Gülerken Ağlamak (4 . bölüm)

Kerim Avusturalya' ya geleli yedi yıl olmuştu.

Bu yedi yılda çok şey yaşamıştı, çok sıkıntılar atlatmış, vatan ve anne özlemiyle yanıp tutuşmuştu.

Ablalarını ve ağabeyini de çok özlemişti elbette.

Telefonla seslerini duyuyor, ama artık seslerini duymak bile bu hasreti dindirmiyordu.

Gencecik bir delikanlıyken gelmişti Avusturalya' ya.

Son günlerde aynaya baktığında, yılların bedeninden de çok şeyler götürdüğünün farkına varmıştı.

Japon yemeği, Türk yemeği derken oldukça kilo almış, bir tek teli dökülmeyen saçlarının yerinde şimdi yeller esiyordu.

Hatta takside çalışırken, üşümemek için artık başına bere bile takıyordu.

Kisho ise o yıl;

Okulu bitirmiş, stajını da tamamlayıp, tanınmış bir Avukatın yanında iş bularak, ufak tefek davalar bile almaya başlamıştı.

Artık Kerim ve Kisho için tek eksik önce Japonya'ya, sonra Türkiye'ye giderek aileleri ile kucaklaşmaya kalmıştı.

Rahip Mikao, kilisenin kapısı önünde kızı Kisho'yu gördüğünde, bir an donup kaldı.

Sonra kendini toparlayarak:

'Neden geldin? Kisho" Dedi.

Kisho dudakları titrerken,

"Biliyorum beni affedeceksin baba" diyerek, babasına doğru biraz daha yaklaştı.

Rahip Mikao önce:

"Yüzünü bile görmek istemiyorum, hemen terk et burayı" dediyse de,


daha sonra kendini tutamayarak, birden; "Kızım, kızım benim" Diyerek Kisho 'ya döndü.

Baba, kız göz yaşları ile kucaklaştılar.

Az sonra, biraz öteden onları izleyen Kerim'in yüzündeki gülümseme, birden telaşa dönüvermişti.

Yanına yaklaştıklarında,yaşından beklenmedik şekilde dimdik duran Rahip Mikao, bu heyecana dayanamayarak, kızının kolları arasından sıyrılıp, yere yığılmıştı.

Mikao hastanede gözünü açtığında:

Eşi ve kızıyla birlikte baş ucunda duran ve kendilerine hiç benzemeyen genç adamı görünce,

Kisho'ya döndü ve yüzünde acı bir gülümseme ile Kerim'i göstererek "Bu mu ?" Diye sordu.

Kisho onu duymamış gibi davranarak "babacım iyi misin? Korkuttun bizi' Dedi.

Rahip Mikao ise aynı soruyu tekrarladı. "Bu mu? Diye sordum.

Kisho çekinerek, "evet baba, Kerim çok iyi birisi, çok mutluyuz biz" Dedi.

Mikao eşine dönerek "Sen ne diyorsun?" Diye sordu.

Bayan Hoshi gülümseyerek, "Artık ne diyebiliriz ki, kızımız mutluysa..."

Ayrıca " seni ambulansa görevlilerle birlikte Kerim taşımış. Gerçektende iyi birisine benziyor" diye devam etti.

Rahip Mikao başını ters tarafa çevirirken;

"Evet artık ne diyebiliriz ki" diye söylendi ve ilaçların etkisiyle tekrar tatlı bir uykuya daldı.

İlerleyen günlerde Rahip Mikao ve bayan Hoshi Kerim'i çok sevmeye başlamışlardı.

Hele benzeşen Türk ve Japon geleneklerini görüp, Kerim'in kendi elleri ile hazırladığı Türk yemeklerini yedikçe, hem şaşırdılar, hem de ona daha çok bağlandılar.

Kerim ise, bir türlü Japon yemeklerine alışamadığı için, sürekli,

'bu gün yemeği ben yapayım' diye atılıyor, mümkün olduğunca Japon yemeklerinden uzak kalmaya çalışıyordu.


Özellikle de, çiğ balık olarak yenilen Suşiden.

Japonya'da iki ay kaldıktan sonra, tekrar Avusturalya 'ya dönmüşlerdi.

1999 yılının soğuk bir kış günüydü.

