus kimliğine, tarihine, diline, örf ve âdetlerine ait olmayan topluluklar, korkutma, sindirme, yanıltma yöntemleriyle susturulmaya çalışılmış, “Sovyet kimliği” etrafında oluşturulan “yurttaş/yoldaş” propagandaları, bu halklar içinde kendi soydaşlarına yabancılık çeken, düşmanlık besleyen, tırnak içinde “mankurt” bireyler meydana getirmiştir. Şüphesiz bunda KGB eliyle Nazilerin gestaposu benzeri bir polis devlet yapılanmasının etkisi büyük olmuştur.

80’li yıllara gelindiğindeyse savaş sonrası “bütünleştirici” etkinin ortadan kalkması, soğuk savaş atmosferinin yumuşaması ve ekonomik felaketi açıklayıcı bahanelerin geçerliliğini yitirmesiyle Sovyet rejiminin defoları bütün çıplaklığıyla görülmeye başlamıştır. Üretim, tüketimi karşılayamayacak seviyelere düşmüş, ekonomi durma noktasına gelmiş ve her imparatorluğun hastalık dönemi gibi Sovyetler Birliği de büyümek bir yana kendi kendini yemeye başlayan bir deve dönüşmüştür. Zaten halihazırda sürmekte olan sorunlar idarenin zayıflamasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme gelmeye başlamış ve ekonomi başta olmak üzere birçok konuda reformların yapılmasını mecburî kılmıştır. Rejimin ve devlet kurumlarının şeffaflıktan uzak oluşu ve denetlenemez niteliği sorgulanmaya başlanmıştır. Özellikle 26 Nisan 1986’da meydana gelen Çernobil Nükleer Santrali’ndeki felaketin yönetilme sürecindeki başarısızlık, merkezi otoritenin ağırlığını iyice sarsmış ve Gorbaçov’un meşhur Glasnost ve Perestroyka politikalarının hızlanmasına neden olmuştur.

“Açıklık” olarak ifade edebileceğimiz “Glasnost” uygulamalarıyla Sovyet kulislerinde daha önce duyulması hayal bile edilemeyen sesler duyulmaya başlanmış, hak ve özgürlük taleplerinin önündeki duvarda ilk gedik açılmıştır. Zira çok kısa süre sonra Gorbaçov’un Kazak Komünist Partisi sekreterliğine Kazak Kunayev’i azlederek Rus Golbin’i atamasıyla başlayan ayaklanma bu sürecin ilk tezahürüdür. Tarihe Jeltoksan Ayaklanması olarak geçen bu isyan, SSCB tarihinde meydanlarda sergilenebilen rejim aleyhtarı ilk harekettir. Bu girişimden sonra Moskova’nın otoritesi ilk defa sarsılmış ve SSCB içindeki Türk ve diğer azınlıkların bağımsızlık düşünceleri güç kazanmıştır. Gorbaçov’un şeffaflık ve özgürlük açılımından beklediği, rejimden bunalan, karşıt görüşlü ve Rus olmayan etnik grupları yeniden kazanmak ve bir “üst Sovyet kimliği” altında birleştirmekti. Ancak hem ekonomik politikaların halkta karşılık bulamayışı hem de imparatorluğun büyük bir bölümünü oluşturan Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Azerbaycan ve diğer birçok halkın “Türk” üst kimliği içerisindeki binlerce yıllık geçmişi bu politikaları karşılıksız bırakmıştır.

Şimdiye kadar tarihin bize söyledikleri aşağı yukarı bunlarla sınırlıydı. Ancak çok yakın bir geçmişte, yaklaşık birkaç hafta önce keşfettiğimiz bir gerçek, insanlık tarihinden bugüne yapılan bütün yıkımları bir kenara koyarak bütün insanlığı bu döneme yeniden ışık tutmaya davet ediyor.

Değerli senato üyeleri, Birleşik Devletler Ulusal Bilimler Akademisi mensupları ve akademinin birçok özel kolundan aramızda bulunan Avrupalı ve Asyalı misafirlerimiz,

Yaklaşık 1 ay önce, Columbia Üniversitesi Jeoloji bölümünden meslektaşlarım Profesör Kissengard ve Mike Tomas Sibirya bölgesindeki yüzey aktivitelerinin incelenmesi ve haritalanması için son derece önemli bir çalışma başlattılar. Birleşik Devletler ordusu da çalışmaya Lockheed P-3B Orion tipi bir uçak tahsis etti. Uzun süren hava fotoğraflarının interpretasyonu süreci çalışmanın amacından tamamen bağımsız, yepyeni bir keşfi açığa çıkarttı. Sibirya’nın kuzey ucunda Norilsk şehrinin kuzeydoğusu ve Taymır Yarımadası arasındaki bölgede yapılan uçuşlarda yaklaşık 40 dönüm bir arazi üzerine inşa edilmiş dev bir kompleks yapı tespit edildi. Kuş bakışı belirgin bir şekilde dikkat çeken yapının bugüne kadar neden keşfedilemediğini henüz bilmiyoruz. Tahminlerse bölgeye en yakın havalimanın güneyde Dudinka yakınında olması, Kuzeyden Güneye uçuşların sınırlılığı ve bölgedeki kısıtlı yaşam koşulları üzerinde yoğunlaşıyor.

Araştırmacılar ilk başlarda yapının fiziksel niteliği, bina yaşı, bulunduğu konum gibi özelliklerle ilgilense de spotlar çok kısa sürede bu yapının “neden inşa edildiği?” hususunun üzerine döndü. Bulgular bina yaşını Stalin dönemine kadar götürüyordu. Kissengard ve Tomas haklı olarak burayı Stalin’in toplu mezarlığa dönüşen gizli esir kamplarından biri olarak düşündüler. Nazilerin yenilmesiyle Auschwitz-Birkenau, Dachau gibi akıl almaz vahşetlere sahne olan esir kamplarının ortaya çıkması Stalin’i de endişelendirmiş ve yaptığı katliamları gizlemek adına böyle bir kampın yapılmasını emretmiş olabilirdi. Büyük oranda öyleydi de. Ta ki bölgedeki yerli halk arasındaki efsaneye göre Gorbaçov gelip onu bir akıl hastanesine dönüştürene kadar…

İnanması güç çünkü resmi kayıtların hiçbiri bugün böyle bir akıl hastanesinin varlığını doğrulamıyor. Sovyet havacılık arşivlerinde de yapının bulunduğu bölgenin hava trafiğine kapatıldığı ve “uçuşa elverişsiz bölge” notu düşüldüğü bilgisine sahibiz. Her ne kadar yazılı bir belgeye rastlanmasa da buranın bir akıl hastanesi olduğunu doğrulayan canlı bir tanığa sahibiz: Azad Yusupov…

Gorbaçov döneminde Sovyetlerin bir gününün bir dakikaya tekabül ettiğini aktaran Yusupov; Toplumsal alanda her gün yeni bir kararın, yeni bir uygulamanın karmaşıklığıyla boğuşan halkın git gide her şeyi kanıksadığından bahsediyor:

“Bir sabah, sıradan bir güne uyandığımızı düşünüp okula gitmek için hazırlanırken annemin radyodaki son dakika haberini duyabilmek için beni ve kardeşlerimi nasıl susturduğunu çok iyi hatırlıyorum. Anons bittikten sonra yüzünde beliren o durgun ve boş bakışı pek çok şeyi anlatıyor gibiydi ama çocuk aklımızla sezemiyorduk.”

O gün Sovyet Gosteleradio’sunun ortak TV ve radyo yayınıyla “önleyici sağlık hizmetleri kapsamında yurt genelinde bütün devlet ve özel kuruluşlarda geniş çaplı sağlık taraması yapılacağı” duyuruluyordu. Yusupov gibi ülkenin bütün okullarında, öğretmenler ve öğrenciler, kamu görevlileri, bürokratlar, basın ve yayın emekçileri hızla özel kabinlere alınıyor, fiziksel, biyolojik ve psikolojik birtakım testlerden geçiriliyordu.

Yaklaşık bir yıl süren taramalar sonucunda birçok öğrenci, eğitimci, devlet memuru, gazeteci ve bürokrat çeşitli akıl hastalıklarına sahip oldukları tanısıyla müşahede altına alındı ve ailelerine tedavi sürecini kabul ettiklerine dair beyanlar imzalatılarak, herkesten habersiz Norilsk yakınlarındaki bu akıl hastanesine götürüldü.

Kamuoyunca bilinmese de parti içinde bu binaya “Maksim Gorki” deniliyordu. Projeye karşı çıkan parti üyelerini susturmak için böyle tutkulu bir ismin seçildiği kolayca anlaşılıyordu. Çok kısa sürede, yurdun dört bir yanından yüzlerce çocuk, kamu görevlisi, gazeteci, yazar ve bürokrat deli gömleği giydirilerek Maksim Gorki’nin serin koridorlarına kapatıldı ve bir daha kendilerinden haber alan olmadı.

Peki bunca yıl sonra bu gerçeği gün yüzünü çıkaran şey ne oldu? Elimizdeki kısıtlı bilgilerin kaynağı olan Azad Yusupov buradan kurtulmayı nasıl başardı?

Dilerseniz bu sorulara cevap bulabilmek için şu anda aramızda olan ve olayın asıl kahramanlarından biri olan Yusupov’u dinleyelim…

Azad Yusupov, şaşkın bakışlara tezatlıkla eşlik eden alkışlar eşliğinde kürsüye çıktı. Yaşlılıktan çatallanmış sesini öksürüğüyle temizleyerek söze girdi:

- Çok uzun zaman oldu. Oraya nasıl gidildiğini hatırlamıyorum ama nasıl çıkıldığını çok iyi biliyorum;

Kışın bitiminde, toprakta karın kalmadığı ve hastane bahçesinde kır kırlangıçlarının öttüğü mart akşamlarından birinde doktor, dostu istihbarat şefini kapıya kadar geçirmek için dışarı çıkmıştı. Bu sırada mendilden yaptığı kumbarasıyla Çinli Minghao avluya girmek üzereydi. Başında şapkası yoktu, çıplak ayaklarına küçük lastik galoşlarını geçirmişti ve elinde harçlıklarını sıkıştırdığı küçük gazete bültenleri vardı. Soğuktan titreyerek ve gülümseyerek doktora:

-Bir ruble versene! –dedi.

Reddetmeyi hiçbir zaman beceremeyen Alexander Kochenkov ona on ruble verdi. Adamın çıplak ayaklarının ince, kızarmış bileklerine bakarak “Islak yerlerde böyle dolaşması hiç iyi değil,” diye düşündü.

