Gülerken Ağlamak (2.Bölüm)
Güney yarım kürede bir ülke Avusturalya; mevsimler Türkiye'ye göre ters zamanlı.
Saçlarının bir tek teli ağarmamış, bir tek teli dökülmemiş, yirmi dört yaşında, kara yağız bir Anadolu genci, bir Türk evladı ve yeni bir dünya...
Kerim, yaz mevsiminin ortasında vatanından ayrılarak, Dubai aktarmalı, yaklaşık yirmi iki saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, Melbourne havaalanına indiğinde, çok aşırı olmamakla birlikte beklemediği bir soğukla karşılaştı.
Bir taraftan bu ani mevsim değişikliğinin vücudundaki etkisine alışmaya çalışırken, etrafına şaşkın bir şekilde bakıyor, bir taraftan da elindeki belgeleri inceliyordu.
Evet, ablası Zehra'nın yardımlarıyla gitmiş olduğu Antalya'daki 'Turistik yörelerde halı pazarlama' kursunda, uzun yıllar yurt dışında çalışan birkaç kişinin tavsiyeleri ve dil kursu bahanesi ile gurbete ilk adımını atmıştı.
Asıl amacı bir müddet dil eğitimi aldıktan sonra, kaçak da olsa iş bulup çalışmak, sonra bir başka kurs bahanesiyle vizesini uzatıp, bu ülkede kalmanın yollarını aramaktı.
Yaklaşan taksiye el etti ve çat pat İngilizcesi ile;
-Merhaba bayım, beni şu adrese götürebilir misiniz?' Dedi ve elindeki küçük kağıdı taksiciye uzattı.
Şişman, pala bıyıklı taksici gülerek, biraz da kendine göre bir espri anlayışıyla;
-Bizim oraların İngilizcesi ile konuşuyorsun Türk müsün sen? Dedi. Kerim önce ne diyeceğini bilemedi. Dünyanın bir ucunda bir Türk'le karşılaşmanın mutluluğu ve şaşkınlığı içinde:
-Eee evet Türk'üm, sizinle karşılaşmak ne güzel, bu bir tesadüf mü? Yoksa Allah'ın bir lütfu mu? Dedi.
-Tesadüf mü, lütuf mu orasını bilemem, yalnız burada karşılaşacağın 10 taksiciden en az bir tanesi Türk' dür. Sen yenisin galiba.
-Az önce indim uçaktan, neyse size rastlamam o kadar iyi oldu ki, ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım.
-Neden geldin? Gezmek için gelmediğin kesin.
-Elbette; gezmek kim, biz kim? Aslında yabancı dil eğitimi için geldim ben.
-Hım, sonrada kaçak iş, derken oturma müsaadesi alma, sonra...Sonra da vatandaşlık falan...Allah yolunu açık etsin, zor bir yolculuğun ilk adımındasın.
-Sanki her şeyi, biliyor gibi anlattınız.
Taksici Kerim'in sözlerini duymamış gibi davrandı.
-Önce ver bakalım şu elindeki adresi. Hım dur bakalım'Merıdıan İnternatıonal School' tamam biliyorum burayı. Biraz uzak bir yer, haberin olsun.
-Dert değil, haydi gidelim.
Taksici arabayı çalıştırırken; 'Her şeyi biliyor gibi anlattın demiştin.' Dedi.
Kerim başını sallayarak;
-Evet, gerçekten merak ettim, diye cevap verdi.
-Evlat, ilk gelen sen değilsin. Son da olmayacaksın, senin gibisini çok taşıdım ben.
-Yani?
-Yani çok vatandaşımız var burada, senin gibi hayallerle gelmiş. Bak şu az ilerde gördüğün lokantaların birçoğunu, ya bizim Türkler, ya Yunanlılar çalıştırırlar.
Kerim ve Taksici Lokantaların olduğu yere doğru baktı.
"Onların durumu biz taksicilerden daha iyi tabi." Dedi taksici.
-Peki, peki burada yaşamaktan memnunlar mı?
Yanlarından geçen bir taksinin şoförü 'Günaydın Halil ağabey, hayırlı işler' diye seslenince, Kerim'in şaşkınlığı bir kat daha arttı.
'Vay be sanki İstanbul'dayız...'Dedi..