Kerim o sabah uyandığında, yine çok heyecanlıydı.

O gün, Avusturalya makamlarına yaptığı "ikinci vatandaşlık" başvurusunun sonucunu alacaktı.

Kahvaltı bile yapmadan evden çıktı.

Görevliye elindeki belgeyi uzatıp, sonucu almak istediğinde, heyecandan kalbi duracak gibiydi.

Önce elindeki kağıda, sonra Kerim'in yüzüne bakan adamın, başını sallayarak "tamam, kabul edilmiş" sözünü duyduğunda ise, bir anda boynundan aşağıya yağmur gibi ter aktığını fark etmişti.

Gerekli belgeyi alıp, yine heyecanla Kisho' nun çalıştığı yere koştu.

Artık her ikisi de çifte vatandaştı.

İstedikleri zaman ülkelerine, ya da dünyanın başka bir ülkesine rahatlıkla gidebileceklerdi.

Gurbet artık o kadar zor gelmeyecekti.

Karı, koca birbirlerine sarılarak, bir an da yine bir sevgi yumağına dönüşmüşlerdi.

Zaten Japonya'yı ve Kisho' nun ailesini ziyaret etmişlerdi.

O nedenle bu defa öncelik Türkiye'ye gitmek, ve Kerim'in annesini ziyaret etmekteydi.

O yıl yine kış çetin geçmiş, Türkiye'de yavaş yavaş yazın sonuna doğru yaklaşılırken, Avusturalya' da havalar ısınmaya başlamıştı.

Bu arada bir kaç ay içinde, Türkiye'ye gitmenin plânlarını yapmaya başlamışlardı.

Ancak olaylar öyle gelişmişti ki, Kerim Türkiye'ye, üstelik yanında Kisho olmadan, çok farklı bir şekilde gitmek zorunda kalmıştı.

Belki her şey Kerim'in son günlerde, hemen her gece, yine uzun süredir görmediği o rüyayı görmesiyle başlamıştı.

Rüyasında, yine kim olduğunu bilmediği birisini öldürüyor, sonra Türkiye'de yaşamış olduğu şehri karanlıklar içinde görüyor. Yıkık, dökük evler arasında bir şeyler arıyordu.

Kisho' nun uyandırmasıyla; Kan ter içinde bağırarak uykudan kalkıyor, artık görmek istemediği bu rüyaya bir anlam veremiyordu.

Bu olumsuzluğu saymazsak, hayat 17 Ağustos 1999 tarihinde duydukları habere kadar çok güzeldi.

Gelecek için çok güzel hayalleri, umutları vardı.

Ancak o gece Kerim, takside ki işinden dönüp, yatmadan önce televizyonu açtığında, duyduğu haberle, bir an da beyninden vurulmuşa döndü.

Kisho, Kerim'in "Annem, annem" çığlıkları ile uyandığında, genç adam başını duvara yaslamış ağlıyordu.

'Ne oldu? Ne var? Anneye bir şey oldu?' Diye ard arda sorular soran Kisho' ya, Kerim cevap veremedi.

Sadece eliyle televizyonu işaret etti.

Bir ses, hiçbir ses gelmiyordu Türkiye'den, ne Türk Telekom'un sabit telefonlarına, ne de GSM operatörlerine ulaşmak mümkün değildi.

Sadece televizyon ve radyodan haber alabiliyordu insanlar, ancak deprem bölgesindeki yakınlarının durumları hakkında hiçbir şekilde bilgi alınamıyordu.

Tüm telefonlar kilitlenmişti adeta, aynı mahalledeki insanların bile birbirleri ile telefonla haberleşmeleri imkansızdı.

O yıllarda İzmir'de yaşayan Kerim'in ağabeyi Ferhat, Ödemiş ilçesinde depremle uyanmıştı.

İçine düşen şüphe ile hemen radyoyu açmış, haberi Kerim'den saatler önce öğrenmiş, o da annesine ve ablalarına ulaşmaya çalıştıysa da, bu mümkün olmamıştı.

Ferhat çaresiz bir şekilde, sabahın ilk ışıkları ile, bir yakının arabasıyla yollara düşmüş, İzmir'den deprem bölgesine yaklaşık on altı saatte varabilmişti.