Hem acıma hem de tiksinmeye benzer duyguyla Çinlinin ardından binaya girdi. Yürürken adamın bir kel başına bir ayak bileklerine bakıyordu. Binaya girmekte olan doktoru gören Toktobay ıvır zıvır yığınının içinden zıplayarak esas duruşa geçti. Alexander Kochenkov yumuşak bir sesle:

-Merhaba Toktobay, -dedi. –Bu Çinliye bir çift çizme vermeli, yoksa üşütecek.

-Elbette, sayın doktor. Durumu idare amirine ileteceğim.

-Lütfen. Benim adıma iste. Benim rica ettiğimi söyle. Antre koğuşa girilen kapı açıktı. Yatağında dirseğine dayanmış uzanmakta olan Botir Abdullayev endişe içerisinde dışarıdan gelen yabancı sese kulak kabarttı ve birdenbire doktorun sesini tanıdı. Bütünüyle öfkeden titreyerek yerinden fırladı; kıpkırmızı, sinirli bir yüzle, gözleri yuvalarından fırlamış bir halde koğuşun ortasına doğru koştu ve bir kahkaha atarak bağırdı:

-Doktor gelmiş! Sonunda geldi! Tebrik ederim baylar, doktor ziyaretiyle bizi şereflendirdi! Lanet sürüngen seni!

Botir Abdullayev daha önce koğuşta hiç görülmemiş bir taşkınlıkla ayaklarını yere vurarak bağırıyordu:

-Öldürmek gerek bu sürüngeni! Hayır, öldürmek yetmez! Pislik çukurunda boğmalı!

Bunu duyan Alexander Kochenkov koğuşun içine doğru baktı ve yumuşak bir sesle sordu:

-Neden?

Botir Abdullayev kasılarak sabahlığına sarındı ve tehditkâr bir tavırla doktora doğru yaklaştı.

-Neden mi? – diye haykırdı.

Tiksintiyle ve tükürmek istermişçesine dudaklarını büzerek saydırmayı sürdürdü:

-Neden mi? Hırsız! Şarlatan! Cellat!

Alexander Kochenkov gülümseyerek suçlu suçlu:

-Sakin olun, -dedi. –Sizi temin ederim ki bugüne kadar hiçbir şey çalmadım, diğer söylediklerinizi de oldukça abartıyorsunuz. Bana kızgın olduğunuzu görebiliyorum. Sizden rica ediyorum, mümkünse, lütfen sakin olun ve soğukkanlı bir şekilde neden bana sinirlendiğinizi söyleyin.

-Beni neden burada tutuyorsunuz?

-Hasta olduğunuz için.

-Evet hastayım. Ancak siz de biliyorsunuz ki onlarca, hatta yüzlerce deli özgürce dışarıda dolaşıyor, çünkü cehaletiniz yüzünden onları sağlıklı olarak ayırt edemiyorsunuz. Neden ben ve bu zavallı insanlar, dışarıda dolaşanların yerine burada günah keçisi gibi oturmak zorunda? Siz, sağlık memuru, idare amiri ve bütün hastane güruhunuz; ahlaki bakımdan hepimizden ölçülemeyecek derece aşağı konumdasınız. Neden burada oturan siz değilsiniz de biziz? Mantık bunun neresinde?

-Konunun ahlaki yönle ya da mantıkla alakası yok. Her şey tesadüften ibaret. İçeri kapatılanlar oturuyor, kapatılmayanlar ise dışarıda dolaşıyor. Hepsi bu kadar. Benim doktor olmamda sizin akıl hastası olmanızda ne ahlak ne mantık arayabilirsiniz. Bu sadece boş bir tesadüften ibaret.

Botir Abdullayev boğuk bir sesle:

-Bu saçmalığı anlamıyorum…-diye söylendi ve yatağına oturdu.

Toktobay’ın, doktorun yanında üstünü aramaktan çekinmediği Allahberdi, yatağının üzerine ekmek, kâğıt parçaları ve küçük kemikler dizmişti. Halen soğuktan tir tir titreyerek hızlı ve melodik bir sesle Farsça bir şeyler söylüyordu. Muhtemelen küçük bir dükkân açtığını hayal ediyordu.

Botir Abdullayev titreyen bir sesle:

-Bırakın beni, -dedi.

-Bırakamam.

-Neden bırakamazmışsınız? Neden?

-Çünkü bu benim elimde değil. Sizi salıverirsem bunun size ne gibi bir faydası olacak bir düşünün. Haydi gidin. Dışarıda vatandaşlar ya da polis sizi alıkoyup tekrar buraya getirecek:

Botir Abdullayev:

-Evet evet, haklısınız…-diyerek alnını ovaladı. –Korkunç bir durum bu! Peki ne yapabilirim? Ne?

Botir Abdullayev’ in sesi ve buruşturduğu gencecik, zeki yüzü Alexander Kochenkov ’un hoşuna gitmişti. Genç adama sevgi göstermek, onu yatıştırmak istiyordu. Yatakta adamın yanına oturdu, biraz düşündü ve kulağına eğilip kısık bir sesle şöyle dedi:

- Buradan çıkacağız Botir! Bundan hiç şüphen olmasın. Ama buradan çıkıp gitmek şu kalın sürgüyü kaldırmak, bu uzun direkleri aşmak sanıyorsan, bunu hemen şimdi, şu an yapabiliriz. Semerkant’ta doludizgin iki uzun gece geçirir, geçen beş yılda yapamadığımız her şeyi bıkana kadar yapabiliriz. Sonra sen gençliğinin baharındayken bıraktığın orta yaşlı sevgilinin kollarında, ben ise kundakta bırakıp geldiğim oğlumu okul yollarında izlerken uyuya kalabilir ve yakalanabiliriz. Ama bu kısa süreli bir özgürlük olur dostum. Neden cennette ev sahibi olmak dururken, misafir olmakla yetinelim? Buna inan dostum ve ümitsiz olma. Sonsuz bir özgürlük mümkün, bunun yolunu da biliyorum. Sen ve diğerleri… Bütün deliler… Deliliğin şanına yakışır şekilde akıllanırsak, tek bir vücut olup plana sadık kalırsak çıkabiliriz. Ayağa kalktı ve tekrar elini sıkarak:

- Göreceksin Botir, dedi. Çok hızlı ve kolay olacak!

Alexander Kochenkov imalı bir tebessümle sırtını döndü ve koridorun diğer yönündeki kalabalığa doğru ilerlemeye devam etti. Tokalaşırken Botir’ın avucuna gizlice bir not bırakmıştı. Botir bir yandan bu kötü yazılmış notu okumaya çalışıyor, bir yandan da doktorun söyledikleri hakkında düşünüyordu. Birden:

- Ama nasıl olabilir? dedi kendi kendine. Doktor evli bile değil. Üstelik her gün mesai bitiminde hastaneden çıkıp, özgür insanlar gibi evine gidiyor. Çocuğunu beş yıldır göremiyor olması imkânsız. Üstelik o da benim gibi Almatı’da yaşadığını söylemişti. Neden özgürlüğe kavuştuğumuz saatleri Almatı yerine Semerkant’ta ziyan edelim ki? Daha doğrusu zaten özgür olan doktor neden iki günlük bir özgürlüğe kendini tutsak etsin?

Düşünceler zihninde akıp giderken, notun yazılı olduğu kâğıdı yastığıyla siper ediyor, yatağına sabitleyerek kırışık yerlerini düzeltmeye çalışıyordu. Bir müddet sonra bu eğri büğrü harfleri birleştirdi ve hecelemeye başladı:

- Ge-ce ya-rı-sı es-ki ye-mek-ha-ne-de bu-lu-şa-lım yüz-o-tuz-dört…

Yazının altında bir de italik şekilde yazılmış “W” harfi bulunuyordu. Yazıyı birkaç defa daha okudu. Yanıp sönen kontrol ışığı soluk sarı yansımasını penceresine vurdukça bunların iç içe geçmiş V harfleri olduğunu anladı. Gözlüğünü takıp iyice yaklaşınca da tamamıyla ikna oldu. Yazının sağ alt kısmına iliştirilmiş harfler aceleyle karalanmış bir imzayı andırıyordu. “V” ve “V” diye düşündü Botir. Bir isim ve soy isim olmalı. Ama kim? Kafasını sırtı kapıya gelecek şekilde duvara doğru döndü. İsimleri ve yüzleri düşündü. O bezgin kontrol ışığının altında doktor elbisesiyle yanına gelenin Alexander Kochenkov olmadığına emindi artık. Duvara attığı çentikler de 25 Aralık’ı gösteriyordu. “Bugün Noel’di diye düşündü, doktor izinliydi. Hemşireler, memurlar hatta güvenlikler bile… Bir tek kapı bekçisi nöbetçiydi. O da kameralar ve uyarı sistemiyle denetlendiğinden görev yerini terk edemezdi. Öyleyse geriye pek seçenek kalmıyor dedi. Avucuna bu notu sıkıştırıp ona özgürlük vaat eden ses kendisi gibi bir tutsağa ya da doktorun tabiriyle “hastaya” ait olmalıydı.

Bir yandan isimleri düşünürken, bir yandan da kulağına fısıldanan sözleri hatırlamaya çalışıyordu:

- Semerkant’ta doludizgin iki gece…. Kundakta bırakılıp gelinen oğlan çocuğu….

- V ve V…

V …. V…?

Birden “buldum!” diye yatağından sıçradı. Sessizliğe gömülü koğuştan homurtular geliyordu. Hiç kimse ayaklanmadan sıçradığı yere usulca geri döndü. Semerkant detayı, oğlan çocuğu ve sevgilisiyle ilgili detaylar “V ve V” harfleriyle birleşince tek bir kişiyi işaret ediyordu: Vidadi Volkova!

Vidadi Volkova’yı tanımayan yoktu. Doktorlar, hemşireler, temizlik görevlileri, levazımatçılar, emekli personeller hatta ümit kesilen demans hastaları bile… Yediden yetmişe herkes onunla ilgili doğrudan veya dolaylı bir hikâyeye sahipti. Hiç karşılaşmamış olanlar dahi onunla ilgili rivayetleri orada bulunmuş veya Vidadi onlara anlatmış gibi iştahla anlatıyorlardı.