-İlk zamanlar bende öyle düşünürdüm, ama şimdi, çok özledim. Bin tane Avusturalya verseler, bir tane İstanbul vermem. Neyse, ne diyorduk, "memnunlar mı" Diye sormuştun sanırım. Olan da var, olmayan da...Çok zorluklar çekeceksin, hatta sınır dışı edilme tehlikesi yaşayacaksın, direneceksin, saklanacaksın, aç kalacaksın belki, eğer dayanabilirsen, sonuçta bir şeyler yapabilirsin, kesin bildiğim bir şey var, gelenler öyle veya böyle bir daha geri dönmüyorlar.
-Bu iyi, ben de geri dönmeyi düşünmüyorum zaten.
-O halde hayırlısı hemşehrim, yeni dünyana hoş geldin o zaman.
Yol boyunca konuşmadılar. Nihayet adrese geldiklerinde;
-İşte burası, dedi taksici.
Taksicinin parmağı ile işaret ettiği, tek katlı, geniş bahçesinin içinde bir konak gibi duran koyu sarı binaya bakan Kerim, 'Allah'ım utandırma' diyerek, Taksiden indi.
İçini sevinç ve hüzün arası karışık bir duygu sardı. Kendini yalnız ve çaresiz hissetti. Sonra gözlerini binadan alıp taksiciye döndü:
-Borcum ne kadar?
Taksici mahcup bir şekilde;
-Para almazdım senden ama, araba benim değil. Yunanlı bir zenginin taksi filosunda çalışıyorum On dört yıldır. Yalnız öyle bildiğin yunanlılardan değil, iyi birisi, öyle aşırı milliyetçi falan değil.
Biraz düşündükten sonra;
"Kim bilir? Belki sende ileride bu mesleği yaparsın." Diye devam etti.
Kerim taksici ile vedalaştıktan sonra yutkundu ve karşıdaki binaya doğru yöneldi.
Bir taraftan da, sessizce mırıldandı;
'Ah Anacığım işte geldim, şu an geldiğimi sana haber bile veremiyorum. Kim bilir beni neler bekliyor! Seni şimdiden, çok özledim.'
Binaya boş boş baktı. Bir an; kısacık hayatı bir film şeridi gibi gözlerinden geçti. Çocukluğu, korkuları, gençliği, umutları, öğrenciliği, askerliği ve annesi...Şimdiden özlemeye başladığı annesi...
Başını kaldırdığında tabelasında "Merıdıan İnternatıonal School" yazan binanın önünde, kısa boylu, tıknaz, siyah saçlı, milliyetini kestiremediği bir adamın, gülümseyerek kendisine doğru baktığını gördü.
"Kim bilir? Dedi içinden. "Kaç çeşit millet var bu ülkede'
Heyecanla kapıdaki görevliye doğru yürüdü...
Kapıdaki görevli Kerim'i önce kurs müdürünün yanına götürdü, tanışma faslından sonra, kalacağı misafirhaneyi gösterdi.
Kerim tek kişilik bir öğrenci odası olarak dizayn edilmiş, düzenli odayı gördüğünde yine, 'vay be!' Demekten kendini alamadı.
Bir an Üniversite'de okurken yaşadığı ev geldi aklına, yüzünde acı bir tebessüm belirdi, 'hey gidi günler, hey diyerek' iç geçirdi...
Görevlinin yardımı ile annesine telefon ederek, sağlık haberini iletmenin de mutluluğu ile üzerini değiştirip, yatağa uzandı. Bir süre gözlerini tavana dikti öylece durdu.
Dakikalar sonra ne düşündüğünü bile bilmeden, akan gözyaşlarını elinin tersi ile sildi. 'Lanet olsun! Ne demeye ağlıyorum ki, her şey yolunda işte' diye kendi kendine söylendi. Farkında olmadan derin bir uykuya daldı.
Uyandığında havanın karardığını fark ederek, 'eyvah! Yemek saatini kaçırmamışımdır inşallah' dedi... Saate baktı, akşamın altısı olmuştu bile. 'Neyse gecikmedim, yemek henüz başlıyor' diye düşündü.
Sonra, 'şu an Türkiye'de olsam, belki henüz sabah kahvaltısını yapıyordum' diye düşünerek, annesinin 'doyumsuz çilek reçelinin' tadını hatırladı. Gülümseyen bir ifade ile tekrar üzerini değiştirip yemekhanenin yolunu tuttu.
Yemekhanede herkes kendi servisini yapıyordu, birkaç çeşit yemekten aklına yatan iki tanesini aldı, çok çeşitli kültürlerden beslenen Avusturalya mutfağı, Kerim'e biraz yabancı gelse de, en çok mayasız ekmeği yadırgadı.