Bitip tükenmek bilmeyen yol boyunca çok garip dualar etmişti. 'Allah'ım, hiç değilse üçünden birisini sağ bulayım. Allah'ım üçünü birden kaybetmeye ne ben dayanabilirim, ne de kardeşim Kerim, yardım et Allah'ım! Bir tanesi yaşasın'

Avusturalya' da ise Kerim, uzun süre ağladıktan sonra, kısmen de olsa ilk şoku atlatmış, Türkiye'ye ulaşmanın çarelerini aramaya başlamıştı.

Kisho uçak şirketleri ile irtibata geçmiş, ancak ne yazık ki ilk uçağın on bir saat sonra olduğunu öğrenmişti. Böyle elleri kolları bağlı duramazlardı.

'Telefon, telefon' dedi Kerim, bu telefon elbet cevap verecek, elbet ulaşacağım onlara, onlara olmasa da ağabeyime ulaşmalıyım.

Bu sözleri defalarca tekrarlayıp durdu, kendi kendine. Ama sonuç hep aynıydı 'aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor' ya da, hatlardan gelen ve sinirleri alt üst eden bir vınlama sesi...

Yaklaşık üç saat sonra nihayet, ağabeyinin iş yeri numarasını düşürdü.

Tabi ki Kerim yollarda olduğu için, telefona çıkan arkadaşlarından sağlıklı bir haber alamadı.

'Hayır' diyordu. Ağabeyinin arkadaşları, 'gitti, o şimdi yollarda, biz de ulaşmaya çalışıyoruz ama, hiç kimse kimseye telefonla ulaşamıyor.'

Deprem bölgesinde çok can kaybedilmişti. Ama Kerim'in ailesi, belki de en şanslılarındandı.

O gün, İstanbul'da yaşayan ablası Ayşe'de annelerinin yanına gelmiş, küçük abla Zehra ile birlikte Mukaddes hanımı doktora götürmüşlerdi.

Mukaddes hanıma iğne vurulmuş. Doktor, 'ayaklarının üstüne bu gece basmayacak' diye tembih etmişti.

Her şeye rağmen iki kızıyla bir araya gelen Mukaddes hanım neşeliydi, arada bir İzmir'de yaşayan Ferhat'la telefonla görüşüyorlar, cep telefonları yeni yaygınlaşmaya başladığından, Ferhat sürekli ablalarına mesaj göndererek onlara şakalar yapıyordu.

İki kız kardeş ve anaları geç saatte yattılar. Bir müddet sonra da tatlı uykularından, o koca şehirlerdeki tüm insanlar gibi çığlıklarla uyandılar.

İki kardeş, ayakları bantlarla sarılı analarını merdivenlerden sürükleyerek indirdiler.

O bölgede yıkılan ev olmamıştı. Yaklaşık bir saat sonra İstanbul'dan ulaşan Ayşe'nin eşi, üçünü birlikte alıp İstanbul'a götürmüştü.

Ferhat; Ana evinin önüne geldiğinde binaya doğru korkuyla baktı ve binanın sapasağlam ayakta olduğunu görünce yere çöküp dakikalarca ağladı.

Çevredeki komşular 'birisi arabayla onları alıp götürdü' deyince, eniştesinin götürmüş olacağını tahmin eden Ferhat bu defa da, İstanbul yoluna düştü.

Bir saatlik yola yaklaşık beş buçuk saatte vardı. Yol boyunca yanlarından, hemen her dakika siren sesleri ile ambulanslar geçiyor, karanlık şehirleri ambulans ışıkları aydınlatıyor, yine sessizliği ambulans sirenleri bozuyordu.

İlk kucaklaşma, ilk ağlaşma Ferhat ile ailesi arasında yaşandı. İlk heyecanı attıktan sonra dördü de, 'Kerim şimdi ne haldedir 'diye düşünmeye başladılar.

Ama deprem bölgesindeki kayıpları ve yaşananları gördükçe, gurbetteki oğullarını bile unuttular. Ferhat ve akrabası, ailenin sağlık haberini aldıktan sonra, tekrar deprem bölgesine dönerek oradaki kurtarma çalışmalarına katıldılar.