Bütün hastane onun geçmişine, karanlık tarafına dair bilgi kırıntılarıyla, efsanelerle doluydu ve tanıdıkları kadar ondan çekiniyorlardı da. Çünkü o, koridorda, koğuş içinde, hastane bahçesinde veya yemekhanede ne zaman bir topluluk görse hemen yanlarına gidiyor, nutuklar atmaya başlıyor ve özgür olabileceklerini söylüyordu. Bunu yaparken o kadar köpürüyor ve kendinden geçiyordu ki zamanla bütün hastalar onun buranın en büyük delisi olduğunu düşünmeye başladı. Hastane yönetimi de bütün bu gelişmeler ışığında onu daha önce kimseye bahşedilmeyen “kırmızı tedbire” layık gördüler.

Şimdi saatler gece yarısına yaklaşırken, Botir Abdullayev, bir yandan elindeki not kağıdına bakıyor bir yandan da Vidadi Volkova’yı zihninin mahkemesinde yargılıyordu. Ona güvenebilir miydi? Emin değildi. Bir kulağıyla koridordaki ayak seslerini dinliyor bir yandan da bu şanlı delinin gecenin bir yarısı onu yatağından kaldırıp eski yemekhaneye götürecek cesarete değip değmeyeceğini düşünüyordu.

Bir müddet sonra koğuşta hareketlenmeler başladı. Gürültü yapmak istemeyen hastalar parmak uçlarında yürüyerek koridora akın etmeye başladılar. Botir Abdullayev yalnız olmadığını anladı. Vidadi Volkova, o yarı aydınlık saatlerde doktor kıyafetiyle bütün koğuşları tek tek dolaşmış ve bu kötü yazılmış notlardan bütün tutsaklara dağıtmıştı. Kalabalığı görünce “Sahiden de büyük deliymiş!” diye geçirdi içinden ama kaybedecek bir şeyi olmadığından yatağında hızlıca doğruldu ve ufak adımlarla parmak ucunda ilerleyen sürüye katıldı.

Şizofreni, depresif bozukluk, bipolar, anksiyete gibi çeşitli tanılarla gözlem altına alınan her yaş grubundan, her cinsiyetten bir grup insan binanın en alt katındaki eski yemekhanenin önünde toplandılar. İsmi okunan hızlıca içeriye giriyor, elindeki kâğıda ve koltukların üzerindeki numaralara bakarak yerini bulmaya çalışıyordu. Botir Abdullayev, bu manzarayla karşılaşınca notun sonunda yazan “yüz otuz dört” sayısının koltuk numarası olduğunu anladı. İsmi okunur okunmaz içeri girdi, koltuğunu herkesten önce buldu ve oturdu. Kuyruktayken numaraların kronolojik bir sırayla gittiğini ve her bir sırada 15 koltuk olduğunu görmüştü. Bu hesaba göre dokuzuncu sıranın sondan bir önceki koltuğu onun için ayrılmıştı, bulması zor olmadı.

Herkes kendisine ayrılan yerlere oturunca, Vidadi Volkova yemek masalarını birleştirerek oluşturduğu yüksek kürsüsüne çıktı. Elinde ince bir çubuk taşıyordu. Tek tük işitilen çatlak sesleri susturmak için masaya üç kez vurdu. Üçüncüden sonra gürültü giderek azaldı, homurtular yerini meraklı bir sessizliğe bıraktı. Yeterli dikkati topladığını düşününce, derin bir nefes aldı ve gür bir sesle:

- Kıymetli Dostlarım! Dedi. Gözlerinin içi parlıyordu. Biliyorum uzun zamandır özgür olacağımız, bu deli gömleğinden kurtulacağımız günü bekliyorsunuz. Dışarıda yüz binlerce deli elini koluna sallayarak dolaşırken, cehaletlerinden ve ahlak şövalyeliği kisvesi altındaki ahlaksızlıklarından bizi buraya toplayanlara nefret besliyorsunuz. Onlarla yüzleşmek, ne kadar akıllı ve dürüst olduğunuzu, yanıldıklarını göstermek istiyorsunuz. Ailelerinize kavuşmak ve özgürce yaşamak istiyorsunuz!

- Kardeşlerim! O beklediğimiz kutlu gün yarın olabilir. Eğer plana sadık kalırsanız ve harfiyen uygularsanız buradan kurtulabilir ve yarın akşam yemeğini sevdiklerimizle birlikte yiyebiliriz!

Salonda birden homurtular yükseldi. Herkes yakınındakiyle konuşuyor, bunun ne kadar mümkün olup olmayacağını tartışıyordu. İçlerinden biri:

- Plana ne gerek var be deli adam! Dedi. Şu salondaki kalabalığa bak. Hep birlikte üzerine çullanırsak o gariban bekçi bize ne yapabilir?

İçlerinden bir grup bu sözleri onaylarcasına katıla katıla güldüler ve bekçiyi alt edip kaçma planını uygulamak için yemekhaneden ayrıldılar. Bu sırada Botir Abdullayev kalabalık arasında görüş ayrılıklarının başladığını görünce Vidadi’nin kulağına fısıldadığı sözleri hatırladı ve ona destek çıkmak adına söz aldı:

- Lütfen burayı dinleyin Aptallar! Buradan çıkıp gitmek şu kalın sürgüyü kaldırmak, bu uzun direkleri aşmak mı sanıyorsunuz, eğer öyleyse bunu hemen şimdi, şu an yapabiliriz. Semerkant’ta doludizgin iki uzun gece geçirir, geçen beş yılda yapamadığımız her şeyi bıkana kadar yapabiliriz. Sonra siz gençliğinizin baharındayken bıraktığınız orta yaşlı sevgilinizin kollarında, ben ise kundakta bırakıp geldiğim oğlumu okul yollarında izlerken uyuya kalabilir ve yakalanabiliriz. Ama bu kısa süreli bir özgürlük olur aptallar. Neden cennette ev sahibi olmak dururken, misafir olmakla yetinelim?

Vidadi Volkova kendi sözlerini duyunca, Botir Abdullayev’i hayranlıkla dinledi. Konuşması bitince gururlu bir tebessümle göğsünü gere gere başını salladı, söylediklerini tasdik edercesine onu onayladı. Botir’in sözleri hâlâ kararsız olanları planı dinlemek için ikna etmeye yetmişti. Söylediklerini mantıklı bulanlar ateşli sloganlar atıp onu alkışladılar. İlk defa kendisiyle gurur duyuyor ve kendini hareketin bir parçası olarak hissediyordu.

Kalabalığın büyük bir bölümünün salonda kaldığına emin olan Vidadi, planı anlatmak için kürsünün ön bölümüne geldi. Hemen kapının ağzında beklemekte olan takım elbiseli üç adamı kürsüye çağırdı. Parmağını en soldakine doğru uzatarak söze girdi:

- Bu gördüğünüz yiğit adam yarının kahramanlarından Pavlo Nikolay! O, Moskova’nın en prestijli televizyonlarından birinde haber müdürü.

Hiç ara vermeden orta sıradaki takım elbiseliyi göstererek:

- Ve bu gördüğünüz yiğit adam yarının kahramanlarından Otabek Cumabay! O, ülkenin en tirajlı gazetelerinden birinde köşe yazarı.

Kalabalıkta giderek mırıldanmalar, söylenmeler başlıyordu. Lafı çok uzatmadan parmağını sağ taraftakine uzattı:

- Ve bu gördüğünüz yiğit adam ise yarının kahramanlarından Mishenka Markov! O, halihazırda bulunduğumuz bölgenin yöneticisi ve emekli, saygın bir bürokrat.

Salondaki bütün hastalar, kürsüdeki üç takım elbiseli adama bakarak yorumlar yapıyor, bu adamların planla olan ilgisini çözmeye çalışıyordu. Meraklı gözleri seyreden Volkova hiç ara vermeden devam etti:

- Kardeşlerim! Takdir edersiniz ki bu siyahla beyazın birbirine karıştığı çağda bütün renkler gri olmaya mahkûm edilmiştir. Bütün duygular ve sıfatlar algıya yenilmiştir. Akıllılar ve deliler, iyiler ve kötüler, haklılar ve haksızlar, zenginler ve fakirler, olduklarından bağımsız olarak algılandıkları yeni bir kavramın parçası haline geldiler. İyilik ve kötülük, akıllılık ve delilik güçlü bir algının tarafına göre değişebilir olmuştur.

- İşte kardeşlerim! Bu gördüğünüz üç yiğit adam bizi bu delilikten kurtaracak güce sahipler! Medyaya ve unvanın getirdiği güvenilirliğe…

Bilimden bahsediyordu, stratejiler belirliyor, felsefi sözler ediyordu ama hiç kimse Volkova’nın söylediklerinden bir şey anlamadı. Yine de iyi şeylerden bahsettiğini, niyetinin güzel olduğunu düşündüler ve onu dinleme nezaketini sürdürdüler.

- Kardeşlerim! Kaybedecek bir dakikamız bile yok. Hemen yan taraftaki kütüphanede bir ofis oluşturduk. Burada laboratuvar ünitesi, kitaplıklar ve geniş bir toplantı masası var. Burada Bay Nikolay size fotoğraflar çekecek, videolar hazırlayacak. Bay Cumabay en akıllılarınızla röportajlar yapacak, özgeçmişlerinizi not edecek. Lütfen onlara yardımcı olun! Akşam yemeğini sevdiklerimizle yiyeceğiz!

Volkova’nın çoşkulu konuşmasının ardından on beşerli gruplar halinde kütüphaneye geçildi. Birtakım fotoğraflar çekildi, videolar düzenlendi ve önceden seçilmiş kişilerle röportajlar yapıldı.

Botir Abdullayev, ilk başta anlam verememiş olsa da numara sisteminin önceden belirlenen kişileri bulmak için tercih edildiğini anladı. Yüz otuz dört numaradaki payına Çarlık Dönemi Edebiyatı’yla ilgili röportaj düşmüştü. Severek yaptı. Özgürlük istiyordu ve alkış olayından sonra Vidadi’ye olan bağlılığı da artmıştı ama yine de içinde filizlenen bir sıkıntı tüm damarlarında dolaşıp beynine saplandı. “Başarabiliriz” dedi yine de ama organizasyonun büyüklüğü onu huzursuz ediyordu. Hemen ön sırada bulunan yüz otuz beş numaralı hasta, mırıldanmalarından anlamış olacak ki kafasını hafifçe çevirerek söze girdi:

- Hiç endişe etmeyin genç adam, o ne yaptığını çok iyi bilir…

Botir Abdullayev, bu yaşlı bunağın da Vidadi Volkova’yı buradaki herkes kadar tanıdığını, sonu gelmeyen efsanelerden, aslı astarı olmayan dedikodulardan payını aldığını düşünüyordu, onu hiç umursamadı, uzak bir mesafeden Vidadi ve yanındaki üç adamı izleyerek endişeli bir halde tırnaklarını yemeye devam etti.