Tatlı olarak verilen, çilek jölesi ve çikolata ile kaplanmış hindistan cevizli gofreti ise beğenerek yedi.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra başlayan kurs günleri, günler haftaları kovalayarak 12 kişilik sınıfta 7 ayrı milletten kursiyer ve işini çok iyi bilen öğretmenlerle birlikte hızla akmaya başladı.
Altı ay sürecek kursun ilk bir ayı geçtiğinde artık yavaş yavaş etrafı tanımaya başlamış, çeşitli milletlerden kurs arkadaşları ile kaynaşmıştı. En çok da 24 yaşında olan Ürdünlü bir genç Mahmud Ensari ve aynı zamanda Hukuk Fakültesinde okuyan, henüz 19 yaşında ki Japon kızla anlaşmıştı. Kisho'da sanki bizden bir şeyler bulmuştu.
Mahmud Ensari' nin şaklabanlıkları öğretmenler dahil, hepsini çok güldürüyordu.
Müthiş satranç oynuyor, her galibiyetten sonra çığlıkları kahkahaya dönüşüyordu.
Ders aralarında Arapça şarkılar söyleyerek, anlayan anlamayan herkesi coşturuyordu.
Kisho ise; sanki bir Türk kızıydı, parlayan gözlerine, üstün zekâsına rağmen tam bir mütevazılıkla ve gelenekçi yapısıyla kimseye saygıda kusur etmiyordu. Aile yapısı, ananelerine olan bağlılığı, büyüklerine gösterdiği sevgi ve saygı ile kısa sürede Kerim'in gönlünde taht kurdu.
Üç arkadaş artık hiç ayrılmaz olmuşlardı, en büyük zevkleri ise, bir birbirlerinin dillerini öğrenmeye çalışmaktı. Bu konuda en başarılı ise Kisho idi.
Kerim güle oynaya devam eden kursun bitiminde, elinde kalan birkaç yüz dolarla perişan olmamak adına, artık tedbir almanın zamanıdır diye düşünmeye başlamıştı.
'Kaçak iş' İlk geldiği gün taksicinin söylediği bu söz kafasını kurcalıyordu,
Mahmut Ensari bir ara böyle bir işte çalıştığını ağzından kaçırmıştı. En iyisi konuyu ona açmalıydı.
Kurstan kalan zamanlarında bir yaşlı bakım evinde çalışan Ensari Kerim'i çok seviyordu. Kerim'den yardım talebini alınca 'burada çalışmayı düşünüp düşünmeyeceğini' sordu, Kerim'in cevabı ise hiç düşünmeden, 'evet' olmuştu.
Hafta sonu beraberce bakım evine gittiler. Ensari bakım evinin yöneticileri tarafından da çok sevildiği için onu kırmadılar, aynı şartlarda çalıştırmak üzere Kerim'i hemen işe aldılar.
Artık kurstan kalan zamanlarında bakım evinde çalışıyor, yine de boş zaman bulursa Ensari ve Kisho ile birlikte geziyordu.
Kisho aynı zamanda üniversite de okuduğu için, Japonya'nın Okayama Eyaletinde bir kilise de rahip olan babasından maddi destek alıyor, para sıkıntısı çekmediğinden istemeseler de gezilerde masrafları genelde o karşılıyordu.
Bir müddet sonra Kisho'ya olan hayranlığının sevgiye dönüştüğünü, üstelik Kisho' nun tavırlarından bu sevginin karşılıksızda olmadığını gören Kerim, konuyu açmak istiyor, ancak bir türlü cesaret edemiyordu.
Kısa sürede Türkçeyi epeyce ilerleten Kisho, bir gün Kerim'in elini tuttu ve becerebildiği kadarıyla 'anladı sen beni seviyor, ama söyliymiyor'deyince Kerim şaşkınlıkla Kisho'nun elini sıktı, sonra rahatlamanın verdiği minnetle ve sevgiyle onun çekik gözlerine baktı ve:
Japonca; 'Kimi o ai shiteru Kisho' Dedi.
Kisho ise Türkçe cevap verdi; Ben de sen sevyo Kerim.
Az sonra hemen oracıktaki bir parkta oturdular, Kisho başını Kerim'in omzuna yasladı, Kerim ise utangaç bir tavırla genç kızın saçlarını okşamaya çalıştı, ikisi de çok mutluydular, uzun süre öylece kalıp hiç konuşmadılar.