Ferhat'ın gördüğü manzaralar içini ürpertiyordu. Gölcük, Sakarya, Yalova vs. bütün Marmara bölgesinde deprem, bütün acımasızlığı ile kendini göstermişti.

Yıkılan evlerin göçüklerden kurtarılan yaralılar sevindirirken, çıkarılan cenazelerin caddelere dizilişleri, insanların yüreklerini dağlıyordu.

Her göçüğün başında umutlu bekleyen yakınların yakarışları, hâlâ Ferhat'ın kulaklarındaydı.

Ferhat bu manzaraları gördükçe, bir yandan annesi ve ablalarının hiç yara almadan depremi atlatmalarına sevinirken, bir yandan da kurtarma çalışmaları esnasında yaşadıkları, hayatında unutamayacağı acı anıları arasında yerini almıştı.

Bu arada Kerim'de nihayet bir uçak bularak, yedi yıl sonra bu acı olayla birlikte, vatanına ilk adımını atmıştı.

Onu, hava alanında ağabeyi Ferhat karşıladı.

Ferhat hava alanında, yirmi dört yaşındayken gurbete gönderdiği 'gülünü,' kara yağız kardeşini bekliyordu.

Ama, karşıdan el eden kişi kendisine doğru bakmasa, ya da gözleri, o gözleri olmasa' bu benim kardeşim Kerim' demesi mümkün değildi.

Yıllar ve gurbet Kerim'den çok şey alıp götürmüştü. Ferhat bunu, ona hissettirmediği bir acıyla içine akıttı.

Karşısında, başında saç kalmayan, göbekli, neredeyse orta yaşın üzerinde bir adam duruyordu.

Her şeye rağmen, iki kardeş hasretle dakikalarca kucaklaştılar. Bu kucaklaşma daha sonra eve vardıklarında, yine beşli bir sevgi yumağına dönüşmüştü.

Bir müddet sonra Ferhat annesini, küçük ablaları Zehra'yı ve Kerim'i deprem bölgesinden alarak İzmir'e götürdü.

Büyük abla Ayşe ise, İstanbul'a eşinin ve oğlunun yanına döndü.

Aile yaklaşık bir buçuk ay İzmir'de kaldı. Yakınlarına duyduğu özlemin yanında, vatan hasreti ile de yanıp tutuşan Kerim, belki çok zor günlerde gelmişti ama, yine de vatanında ve sevdikleri ile birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyordu.

Özellikle ağabeyi Ferhat'a durmadan Avusturalya'da yaşadıklarını, Kisho'yu anlatıp duruyordu.

Bir gece herkesin yattığı geç saatlerde, iki kardeş yine derin bir sohbete dalmışlardı.

Kerim bir ara ağabeyine, 'sana bir şey anlatacağım,' dedi. 'Önemli bir şey, ne yapacağımı bilemiyorum. Kurtulmam gereken, ama bir türlü kurtulamadığım bir şey var.'

'Hayırdır inşallah' diye, endişe ile sordu Ferhat.

'Aslında nasıl başlayacağımı bilemiyorum? Sana anlatmamın bir faydası olur mu? Yoksa seni de mi üzerim?' diye devam etti Kerim.

Ferhat; her zamanki sevecen hali ile ve kardeşine çocukluğundan beri hitap ettiği gibi, 'iyice merak ettim, neyse hemen söyle gülüm. Çaresiz dert yoktur, yeter ki, önemli bir hastalık olmasın.'

'Hayır, hayır' dedi Kerim, 'hayır diyorum ama belki de bir hastalıktır.'

'Sakın, şu gülme krizinden bahsediyor olmayasın?' Dedi Ferhat.

Kerim; gülümsemeye çalışarak, 'hayır, ona ben dahil herkes alıştı zaten. Bu daha kötü.'

'Çatlatma gülüm, söyle artık,' diyen Ferhat'a, yardım isteyen gözlerle baktı ve nihayet anlatmaya başladı.

'Ağabey Avusturalya'ya gittiğim günden beri, hemen her gece aynı rüyayı görüyorum, çok kötü bir durumda uyanıyorum. Bir türlü anlam veremiyorum, zaman zaman bir süre bu rüyayı görmesem de, bir müddet sonra yine aynı kabus başlıyor.' Diye devam eden Kerim'e.