Onun bu ciddiyetsiz tavırları yüz otuz beş numaralı ihtiyarı öfkelendirmişti. Cüzdanından bir gazete küpürü çıkardı ve Botir’a doğru çevirdi. Git gide cüzdanının şeklini almaya başlayan bu sayfanın ön yüzünde beyaz tütüsü ve siyah mayosuyla seyircileri selamlayan bir kız çocuğu bulunuyordu. Boynundan sarkan şeref madalyasının hemen altında kalın puntolarla Moskova Devlet Akademik Klasik Bale Tiyatrosu yazıyordu.

- Pek tatlıymış. Torununuz mu? Diye sordu Botir Abdullayev.

- Evet, dedi yüz otuz beş numara. Ama seni asıl ilgilendiren sayfanın öbür yüzü.

Usulca kâğıdın diğer yüzünü çevirdi. O anda çok meşgul olan Botir Abdullayev sayfayı görür görmez yemekte olduğu tırnaklarını tükürdü, üç adamı ve Vidadi’yi takip etmeyi de bıraktı. Çünkü çilli yüzü, uzun burnuyla kimsenin bilmediği o genç Vidadi karşısında duruyordu. Fotoğrafın üstünde ince puntodan iki satırlık bir yazı vardı. “Meşhur gazeteci Vidadi Volkova…” ya kadar okudu, gerisine dikkat etmedi. Şaşkın gözlerle genç Vidadi’ye uzun uzun baktı. Hakkında türlü efsaneler dinlediği adamın ilk gerçek hikayesine bakıyordu. Yüzünü tüm ayrıntılarıyla incelerken, ihtiyar sözlerine devam etti:

- Vidadi Volkova bizim zamanımızın en ünlü gazetecilerinden biriydi. Özbek’ti. Birçok Batı dilini ve Çinceyi iyi derecede konuşabiliyordu. Washington Post, Der Spiegel, The Sun, Lemonde gibi önemli gazetelerden Rusçaya tercümeler yapıyordu. Çok çalışkan ve zekiydi, önü açık görülüyordu.

- Madem çalışkan ve zekiydi, dedi Botir Abdullayev, bu tımarhanede ne işi var?

- Çalışkan ve zekiydi ama, dedi yaşlı adam. Bir gün beklenmedik bir hata yaptı. Ülkenin en tirajlı gazetelerinin birine “gökyüzü mavidir!” diye bir manşet attı.

- Bunda ne var? Diye sordu Botir. Herkesin bildiği bir gerçeği söylemek delilik mi oluyor?

- Hayır, dedi yaşlı adam. Onun asıl deliliği, herkesin bildiği bir gerçeği herkese söylemesidir.

Hakikat sır ister.

Botir Abdullayev sözü uzatmak istemedi. Öğrenmek istediğini öğrenmişti. Deneyimi ve liyakatiyle Vidadi Volkova bu iş için biçilmiş kaftandı. İçi rahatladı, ihtiyarın sözleri serin bir su gibi yüreğine serpildi. Artık gönül rahatlığıyla uyuyabilir, özgürlük hayalleri kurabilirdi.

Yukarıya çıkıp keyifle yatağına uzandı. Bir an önce günün doğup batmasını, akşamın gelmesini istiyordu.

Gün doğup batıp akşam olunca, her zamankinden farklı olarak yemekhanenin kapısı daha erken açıldı ve bütün hastalar daha önce hiç yapmadıkları şekilde, aynı anda masalara oturdular. Kavga veya tartışma olmadı. Gençler sıralarını ihtiyarlara verdi, ihtiyarlar da çürük dişlerinden dolayı yiyemedikleri tatlılarını gençlere ikram ettiler. Herkesin yüzünde derin bir huzur, sakalları ya da saçlarıyla gizleyemedikleri bir mutluluk vardı.

Bir müddet sonra Vidadi Volkova son derece soğukkanlı bir şekilde yemekhaneye girdi, dostlarının ona ayırdığı sandalyeye oturmadı. Benmariden çatal ya da kaşık da almadı. Hızlıca salonu geçip antrede bulunan uzun ve geniş ekranın önünde durdu, bir müddet kalabalığı süzdü. Herkesin burada olduğuna emin olunca bulduğu ilk sandalyenin üzerine çıktı:

- Kardeşlerim! Dedi.

Kalabalıktan slogan ve alkışlarla dolu bir uğultu yükseldi. O an arka masada yemek yemekte olan doktor ve sağlık ekibi başlarını kaldırıp bu tuhaf görünümlü adamı görünce yemeklerini yemeye devam ettiler. Vidadi Volkova yine her zamanki nutuklarından birini atıyor, hastalar da hep bir ağızdan onunla eğleniyor diye düşündüler.

Beklediği tepkiyi alan Volkova, konuşmasını sürdürdü:

- Planlarımız beklenildiği gibi tıkır tıkır işlerse, birkaç dakika sonra arkamda gördüğünüz bu dev ekranda özgürlük için ilk adımımızı atacağız!

Kalabalık hep bir ağızdan sevinç çığlıkları atıyor, özgürlük şarkıları söylüyordu.

Volkova rüzgârı ilk defa sırtında hissetti.

Göğsünü gerip daha güçlü bir sesle:

- Kutlu olsun! Dedi.

Kalabalık iyice kendinden geçmişti.

Birkaç dakika sonra akşam bülteni başladı. Planlar beklenildiği gibi tıkır tıkır işliyordu…

Ülkenin irili ufaklı bütün televizyon kanalları ortak bir yayın ağına bağlanmış, ilk manşetten “Maksim Gorki Akıl Hastanesi’nin aslında bir akıl hastanesi olmadığı, devlet eliyle üstün zekalıların yerleştirildiği bir proje üssü olduğu” haberi yayılıyordu.

Ekranın hemen altında akan şerit yazıda “ülkenin geleceği adına ileri zekalı olan yurttaşlarla, sıradan olanların ayrıştırıldığı, ileri zekalı olarak tespit edilenlerin ömür boyu gerekli hak, imtiyaz ve imkanlarla devlet güvencesine alındığı ve bu üsse yerleştirildiği” bilgisi akıyordu.

Bültene telefonla bağlanan bir gizli tanıksa “toplumda infiale sebebiyet vermemek adına bir önceki hükümet tarafından projenin gizli yürütüldüğünü, ancak doğumundan itibaren çeşitli testler ve gözlemlerle seçilen yurttaşların bu üsse kabul alabildiğini, akıl hastanesi fikrininse güvenlik açısından uygun görüldüğünü” ifade ediyordu. Hastaların dün gece verdiği röportajlar “ülkemizin dâhileri” başlığıyla bütün radyo ve televizyonlarda sergileniyor, üstün nitelikleri çeşitli övünç ifadeleriyle dilden dile dolaşıyordu.

Aynı anda milyonlarca insanın izlediği bu bültenler, bütün yurtta bir şok etkisi yarattı…

Ülkenin farklı bölgelerinden birçok vatandaş olayın aslını öğrenmek için sokaklara dökülüyor, hükümeti ve senato üyelerini açıklama yapmaya davet ediyordu.

Proje ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan hükümet yetkilileri ve senato üyeleri sessiz kalmayı tercih ediyor ve olayın araştırılması için bir komisyon kurulmasını teklif ediyordu. İlerleyen saatlerde baskılara direnemeyen senato başkanı, bölge sorumlusu Mishenka Markov’la iletişime geçilmesini istedi.

Beş dakika sonra Markov hattın ucundaydı. Nezaketi düşünecek durumda olmayan senato başkanı gür ve öfkeli bir sesle:

- Bu saçmalıklar da ne oluyor Markov? Diye sordu.

Mishenka Markov, uzun yıllar edindiği bürokrasi ve politika deneyimleriyle birlikte lafı yuvarlıyor, doğru taşa oynuyordu. Konuşma boyunca bütün bunlardan eski hükümetin sorumlu olduğundan, koltuklarında biraz daha fazla kalabilmek adına kendilerine rakip ve rejimin geleceğine tehdit olarak gördüklerini bu üsse getirdiklerinden ve akıl hastanesi etiketi altında iradelerinin ellerinden alındığından bahsediyordu.

Uzun süreli bir sessizlik oldu.

- Peki, dedi senato başkanı. “Ben halledeceğim” dedi Mishenka. Hiç merak etmeyin.

Senato başkanı bütün bunları sakinlikle dinledi. Nihayet olan bitenle ilgili bir günah keçisi bulunmuştu. Eskiye nazaran biraz daha rahattı. Ama yine de hiçbir açıklama yapmadı, olan bitenden eski hükümeti de sorumlu tutmadı.

Çünkü hükümet de senato üyeleri de koltuklarında daha uzun süre kalmak isteyip istemediklerine henüz karar vermemişlerdi.

Bütün bunlardan bağımsız olarak, Vidadi Volkova, Botir Abdullayev ve arkadaşları akıl hastanesinin yeni yemekhanesinde gururla gelişmeleri takip ediyor, ilk defa kendilerini önemli ve değerli görüyorlardı.

Planının kusursuz bir şekilde, tıkır tıkır işlediğini gören Volkova, kahkahalar atarak kalabalığa döndü:

- Ey deliler! Dedi. Şimdi deliliğin şanına yakışır şekilde eğlenelim ve neler olup bitiyor görelim…

Eğlendiler, yiyip içtiler ve yorulduklarında bir kenara çekilip nelerin olup biteceğini beklemeye koyuldular…

O gün hiçbir şey olup bitmedi…

Ertesi sabah Botir Abdullayev, kulaklarını sağır eden bir gürültüyle uyandı.

Pencereden dışarı baktığında yüzlerce insan hastanenin önünde toplanmış, sloganlar atıyor, pankartlar sallıyordu.

Öğleye doğru bu sayı çığ gibi büyüdü… Binleri, on binleri, yüz binleri buldu…

Üsse kabul almak isteyen yüzbinlerce insan birbirlerini eziyor, çığlıklar atıp, görevlilerle çatışıyordu.

Bir müddet sonra son dakika ibaresiyle öğlen bülteni duyuruldu. Hükümet başkanı ve Mishenka Markov ortak bir basın toplantısı yapıyordu.

Önceden anlaştıkları gibi sözü ilk olarak Markov aldı:

- Buradan bütün vatandaşlarımıza sesleniyorum. Sakin ve sabırlı olun. Hiçbir yurttaşımız üzülmeyecek ve mağdur olmayacak. İlla ki ülkenin geri kalan kısmında devletimizin gözünden kaçan yurttaşlarımız olabilir. Bu nedenle hükümetimiz bugünden itibaren Üstün Zekalılar Üssü’ne sınavla alımlara başlayacaktır.

Hemen ardından söz alan hükümet başkanı, hastanenin önündeki milyonlardan etkilenmiş olacak ki, halka daha fazla Üstün Zekalılar Üssü açacağını ve önümüzdeki beş yıl içerisinde hiçbir vatandaşın dışarıda kalmayacağını vaat ediyordu.

Bir müddet sonra yüzlerce, binlerce insan akıl hastanesine kabul almaya başladı.

Devlet yönetiminden, bürokrasiden, sanat, bilim ve spor camiasından nice nüfuzlu insan kendileri veya yakınlarına kabul alabilmek için perişan haldeki yetkilileri gün boyunca meşgul ettiler.

Hatta bir zaman sonra doktor ve sağlık ekibi de bu olanlara inanmaya başladılar ve rüşvet karşılığı kabul ilanını çevresindekilere pazarladılar.

Sonucunda yatakhaneler dolup taşmış, yemekhanede, spor salonunda, antrede, hatta bahçede bile adım atacak bir yer kalmamıştı.

Kısa süre içinde hastane yönetimi acil toplantı kararı aldı ve toplantı sonucunda binanın bu kadar insan yükünü kaldıramayacağını ve ayrılıklar yaşanabileceğini duyurdu.

Sayıca daha fazla olan yeniler isyana başladılar. Eski sakinlerin zaten uzun zamandır burada olduklarını, artık gitmeleri gerektiğini söylüyorlardı.

İlk başta bu fikre karşı olan hastane yönetimi, çatlak seslerin artmasıyla bu konuyu değerlendirme kararı aldı.

Çok vakit geçmeden demokraside karar kılındı ve nihai kararı tespit etmek için hastane içerisine sandıklar kuruldu…

Plan tıkır tıkır işliyordu…

Hava kararmadan bütün sandıklarda oy sayımı bitmiş, netice belli olmuştu. Hastane yönetimi yemekhanenin balkonundan sonuçları hastane sakinlerine arz etti:

- Değerli hastane sakinleri, yüzde 95 oranında ezici bir üstünlükle, eski sakinlerin gönderilmesine karar verilmiştir.

Daha kalabalık olan yeniler kararı coşkuyla karşıladılar ve valizlerini hazırlamaları için eski sakinlere yatakhaneye kadar eşlik ettiler.

Henüz gün bitmeden, Vidadi Volkova, Botir Abdullayev ve arkadaşları Yenilikçilerin azgın protestoları eşliğinde yaka paça Maksim Gorki Akıl Hastanesi’nden atıldılar…

Dostlarının gözlerindeki mutluluğu gören Volkova:

- Dostlarım! Dedi, işte size sonsuz özgürlük! Gidin ve doyasıya yaşayın!

Kalabalık içerisinde birbirini tanıyan tanımayan herkes kucaklaşıp vedalaştı… Ülkenin dört bir yanına dağıldılar…

Vidadi Volkova en son kundakta gördüğü oğlunun okuluna,

Botir Abdullayev ise sevgilisinin şefkat dolu kucağına koştu.

Ama ne Vidadi biricik oğlunu ne de Botir biricik sevgilisini bulabildi…

Bütün yakınları Maksim Gorki’ye kabul almak pahasına, deli gömleğini giymeye razı olmuştu…

Azad Yusupov, yarı gurur yarı endişeyle yaptığı bu konuşmasından sonra bir süre duraksadı. Salondakileri ve Attila Molnár’ı göz ucuyla süzdükten sonra konuşmasına devam etti. Hâlâ bir şeylerden çekiniyor, korkuyor gibiydi:

- O gün, Vidadi, Botir, babam ve nicesi büyük bir sevinçle vatanlarına doğru yola çıktı. O günler annem ve Bagila teyzem Pavlodar’da bir dikiş atölyesi işletiyordu. Burası babamın RSFSC Edebiyat ve Yayın İşleri Ana İdaresi’nde memurken gizlice açtığı küçük, şirin bir dükkandı. Hem maaşının geçinmeye yetmeyişinden hem de Rus asıllı olmayanların SSCB’deki geleceğinin belirsizliğinden açmıştı burayı. Her akşam yemeği, söz arasında “işi iyi öğren Saltanat, elinde bir altın bilezik olsun” diyordu. Bunun ne anlama geldiğini ne yazık ki bir Eylül sabahı ansızın onu götürdüklerinde anladım. Gerçekten de annem ve Bagila teyzem yıllarca o altın bilezik sayesinde bana ve kuzenlerime baktılar. Bizi açta açıkta komadılar. Okulda, sokakta ve kolhozda aşsız ve başsız bırakmadılar. Ne dediysek aldılar, alamadıklarına senet yaptılar. Kuzenlerime göre daha az talepkâr bir çocuk oldum hep. Annemin ve teyzemin mahcubiyetini anlıyordum. Acım daha katmerliydi. Bunda Aldemir eniştemin ölümüyle babamın ansızın yok oluşu arasında tuhaf bir ilişki de vardı belki. O Afganistan savaşında Hidemat milislerinin döşediği mayınlara basarak ölmüştü. Parçalara ayrılan cesedini hemen yanı başında savaşan kardeşi teşhis etmişti. Naaşı Herat’tan Pavlodar’a askeri uçaklarla götürülmüş ve tören eşliğinde defnedilmişti. Karısı ve çocuklarına Altın Yıldız madalyasını Gorbaçov bizzat kendi elleriyle takdim etmişti. Ertesi gün askerî yayınlar yapan Krasnaya Zvezda gazetesi “Kanıyla ordumuza hayat veren yoldaş” diye attığı başlıkta “bastığı mayınla onlarca subayı ve bir Sovyet bölüğünü ölümden kurtardığından” bahsediyordu. Neticede o bir kahramandı ve çocukları onun artık nerede olmayacağını, ellerinin, yüzünün yahut güçlü kollarının nerede çürüdüğünü biliyordular. Yaşarken yaptıklarıyla gurur duyuyorlar ve acıları da hafifliyordu. Bense yaşayıp yaşamadığı belli olmayan akıl hastası bir adamın oğluydum. Annemse, babam gibi beni de bir gün alıp götüreceklerinden korkan bir kadındı. Bu birkaç yakın akrabanın aklına düşürdüğü şüphelerin sonucuydu elbet. Hastalığın genetik olduğunu, Azad’ın da akıl hastası olabileceğini söylüyorlardı. Küçükken çocuk aklıyla yaptığım birkaç haylazlığı örnek gösteriyor, annemi ve teyzemi de buna ikna etmeye çalışıyorlardı. Açıkçası sonraları ben de bunun doğru olduğuna inanmaya başlamıştım. Bir gün beni de okuldan, evden veya herhangi bir sokaktan alıp Gaz Volga[1]’nın o soğuk koltuklarında öylece götürmelerini bekliyordum. Bir yandan içten içe “hem böylece babamı da görebilirim” diyordum. Ama bir yandan da ona ne olduğunu, nereye götürüldüğünü bilemiyor oluşum beni iyice geriyor, uzun düşüncelere celp ediyordu.

Nihayet yazın sonunda, kara gagalı Sumruların İrtiş’i terk ettiği yağmurlu göç günlerinin birinde, yuvalarını kurdukları sokak megafonlarından duyulan o malum anons her şeyi birdenbire değiştirdi. O gün ben ve kız kardeşlerim güney Tobol yolundaki okulumuza gitmek için erken uyanmış, yol üstünde yağmur bastırınca yel yeperek yelken kürek atölyeye sığınmıştık. Fırtınalı ve öğlen vakti göğün simsiyah olduğu bir gündü. Pazar yerinde herkes bir yere kaçışıyor, tezgâhlarını yağmurdan koruyan şemsiyelerini ve yemişlerle dolu sepetlerini peşlerinde götürüyorlardı. Ara sıra yanıp sönmekte olan şimşek karanlık sokakları aydınlatıyor, iş başındaki yemiş hırsızlarını ve yaltakçı balalarını birdenbire aşikâr ediyordu. Gök gürültüsü altında koşuşturmalar sürerken, küçük patırtılarla birlikte bir anons sesi bütün hengameyi aniden kesti. Sepet taşıyanlar yüklerini bir köşeye bıraktılar. Hırsızlar ve balaları ganimetlerinden feragat edip buldukları ilk sofaya sığındılar. Çuvallarla yemiş taşıyan tüccarlar ve telaşla tezgahlarını toplayan çırakları da yapmakta oldukları işleri bırakıp yüzlerini sesin geldiği megafona döndüler. Bu, iki ucu açık fakat bir tarafı gittikçe genişleyen trampet biçiminde bir aletti. Koniyi andıran ağzından rahatsız edici tiz sesler çıkarıyor, evlerinde, iş yerlerinde uyuyan veya herhangi bir işle uğraşan uğraşmayan herkesi çaresizce başında topluyordu. Paslı yüzeyi savaş yıllarının hatırasıydı. Uzun yıllar propaganda amacıyla kullanılmış, harp yıllardaysa ordu ile halk arasında bir sözcü görevi görmüştü. Bitkin metalinde Kızıl Ordu’nun “Kustanay-Orenburg-Saratov” güney telsiz hattının apoleti vardı. Stalingrad Muharebesi’ne römorklarla taşınan Türkistan Lejyonunu koordine etmek ve askerlerin motivasyonunu arttırmak için kullanılmıştı. Gün boyu çalınan kızıl ordu marşlarını ve Stalin’in tok sesiyle yaptığı o soğukkanlı çağrısını yaşı yetenler ezbere biliyordu. Cepheye gidenlerin ve geride kalanların tek arkadaşıydı bu megafonlar. Öyle diyordu dedem. Almanlar yenilip, savaş bittiğinde top ve silah sesleri gibi bu megafonlar da susmuş sonra. Şehirden, obadan, köyden bin bir ümitle cepheye taşınanların boşluğunu uzun bir ölüm sessizliği doldurmuş. İnsansız, kocasız, evlatsız kalanlar gibi sedasız kalmış bu garip alet de. Gazi bedeni Sığırcıkların, kara gagalı Sumruların yuvası olmuş. Yumurtalarından çıkan yavrular gagalarını sivriltmek isterken gövdesinde derin oyuklar açmış, darbeler alan iç aksamı iyice hasar görmüştü. Taksimatları birbirine bağlayan kablolar da temassızlık yaptığından boğuk ve cızırtılı sesler çıkarmaya başlamıştı şimdi.