Ferhat meraklı gözlerle sordu, 'nasıl bir rüya bu?'

'Ben, ben' diye devam etti Kerim, 'ben rüyamda her gece birisini öldürüyorum. Sonra karanlıklar... Kaçmaya çalışıyorum, kaçamıyorum.'

Ferhat bir an çocukluklarını düşündü, annelerine zulmeden babalarının ölmesini istedikleri geldi aklına.

'Bir dakika Kerim, bir dakika, galiba ben biliyorum, kimi öldürdüğünü' diyerek, kardeşinin başını okşadı.

'Canım kardeşim, galiba sen rüyanda babamızı öldürüyorsun. Hatırlar mısın? Yanlış da olsa, biz çocukluğumuzda, hep babamız ölsün isterdik.'

'Evet ağabey, evet galiba ben rüyamda, gerçekten de babamızı öldürüyorum 'diyen Kerim...

'Evet evet babamı, babamı' diye tekrarlayarak, bir anda Ferhat'ı korkuturcasına, kahkahayla gülmeye başlamıştı.

Tabi ki, her krizde olduğu gibi, sonunda yine ağabeyini kucaklayarak ağlamaya başladı.

Bu konuşmadan uzun bir süre sonra Avusturalya'ya dönen Kerim'e, bir telefon görüşmesinde o rüyayı görüp görmediğini soran Ferhat, 'hayır ağabey, seninle konuştuktan sonra bir daha o rüyayı görmedim,, cevabını alınca rahatlamıştı.

Depremin yaraları canlar hariç, yavaş yavaş sarılmaya başlamıştı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu. Günlerce depremle yatıp, depremle kalkan Türkiye'de, yine normal hayata dönülmüştü. Hatta birileri bu felaketten bile rant sağlamanın peşindeydi.

Yaklaşık iki ay sonra, Kerim ailesi ile vedalaşarak, tekrar Avusturalya'ya dönmüştü.

Ailesini sağ salim görmek, yedi yıl sonra onlara tekrar kavuşmak, Kerim'e yeni bir yaşama ve mücadele hevesi vermişti.

Artık tek hayali, birkaç sene daha burada çalışıp, para biriktirerek, Kisho ile birlikte, vatanına kesin dönüş yapıp bir iş kurmaktı.

Melbourne hava alanında onu eşi Kisho karşıladı.

Taksiden indiklerinde, koşarcasına evlerine gittiler. Kerim o an şunu düşündü 'artık benim burada da bir ailem var, bu aile büyümeli. İlk fırsatta bir bebek istediğimi Kisho'ya açmam lazım diye ' düşünmeye devam etti.

Sonra, depremde yakınlarını, en sevdiklerini kaybedenler aklına geldi. 'Her şeye rağmen ben çok şanslıyım, Allah yardımcıları olsun' diye geçirdi içinden.

Kisho'nun, 'ne düşünüyorsun koca Türk' diye seslenmesi ile kendini toparladı.

Öncelik ona getirdiği, hediye paketlerini açmaktaydı tabi ki.

Kisho heyecanla paketleri açmaya başladı. Her açtığı paketten sonra çığlıklar atıyor, sevincini Kerim'in yanağına kondurduğu öpücüklerle gösteriyordu.

Kisho'nun gözü bir an paketlerin yanında, farklı bir şekilde ambalajlanmış olan kocaman pakete takıldı. 'Bunda ne var?' diye sordu Kerim'e.

Kerim, 'o senin değil, o paket Japonya'ya gidecek,' diye cevap verdi.

Kisho ısrarla paketi açmak isteyince, Kerim paketi açtı ve Kisho'nun ailesi için satın aldığı, küçük ama çok değerli, hem de el emeği, göz nuru bir halı çıktı ortaya.

Kisho kocasına baktı ve 'seni her gün biraz daha çok seviyorum Kerim' dedi.

Galiba aile olmak buydu, Avusturalya'dan, Türkiye'ye ve Japonya'ya uzanan kocaman bir aile, bu kocaman aile yeni meyvesini, ya da meyvelerini vermeliydi artık...

Devam edecek

30 Mayıs 2013 14-15 dakika 21 öyküsü var.
Yorumlar