Çarşıdaki telaşlı kalabalık can havliyle yağmurdan kaçışırken bir yandan da bu megafondan duydukları tuhaf sese kulak kabartıyorlardı. Annem de atölyenin önüne çıkıp bir süre onlara eşlik etti. Kulağını megafonun olduğu yöne doğru uzatıyor, gözlerini kısarak sesleri ayırt etmeye çalışıyordu. Ama hem gök gürültüsünün sesi hem çığlık içindeki insanlardan hiçbir şey anlaşılmıyordu. Sese eşlik eden boğuk ve cızırtılı fon da işitmeyi iyice zorlaştırıyordu. Bir müddet debelendikten sonra can havliyle bizi ve caddeye dağılmış olan kuzenlerimi atölyenin içinde topladı. Hızla kapıyı kapatıp kirişe dayalı ahşap kasanın içinden B6 model Sovyet el radyosunu çıkardı. Bu, babamın hafta sonları (genellikle de pazar günleri) öğlen bültenini takip etmekte kullandığı sarı ve gri renklerden oluşan hafif, eskitme bir cihazdı. Ön aparatında devamlı Kazak Radyosu’nun frekansı hizalıydı. Moskova’nın resmi iletileriyle başlayan yayını, yurdun dört bir yanından Rusça ve Kazakça bültenlerin hülasası ile devam ederdi. Hafta boyunca Glavlit[2]’in seçtiği eserleri Rusçaya çevirmekle meşgul olan babam, bu Kazakça bültenleri özellikle beklerdi. Evde veya atölyede, nerede olursa olsun yüksek ve kavisli kollara sahip tonet sandalyesine uzanıp, ana dilinden saatlerce bültenler, şarkılar, şiirler dinlerdi. Zamanla bu radyoda babam gibi eskimişti tabi. Transformatöre bağlı güç girişinde çeşitli arızalar ve paslanmalar olmuştu. Bazen olur olmadık yerlerde takılı kalıyor ve tekrar eden bültenlere bozkır türkülerinin eşlik etmesiyle de bizi babamın o keyifli günlerine götürüyordu. Bize keyifli geliyordu ama annemi içten içe yaralayan günlerdi elbet. Belki de bu yüzden babama ait bütün eşyaları kirişe dayalı o ahşap kasada saklıyordu. Çok gerekmedikçe kullanılmasını da istemiyordu. Ama o fırtınalı, simsiyah günde bunu hiç olmadığı kadar gerekli görmüş olmalı ki; hızla kasadan çıkardığı radyoya sarılıp o bozuk güç düğmesini aradı. İki eliyle yoklayıp sağ köşesinden sarkmakta olan arızalı tuşu buldu. Antrede şakalaşmakta olan beni ve kardeşlerimi susturarak, aparattaki frekansları parmaklarıyla yerine oturttu. Çok geçmeden radyonun tepesinde kırmızı-turuncu sinyal ışıkları yandı ve o boğuk, cızırtılı sesler yerini güçlü ve anlaşılır bir sese bıraktı. Bu UVB-76 istasyonuna bağlı The Buzzer askeri radyosunun ortak yayınıydı. Ulusal meselelerde tüm yerel radyolar bu ağa bağlanır ve yurdun dört bir yanından tek bir ses işitilirdi. Önce kutsal savaş marşının bir kısmı dinletilir, sonra kısa bir jenerikten sonra parti komitesinin ilgili duyurusu yapılırdı. Ama bu sefer ne kutsal savaş marşı ne de jenerik dinletildi. Uzun bir uyarı sinyalinden sonra UVB-76’nın gür sesli spikeri, her zamankinden farklı olarak yorgun ve telaşlı bir sesle son dakika bültenini duyurdu. Hükümet sözcüsünün kaynak gösterildiği haberde, geçmiş hükümet döneminde yürütülen bir projeden bahsediliyordu. Ülke çapında geniş bir genel sağlık taraması yapıldığı ve bazı yurttaşların akıl hastalığı tanısıyla gözlem altına alındığı vurgulanıyordu. Geçmiş hükümet adına uzun özür ve mahcubiyet cümleleri sıralanırken, sözü alan partinin eyalet sorumlusu Mishenka Markov; Maksim Gorki adı verilen akıl hastanesinin, aslında üstün zekalı yurttaşların toplandığı bir merkez olduğunu ve devletin çıkarları gereği toplumsal bir kargaşaya yol açmamak adına sivil yurttaşlardan gizlendiğini duyuruyordu.

O soğuk ve yağmurlu günde Pavlodar’daki atölyenin o küçük ve şirin avlusunda toplanıp bu haberi dinleyen herkes, istemsizce birbirimize bakıyor, muhtemelen aynı şeyleri düşünüyorduk. Şokun etkisiyle metnin içeriğini en son idrak eden dikkatle radyoya bakmakta olan annem oldu. Tekrarını dinleyince çığlıklar atarak bir anda dizlerinin üzerine, olduğu yere çöktü. Teyzem ve ben can havliyle koşup kollarına tutunduk. O bir yandan dizlerini dövüyor bir yandan da yarı baygın şekilde bir şeyler mırıldanıyordu. Teyzem hızlıca göz kapaklarını kontrol ederken, bir yandan göğsündeki düğmeleri açıyor, ben de elindeki radyoyu alıp bir köşeye koymak istiyordum. Ama o inatla sımsıkı sarılıp bırakmıyordu… Teyzemin komutuyla başını usulca dizimin üstüne yaslayıp, ellerini ovuşturdum. Bir müddet sonra çığlıkları duyan Nur Hanım Teyze, elindeki bardakla koşa koşa dükkâna girdi. Dizimi ittirerek başını kolunun altına aldı. “Saltanat bana bak”, dedi. Çenesini yavaşça tokatlayıp, “kalk şu sudan biraz iç” dedi. Annem başını biraz oynatınca “tuzlu su bak, iyi gelir” diye sürdürdü. Sudan bir yudum alınca yüzünü ekşitti, diklenip kendine gelir gibi oldu. Artık gözlerini açıp kapıyor, sayıklamaları daha net duyuluyordu. Bir eliyle Nur Teyze’nin bileklerini sıkıp “gördünüz mü bak… biliyordum…” diyordu. Sonra birden bayılıp tekrar ayılıyor “ben demiştim… gördünüz mü…” deyip geri yatıyordu. Bitkin halini gören Nur Hanım Teyze de “biliyorum kızım… biliyorum…” diyerek terli alnını okşamayı sürdürdü.

Nur Hanım Teyze gerçekten de annemin halinden iyi anlıyordu. Hatta bu çarşıda -belki biz de dahil- annemi onun kadar anlayabilecek ikinci bir kişi yoktu. Kocası Mir Yakub Efendi de tıpkı babam gibi bir gece ansızın ortadan kaybolmuş, bir daha onu ne bir gören ne de bir haber alan olmamıştı. Mahalleli içinde çok sonralar Stalin ve Parti aleyhinde çok konuştuğu ve bu yüzden karanlık bir sokakta gizlice Gaz Volga’ya bindirilip götürüldüğü dedikodusu çıkmıştı. Nur Hanım Teyze ilk başlarda bu dedikodulara riayet etmemiş, yana yakıla kocasını aramış olsa da çok geçmeden eli kolu bağlanmış, kaderine razı gelmişti. Kıyıda köşede üç beş birikmişiyle çarşıda bir terzi dükkânı açmış, kendini çocuklarına adamıştı. Teyzemin anlattığına göre, çocukları okula gitmeden her gün ceplerine harçlık sıkıştırır, “Stalin aleyhinde konuşmak yok” diye iyice tembih edermiş. Teyzemle aynı sınıfta okuyan büyük oğlu Ğalımbek, annesinin korkusundan Sovyet marşını beş dakikada ezberlemiş, Sınıfta ona yaklaşan dahi olamamış. Çocuklarının da babaları gibi olmasından korkan zavallı kadıncağız onları tam bir partizan gibi yetiştirmiş, hiçbir şeyden geri kalmalarına izin vermemişti. Annem de bana ve kardeşlerime karşı aynı kaygıları taşıdığından onunla birçok ortak noktaları vardı. Bütün çarşının onlara sırt çevirdiği günlerde bile Nur Hanım’la sırt sırta verir, kocalarının yokluğunu kimseye hissettirmezlerdi.

Annem biraz kendine gelince Nur Hanım Teyze koluna girdi, benim de diğer koluna girmem için gözüyle işaret etti. Koşup hemen diğer kolundan tuttum. Bir hışımla kaldırıp onu biraz ötedeki terzihaneye getirdik. Yol boyunca sayıklıyor, her dükkânın önünde durup “gördünüz mü bak… biliyordum... biliyordum… inanmadınız…” diyordu. Her söylendiğinde Nur Hanım Teyze bir eliyle ağzını kapıyor “tamam kızım… tamam, geçti…” deyip sesini gizliyordu. Bir müddet sonra terzihanenin önünde durduk. Burada Nur Hanım Teyze’nin küçük, yazlık bir döşeği vardı. Çocukları küçükken onları burada yatırıp, beslemiş bir yandan da ahalinin donlarını, eteklerini dikmişti. İki taraftan usulca çevirip annemi de o küçük döşeğe yatırdık. Küçük bir bez parçası alıp kirişteki muslukta ıslattı, biraz silkeleyip suyunu çekince getirip annemin yüzünde gezdirdi. Ben de iri bir yastık bulup ayaklarının altına iliştirdim. Git gide sakinleşip, uykuya daldı…

Çarşıda hâlâ boğuk ve cızırtılı anons sesleri duyuluyordu. Yağmur biraz hafifleyince çamur içindeki caddeye çıktım. Gürültü içeri girmesin diye kapıdan sonra pencereleri de kontrol edip örttüm. Ortalık biraz sakinleşince atölyeye doğru yürüdüm. Avluya dağılan defterimi ve kitaplarımı aldım. Teyzem yollukları hazır edince, kuzenlerimi ve kardeşlerimi de önüme katarak okula doğru yola çıktım. Aslında annem bu durumdayken okula gitmek istemiyordum ama çocukların gözlerindeki endişeyi görünce buradan uzaklaşmalarının iyi olacağını düşünüyordum. Onlara “annem iyi olsaydı o da okuldan geri kalmamızı istemezdi” deyip kendimi de bununla teselli ediyordum.

Okula vardığımızda, son düzlükteki Glavlit binasını görünce birden duraksadım. Her pazar günü babamla buraya gelir, haftalık bültenleri ve çevrilecek Batılı eserleri alırdık. On dört katlı bu binanın en alt katında geniş bir otopark, çatısında ise dev bir kütüphane bulunurdu. Babam en üst katta bulunan merkez ofise mutlaka uğrar, Oralhan Amcaya, çevirdiği metinlerle birlikte transkriptlerini bırakırdı. Kısa bir hoş beşin ardından üst kata çıkar, devasa kitapların arasında Kazakça masalları arardık. Ben ne zaman kitapların Rusça bir nüshasını bulsam, Kazakçasının da olup olmadığına bakar, asıl kaynağından okumamı isterdi. Kendini yorgun hissetmediği günler bildiği Batı dillerinin gramerlerini öğretir, Abay, Altınsarin, Avezov gibi isimlerin yanında Shakespeare, Sartre ve Schopenhauer’ı da öğrenmemi tembihlerdi. Ben bazen okuldan ve annemin atölyedeki işlerinden bunalıp “para kazanmak varken bunları okumak bana ne kazandıracak?” diye sorardım. O da o kendine has üslubuyla güler ve “atasını bilmeyen dünyayı, dünyayı bilmeyen de atasını anlayamaz evlat” derdi. Hatırlıyorum da babam götürüldükten sonra buraya annemle birkaç kez daha gelmiştik. Çeka[3]’da görev alan uzak akrabalar ona referans olmuş, Gravlit müdürüyle birkaç hafta uzun ve hararetli görüşmeler yapmıştı. Elindeki belgeleri gösteriyor ve babamın aklı başında bir yurttaş olduğuna devleti ikna etmeye çalışıyordu. Ben de bu görüşmeler esnasında binayı geziyor, babamla gittiğimiz bu kütüphaneye uğruyor, Oralhan Amcayla sohbetler ediyordum. Bir keresinde masasında babamın eski çevirilerinden birine rastlamış ve “babamın gerçekten bir akıl hastası olduğuna inanıp inanmadığını” sormuştum. “Bilmiyorum” diye yanıtlamıştı. Sonra derin bir nefes alıp o eski çevirileri karıştırarak “doğrusu baban çok okuyan, çok dil bilen, bilgili ve kültürlü bir insandı” diye eklemişti. Bir başka gelişimizde yine dayanamayıp “önceki konuşmamızda babamın akıl hastası olduğundan emin olmadığınızı ima etmiştiniz” diye sormaya başlamıştım ama – araya girerek- “ima etmedim, bilmiyorum dedim” diye düzeltti. Yine de kesmeden soruma devam ettim “her neyse… sizce o sağlık testi mi adına her ne deniyorsa. O şeylerin yanlış olma ihtimali yok mudur?”. Uzun bir süre sessiz kaldı. Cevap vermek istemediğini anlayınca, göz göze gelmeyi bekleyip tekrar ettim: “babamı benden daha iyi tanıdığınıza eminim… Lütfen yanıtlayın”. Okumakta olduğu kitabı bıraktı. Küçük bir L’yi andıran masasının etrafından dolaşarak hemen önümdeki tekli koltuğa oturdu. İki elimi bileklerimden kavrayarak “Bak evlat, acını anlıyorum” dedi. “Ama devletin doktorlarından daha iyisini bilemeyiz. Evet baban çok akıllı birisiydi, bilgiliydi ama bazen böyle aksilikler olur. Bazı insanların zihni böyledir. Çok şey bilir ama bildiklerini kaldıramayabilir.”

O gün, bu Gravlit binasının 13. Katında babamın akıl hastası olmadığına artık iyice ikna olmuştum. Eldeki deliller ve soruların yanıtsız kalışı “tanıdığım babamın” bilge imajını daha da güçlendiriyordu. Gün boyu çarşı megafonlarından, radyo ve televizyonlardan yapılan anonslar bu yüzden ilgimi hiç çekmemiş, içimi annem kadar heyecanla doldurmamıştı. Yine de yıllar sonra babamla ilgili bir haber duyabildiğim için mutluydum. Ölü müydü sağ mıydı bilmiyordum ama ölmüş olsa bile ardında gururlu bir hikâye bırakmıştı artık. Annem ve kardeşlerim, tıpkı Teyzem ve kuzenlerimin Aldemir enişteme baktığı gibi saygıyla bakacaklardı namına. Okulda veya çarşı pazarda ezilmeyecek, türlü dedikodulardan onurları incinmeyecekti. Belki Nur Hanım Teyze de tesellisini bu anonsta bulacak, “Mir Yakup Efendi’nin akıbeti de böyle olmuştur” diye iç geçirecekti… Güzel ve ümitli düşüncelerle binayı izleyerek okula vardım.

O gün hiç kimse okula gelmedi. Marşlar okunup, teneffüs zili de çalmadı. Mutlaka dolu olan muallim koridorunda da kuş uçup kervan geçmiyor, Müdüre Hanım’ın açık unuttuğu radyodan başka bir ses duyulmuyordu. Bir şeylerin ters gittiği belliydi. Kardeşlerimi ve kuzenlerimi önüme katarak hızla dönüş yoluna girdim. Cadde üzerinde üçerli beşerli gruplar halinde insanlar sağa sola koşuşuyor, trafikteki araçlardan birine binebilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Obi Nehri’nden başlayıp kuzeye doğru akan Güney Sibirya Otobanı da kilitlenmiş, uzun bir araç mezarlığına dönmüştü. Güney Tobol yolundan süratle çarşıya doğru ilerlerken, Gravlit binasının hemen karşısında arkadaşım Aliya ve annesi Gülnar Hanım’la karşılaştık. Aliya’nın üzerinde hâlâ siyah okul üniforması ve gömleğini çekiştirmekte olan askılı deri çantası vardı. Belli ki okul yolundayken ani bir kararla vazgeçilmiş, Güney Sibirya Otobanına çıkan bu küçük patikaya girilmişti. Babası Şakerim Bey de patikayla otobanın birleştiği sapağa Moskvich-412 model aracını yanaştırmış, acele etmeleri için Aliya ve Gülnar Hanım’a eliyle işaretler yapıyordu. Nazikçe Aliya’ya yaklaşıp neler olduğunu sormak istedim. O da annesi Gülnar Hanım da hızlarını kesmedi. Benimle ya da kardeşlerimle göz teması da kurmadılar. Patika boyunca sağa sola kıvrılıp doğrudan Şakerim Bey’e doğru ilerlediler. Yokuş aşağı bazen Aliya, Gülnar Hanım’ın arkasında kalıyor, Gülnar Hanım da fark açılınca duraksayıp ona sitemler ediyordu. Üstündeki gömleğin çok ince olduğundan, böyle giyinirse Norilsk’te üşüteceğinden bahsediyordu. Norilsk’i duyunca bir an duraksadım. Bir yandan haritadaki konumunu anımsarken bir yandan da Aliya ve ailesinin orada ne işi olabileceğini düşünüyordum. Sarp kayalıklarla örtülü, soğuk iklimini şehirdeki herkes iyi biliyordu. Hayvancılıkla uğraşan birkaç göçebe aile dışında oraya pek giden de olmazdı.

Aliya ve Gülnar Hanım dar ve uzun patika yolu bitirip asfalta çıkınca, ben ve kardeşlerim hızlıca patikaya girip doğu tarafından Pavlador yoluna saptık. Yol boyunca hem telaşlı kalabalıkları izliyor hem de olup bitenler hakkında düşünüyordum. Güney Sibirya Otobanındaki yoğunluk, okuldaki sessizlik ve sokaklardaki kargaşanın ortak noktası, Gülnar Hanım’ın da söylediği gibi Norilsk bölgesiydi. Bunu anlıyordum ama insanları böylesine telaş içinde bırakıp, kuzeye götüren şeyin ne olduğuna anlam veremiyordum. Uzun düşünceler eşliğinde patikayı geçip meydan yolu üzerinden ana caddeye indik. Kalabalık arttıkça çocuklar da huysuzlanıyor, bir an önce eve dönmek ve yatışmak istiyorlardı. Her zamanki gibi güney çevreyolundan dolaşıp, lunaparkı görmek için yolu uzatmadım. Kestirmeden girip pasaj içindeki avludan geçerek doğrudan çarşıya indim. Şehirdeki hengamenin alevi buraya da sıçramış görünüyordu. Şerit halindeki dükkanların birçoğu kapanmış, kalanlarsa yola çıkmak üzere olanlara -fiyatının çok üzerinde- içlik ve kalın paltolar satıyorlardı. Yağmur dindikten sonra ortadan kaybolan yemiş hırsızları ve yaltakçı balaları da çarşının boşalmasıyla geri dönmüş, aceleyle kapatılan dükkanların tezgahlarını boşaltmakla meşguldü. Cadde boyunca yürüyüp atölyenin olduğu sokağa vardık. Dükkânın hemen önünde zayıf, kambur bir ihtiyar ıslanan iskemleye çökmüş, kanlar içindeki yüzünü tutuyordu. Başucundaki Nur Hanım Teyze de öğleden önce annemin yüzüne sürdüğü mendili tekrar tekrar ıslatıp yüzündeki kanları siliyordu. Annem hemen yanındaki iskemleye oturmuş, ayakta kalmak için vitrinden güç almaktaydı. Teyzemse her ihtimale karşı annemin yanı başına bir kilim atmış üstüne oturmuştu. Sokağın sessizliğine rağmen usul usul ve hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Söz yaşlı ihtiyara gelince birden öksürüğe boğuluyor, kendine gelene kadar sırtına vurup, nefes almasını bekliyorlardı. İhtiyarın ceketi fırtınayla başlayan yağmurlu bir gün için fazla inceydi. Belinde bu ince ceketi hiçbir yönden tamamlamayan emanet bir pantolon vardı. Tentede biriken su, kanlar içindeki başına damlayarak, soluk, kadife kasketini koyu bir renge bürümüştü. Açık renk gömleğinden göğüs kemikleri sayılabiliyor, askılı kemeri düşük omzunda zor duruyordu.

Atölyeye yaklaştıkça bu kanlar içindeki yüz daha tanıdık bir hâle bürünse de yaralar ve morluklardan hâlâ seçilemiyordu. Çok geçmeden annem ve Nur Hanım Teyze sağa sola çamur sıçratarak yürüyen ıslak adımlarımızı fark ettiler. Hızla sohbeti kesip bizi karşılamaya koyuldular. Teyzem, hepsinden önce atılarak bizi atölyenin antresine soktu. Islak giysilerimizi çabucak çıkararak saçlarımızı havluyla kuruladı. Bir yandan sönmekte olan sobayı harlıyor bir yandan da çoraplarımızı çıkarmamızı söylüyordu. Bir müddet sonra zayıf haldeki alev git gide gürleşerek parladı. Çoraplarımızı çıkarıp ayaklarımızı parlayan ateşe uzattık. Teyzem de ıslak çoraplarımızı borudaki askılığa astı. Bir an gevşeyip arkama yaslanınca vitrinin dış cephesindeki ihtiyarın yüzünü daha net gördüm. Tenteden damlayan su ve ıslak mendil darbeleriyle kırmızılığı iyice dağılmış, hatları seçilebilir hâle gelmişti. Burnundaki kavis ve elmacık kemiklerinin iriliği babamı andırıyordu. Ama alnındaki çizgileri ve şakaklarındaki kır saçları düşününce hiç benzemiyordu da. Bileklerindeki ince, mor damarlara bakıp “bu olsa olsa Mir Yakup Efendi’nin ya da Aldemir eniştemin bir ahbabıdır” diyordum. Zira babam ve Mir Yakup Efendi’nin başına gelenlerden sonra annem ve Nur Hanım Teyze’nin de yabancılara karşı tutumları değişmiş, mesafeli bir hâl almıştı. Bu ihtiyar da “elbet bir hısımlarıdır” diye geçirdim içimden.

İçerisi iyice ısınınca nemli giysilerimiz çabucak kurudu. Teyzem yemeği hazırlarken ben de kirişin arka yüzündeki siniyi kaldırıp ortaya koydum. Kardeşlerim de kasanın hemen altındaki küçük raflardan birkaç çatal ve bıçak getirdiler. Sofra kurulunca hızla oturup mısır çorbasından bir yudum alıp kalktım. Kardeşlerim de avuçlarına birkaç dilim bavursak[4] alıp ayaklandılar. Teyzem her zamanki gibi kirli elbiselerimizi temizleriyle değiştirip bizi sıkıca giyindirdi. Öncekilerden farklı olarak, boynumuza Nur Hanım Teyze’nin ördüğü yün kaşkolları[5] da astı. Kendisi uzun triko yeleğini giymedi. Boynuna krem rengi şalını da asmadı. Kollarını iki yana açıp, giyindirilmeyi bekleyen kuzenlerimi de giyindirmedi. Her şeyimizin tastamam olduğuna kanaat getirince, elimizden tutup bizi hızlıca kapıya çıkardı. Anneme göz ucuyla bakıp, terzi dükkanından omzunda bir çantayla dönmekte olan Nur Hanım Teyze’ye seslendi: “Çocuklar hazır!”. Annem, sırtındaki çantayla Nur Hanım Teyze’yi görünce yerinden doğrulup öne doğru atıldı. Teyzem de hemen koşup sağ kolundaki boşluğa girdi. Arkada savrulunca yaşlı ihtiyarın önüne düştüm. Bitkin, kambur bedenini tepeden tırnağa süzüp, yaralı yüzündeki kasveti izledim. Sağ avucunda baş parmağından başlayıp yüzük parmağının bitimine kadar uzanan uzun ve asimetrik bir dikiş izi vardı. İltihaplı iğne delikleri görüş mesafesinden seçilebiliyordu.

O an, bu yaşlı, yorgun ihtiyarın babam olduğunu anladım. Bir yaz tatilinde atölyedeki dikiş makinelerinden biri bozulmuş, babam da tamir etmek isterken elini besleme haznesindeki çengele kaptırmıştı. Hastane uzak olduğundan, ince yün iğneleriyle ilk müdahaleyi Nur Hanım Teyze yapmış, yoğun kan akışını ancak durdurabilmişti. İyice yaklaşıp derisindeki iğne izlerini görünce o güne tekrar gittim. İçimden ağır bir şeyler koptu. Çok şeyler söylemek istiyordum ama hiçbir şey söyleyemedim. Çamur içindeki ayakkabılarımı izleyip öylece durdum. Bir müddet sonra Nur Hanım Teyze sırtındaki çantayı indirdi, anneme dönüp “yiyecek koydum, yolda yersiniz” deyip boynuna sarıldı. Annem de aynı sıcaklıkla karşılık verdi. Sırasıyla dolaşıp kardeşlerimi ve beni öptü. Cebimize fındıklı bayram şekerlerinden koydu.

Uzun süren vedalaşma faslını gür bir korna sesi bozdu. Bu Mir Yakup Efendi’nin sebzecilik yaptığı günlerden kalma küçük, kırmızı bir kamyonetti. Şoför koltuğunda Nur Hanım Teyze’nin kolhozda çalışan küçük oğlu Aybars oturuyordu. Mesai saatlerinden arta kalan zamanlarda çarşıya uğruyor, annesinin ufak tefek işlerini hallediyordu. Muhtemelen o gün de Nur Hanım Teyze ondan rica etmiş, o da bizi götürmek için bu kırmızı, küçük kamyoneti garajdan çıkarmıştı. Çok vakit kaybetmeden ön bölmedeki üçlü koltuğa oturduk. Kardeşlerim de dizlerimizin arasına sıvıştı. Pencereye eğilip çarşıya döndük. Son bir kez Nur Hanım’a, Teyzeme, kuzenlerime, yemiş hırsızları ve onların yaltakçı balalarına el sallayarak kuzeye doğru yola çıktık.

Güney Sibirya Otobanına sapmadan kuzeydoğu yönünde ilerledik. Burası İrtiş’in alçak, dingin ovalarından uzun ve geniş kanyonlara açılan engebeli, toprak bir yoldu. Kamyonetin tekeri bazen tümseklere giriyor, kapı tarafında oturan babam başını aniden cama çarpıyordu. Ayağa kalkıp onunla yer değiştirdim. Bozuk yollar kamyoneti bir beşik gibi sallamaya devam etti. Yamaçtaki kuş sesleri de onlara eşlik ederek git gide bir ninniyi andırdılar. Bir müddet sonra iyice yorgun olan babam uykuya daldı. Ben de fark ettirmeden kafamı omzuna yaslayıp, gözlerimi kapattım. Uzun bir süre öylece hayaller kuruyor, babamla eski günlerdeki gibi olmayı umuyordum. Bir süredir öylece yattığımı gören annem ve Aybars ağabey, işitmediğime emin olunca olan bitenler hakkında konuşmaya başladılar. Annemin anlattığına göre, biz okula gittikten sonra radyoda ikinci bir anons duyulmuş, babam ve arkadaşlarının Maksi Gorki’den atıldığı haberi bütün çarşıya yayılmış. Çok geçmeden ince ceketi ve soluk, kadife renk kasketiyle babam çarşının girişinde görülmüş. Onu tanıyan mahallenin ateşli gençleri, haberin de tazeliğiyle iyice azıp her tarafını hırpalamış, “deli” diye alay etmişler. Üstelik orada olan kelli felli komşular da buna engel olmamış, “hak ediyor o mendebur” diyerek destek çıkmışlar. Zavallı adamcağızı bir sağa bir sola savurup, uzun ve kavisli burnuna öldürücü tekmeler atmışlar. Babamın hasta olmadığını savunan Gülsima Hala bile onlara arka çıkmış “akıllı olsaydı oradan atılmazdı” diyormuş. Nur Hanım Teyze ve oğlu Aybars dışında bütün çarşı ayaklanıp, babamı ve ona destek çıkmakta olan annemi ve teyzemi karşılarına almışlar. Kendi aralarında konuşup “mahalleye de uğursuzluk getirecek pis domuz” diyorlarmış. Hatta Nur Hanım Teyze’nin büyük oğlu Duman da annesine karşı gelip “herkes oraya girmeye çalışıyor, bu ahmağı oradan kovuyorlar… Rejime zarar bunlar… Kafaları basmaz…” diyormuş.

Uzun bir sessizlik oldu. Git gide tek kelimelik cevaplar verip, karşılıklı sustular. Ben de yolun akışına kendimi kaptırarak uykuya daldım. Yaklaşık altı saatlik bir yolculuktan sonra Norilsk’in beş kilometre güneyindeki sarp ve keskin yamaçlardan oluşan dik bir vadiye geldik. Yamaçta küçük bir köy ve hemen üstünde münferit birkaç dağ evi bulunuyordu. En uçtaki sönük, rutubetli evi hemen hatırladım. Burası, babam ve Mir Yakup Efendi henüz götürülmeden her yaz geldiğimiz o küçük, şirin dağ eviydi. Nur Hanım Teyze’ye de babasından kalmıştı. Arka bahçesinde ahşap bir salıncak ve eski bir hamak vardı.

Çok geçmeden Aybars bizi buraya yerleştirip Pavlodor’a doğru yola çıktı.

O günden sonra, bu sarp yamaçlardaki küçük dağ evimizde yaşamaya başladık. Annem ve babam vadideki köylülerden toprağı işlemeyi öğrendiler. Ben ve kardeşlerim bulabildiğimiz dağ yemişlerini topluyor, arka bahçedeki kilerde istifliyorduk. Babam da kendini iyi hissettiği günlerde biraz yulaf ve buğday karşılığında köylülerden süt ve et alıyordu. Bir şekilde geçinip gidiyorduk.

Çok sonralar köylüler içinde bir dedikodu çıktı. Güya Norilsk kırsalında hayvan otlatan çobanlar Maksim Gorki’nin yakınında insan kemikleri bulmuşlar. Üstelik binadaki insanlardan da uzun süredir ses gelmiyormuş. Her gün geçip giden Gaz Volga’lar da artık görünmez olmuş. O zamanlar hasta yatağında olan babam bu hikâyeyi duyunca yerinden doğruldu. Etrafı kolaçan edip benim ve annemin kulağına eğildi. Tekin olduğuna emin olunca “oradan uzak durun” dedi, “orayı bilen kimseyi yaşatmazlar…” Hatırladığım son sözü de bu oldu. Annemle uzun yıllar sarp kayalıkların arasındaki o küçük, şirin dağ evinde yaşadık. Babam orada öldü. Kardeşlerim orada büyüyüp evlendiler. Ben orada baba oldum. Hayatımızın en güzel anları ve en büyük mutlulukları o ıssız ve sarp yamaçların ardındaki vadide geçti.

Ta ki Amerikan ordusuna bağlı bir Lockheed P-3B Orion bizi küçük, şirin cennetimizde buluna dek…

-SON-


[1] SSCB döneminde devlet görevlilerinin ve KGB üyelerinin kullandığı otomobil.

[2] Sovyetler Birliği Basında Devlet Sırlarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne bağlı RSFSC Edebiyat ve Yayın İşleri Ana İdaresi’nin diğer adı.

[3] Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ilk istihbarat ve güvenlik teşkilatı. Gravlit’den önce aynı görevi üstlenmiştir.

[4] Yağda kızartılmış hamurdan yapılan bir tür yemek.

[5] Atkı.

21 Aralık 2023 64-65 dakika 4 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar