Gülerken Ağlamak (6. ve Son Bölüm)

İki bin sekiz yılının sonlarına doğru başlayan ekonomik kriz tüm dünyayı sarmıştı. Bütün dünya ülkeleri sırasıyla bu krizden nasibini alıyor, özellikle zaten ekonomik durumu iyi olmayan ülkeler krizi daha şiddetli hissediyordu.

Bu tehlikeli dönemde kurulmasına rağmen, Kerim'in Kırgızistan'da kurduğu iş oldukça iyi gitmiş, ilk dönemlerde büyüme bile göstermeye başlamıştı.

Ancak, bir müddet sonra Kırgızistan halkı da ekonomik krizi daha yoğun bir şekilde yaşamaya başlayınca işler değişiverdi.

Çünkü sıkıntıya düşen halk, yine ekmeklerini ve diğer hamur işlerini evlerinde bahçelerinde yapmaya dönmüşlerdi.

Bir müddet sallantı içinde olan Kerim'in işletmekte olduğu fırın, yavaş yavaş iflasın eşiğine gelmişti.

Önce birkaç işçi çıkarmış, ama buna rağmen iş yürümeyince, dükkandaki teçhizatı satarak iş yerini kapatmıştı.

Türkiye'ye bu durumu bildirdiğinde, Mukaddes hanım ve Kerim'in kardeşleri çok üzüldüler, ancak Mukaddes hanım her zamanki, yapıcı tavrı ile oğluna;

'Gelinimi ve torunumu da al ve vatana dön' Zaten artık ben iyice yaşlandım. Burada ablanla birlikte yaşıyoruz. Kapım size de açık, ömrüm vefa ettikçe birlikte yaşar gideriz. Ayrıca hiç görmediğim torunumu da dünya gözüyle görmüş olurum' Dedi.

Kerim annesinin bu sözlerini Almila ve onun yakınları ile paylaştığında, Almila Türkiye'de yaşamayı hemen kabul ettiyse de, özellikle annesi bu duruma çok üzüldü. Fakat çaresiz o da kabul etti.

İki bin dokuz yılının yirmi üç nisan günü, Mukaddes hanım ve Kerim'in kardeşleri için her zamanki yirmi üç nisan bayramlarından çok farklıydı. Tesadüf bu ya, tam da çocuk bayramının yaşandığı günde, iki bayramı bir arada yapmışlardı.

Kerim'in ailesi, o gün Atatürk hava limanına uçağın geliş saatinden saatlerce önce gelmişlerdi.

Uçak hava alanına inip, çıkış kapısından gelen Kerim'i, gelinlerini ve kucaklarındaki torunu görünce, hepsi mutluktan ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Hele Almila'nın sıcak kanlılığı ve sanki yıllardır bu aile ile birlikte yaşıyormuş gibi tavrı onları o kadar etkilemişti ki söyleyecek söz bulamıyor, sadece gelenlere sarılıp ağlaşıyorlardı.

Ferhat; hemen yeğenine Kırgız bebek ismini koymuştu. Kırgız bebek 'Nur,' önce büyük ailesini yadırgamasına rağmen kısa sürede onlara alışmış, yaptığı cilvelerle kendisini daha da çok sevdirmişti.

Kerimler gelmeden önce; Ablaları ve ağabeyi her şeyi organize etmiş, annelerine ve kardeşlerine hiç ummadıkları bir sürpriz hazırlamışlardı.

Hemen ilk akşam, büyük abla Ayşe, annesine ve Kerim'e hazırladıkları sürprizi açıkladı:

Bulundukları ilçe de bir düğün salonu ile anlaşmış, (yakın çevrelerinden kırk-elli kişiyi davet ederek) kardeşlerine ve gelinlerine kucaklarında bebekleri ile, gelinlik ve damatlık giydirerek bir düğün yapmayı planlamışlardı.

Mukaddes hanım buna çok sevindi, çocuklarına dualar etti. 'Dünya gözüyle görmek istediğim en güzel şeyi hazırlamışsınız benim için' Dedi.

Olanları şaşkınlıkla izleyen Kerim, söylenilenlerin bir çoğunu anlamayan Almila'ya durumu izah ettiğinde, Kırgızistan'da gelinlik giymeden evlenen, Kırgız gelin hem gülüyor, hem ağlıyordu.

İki bin dokuz yılının bir mayısında, Mukaddes hanım ve çocukları bir hafta içinde ikinci bayramı da çifte bayrama çevirmişlerdi.

Ailenin yakınları, eş ve dostları yaklaşık kırk-elli kişilik bir grup düğün salonunu doldurmuş, kucaklarında bebekleri ile genç çifte harika bir düğün yapmışlardı.

Mukaddes hanımın gözlerinden akan yaşlar, belki de akıttığı en son sevinç göz yaşlarıydı. Artık iyice yaşlanan anneleri düğün salonuna gelirken epeyce zorlanmış, havanın da yağışlı olması nedeniyle bir ara büyük oğlu Ferhat'ın elinden kayarak düşme tehlikesi bile geçirmişti.

Herkes doyasıya eğlendi o gün, düğündü, bayramdı tüm aile için, bir ara ağabeyi Ferhat'ı sahneye çağırdılar ve kardeşi için yeğeni doğduğu sırada yazdığı şiiri okuttular.

Ferhat sahneden indiğinde artık kimse göz yaşlarını saklamıyordu. Mukaddes hanım ise evlatlarına gururla bakıyor, yanındakilere hep onları anlatıyordu.

O gece hepsi gerçek bir aile olmanın, bir şeyleri paylaşmanın, gülerken ağlamanın, ağlarken gülmenin bir kez daha tadına varmış, hatta doruğuna ulaşmışlardı.


Tüm aile çok mutluydu. Mukaddes hanım ve dört çocuğu, uzun bir süre sonra bir araya gelmenin mutluluğunu, Kerim'e yaptıkları düğünle doruğa ulaştırmışlardı.

Gelinleri Almila bu mutluluk tablosu içinde şaşkın bir durumdaydı. Hele görümcelerinin ve kayınbiraderinin, onlar için hazırladığı düğün süprizine hayran kalmıştı. Konuşulanların bir çoğunu anlamıyor, Kerim'in açıklamaları ile gülümsüyor, heyecanlanıyor, çok kısa bir süre olmasına rağmen yeni ailesine gittikçe daha da çok ısınıyordu.

Mukaddes hanım ise belki de içlerinde en mutlusuydu. Torununun yaptığı cilveleri hayranlıkla izliyor, ilk defa bir kız torun sahibi olmanın heyecanı ile, minik yavruyu yere göğe sığdıramıyordu.

Hiç elinden bırakmadığı televizyon kumandasını ilk defa birisine, yani küçük Nur' a teslim etmişti. Televizyonda onun için çizgi filmler buluyor, müzik kanallarında hareketli bir parça çıktığında ise, torununun karşısına geçip oynamasına bayılıyordu. Hatta zaman zaman ağır vücudu ile yerinden zorla kalkarak, Nur'un karşısına geçip, onunla oynamaya çalışıyordu.

Bir kaç gün sonra Kerim'in ağabeyi Ferhat, İzmir'e dönmüştü. İşe başladıktan bir süre sonra, uzun süredir belindeki rahatsızlığın, düğün telaşı ve yorgunluğu ile nüksettiğini fark etmişti. İşlerinin yoğunluğu nedeniyle, bir süre doktora gitmeyi ihmal etti.

Bu arada, bilgisayar aracılığı ile tesadüfen bir arkadaşını bulmuştu. Ortaokuldan beri birlikte okuduğu, Üniversite'de bile birlikte okduğu çok sevdiği bir arkadaşıydı Taner.

1981 yılında Türkiye'den ayrılarak Kanada'ya göç eden Taner'le uzun yıllardır bağları kopmuştu. Ona bir mesaj gönderdi ve görüşmek isteğini belirtti.

Ferhat 22 Mayıs 2009'u 23 Mayısa bağlayan gece, uykusundan bel ağrısı ile uyandı. Aslında ağrı bir tarafa o gece çok huzursuz olmuş, sanki kötü bir şeyler olacağının endişesine kapılmıştı. Saat iki civarında, ağrıya daha fazla dayanamayarak yatağından kalktı.

Bir süre evin içinde dolaştıktan sonra, yerine yatmaya cesaret edemedi ve oyalanmak amacıyla, koltuğa oturmadan bilgisayarı açtı.

Maillerini baktığında arkadaşı Taner'den gelen mesajı gördü ve heyecanla açtı. Taner 1981 yılından bu yana, Kanada'da yaşadıklarını sırasıyla anlatmış, Ferhat' tan da yaşadıklarını anlatmasını işlemişti. Ferhat acı içinde kıvranarak Taner kadar uzun yazamasa da, yaklaşık bir buçuk sayfada yaşadıklarını anlattı.

Tüm ailesinden de sıra ile söz eden Ferhat, mesajın sonunu ise 'çok şükür annem halen yaşıyor ' cümlesi ile tamamlamıştı.

Bilgisayarı kapattıktan sonra yatağına doğru yöneldi. Saat iki kırk beş olmuştu. Cep telefonunun zili ile irkildi. "Hayırdır inşallah" diyerek telefonu açtı.

Telefonda Kerim'in ağladığını duyunca, söylediklerini bile dinlemeden gerçeği anlamıştı.

"Tamam gülüm, hemen yola çıkıyorum. Annem değil mi? Anne mi kaybettik değil mi gülüm." Dedi ve telefonu kapattı.

Ağrısını, sancısını bir an da unutan Ferhat, gecenin o saatinde hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Sesine uyanan oğlu yanına koştuğunda, Babasının halinden, ne olduğunu tahmin etmişti. Yatağına döndü ve çok sevdiği babaannesi için bir süre ağladı. Genç yaşına rağmen kısa sürede kendini toparladı ve hemen babasının yanına gelerek koluna girdi. Bir müddet sonra beraberce yola koyuldular.

Kaderin ne garip bir tecellisidir ki, Ferhat arkadaşına 'Annem halen yaşıyor' diye mesaj yolladığı sırada, Mukaddes hanım can veriyordu.

Yirmi üç Mayıs 2009 saat gece 02.30 Mukaddes hanım, canı gibi sevdiği dört yavrusunu ve üç torununu bırakarak, tam da Kerim ve ailesi Türkiye'ye döndükten bir ay sonra hayata veda etmişti.
Cenaze günü Mukaddes hanım'ın evi, akrabalarla ve eş dost ile dolup taşmıştı. Çocuklarının hiçbirisi onun ölümüne inanamıyordu. Takdiri ilahi öyle bir zamanda gerçekleşmişti ki, bir ay içinde kavuşmayı, düğünü ve ölümü birlikte yaşamışlardı.

Kim bilir? Belki de Mukaddes hanım, Kerim'in gurbetten dönmesini beklemişti. Oğlunu, gelinini bağrına basmış, torununu doya doya öpüp koklamış, geç de olsa gurbetteki oğlunun mürüvvetini görmüştü.

Ömrünü çocuklarına adayan Mukaddes hanım, sonunda her zaman olduğu gibi hiç kimseyi rahatsız etmeden, ani bir kalp krizi ile sessiz sedasız bu dünyadan göçüp gitmişti.

Çevresinde de çok sevilen Mukaddes hanımın cenazesinde, göz yaşları sel olmuştu.
İnanılmayacak bir sevgi seliydi bu, mahalledeki esnaf bile o gün kepenklerini indirmiş, Mukaddes teyzelerinin cenazesine koşmuşlardı.

Yedi gün, yedi gece evleri dolup taşmıştı. Okunan Kur'an-ı Kerim ve yedinci gecede okunan mevlit, sevenlerini daha da coşturmuştu. Çoğumuzun unutmaya başladığı geleneksel Türk adetleri tam manası ile kendini göstermiş, bir ay süre ile komşulardan tepsilerle gelen yemekler nedeniyle cenaze evinde yemek pişmemişti.

Cenazenin defnedilmesinden sonra, eve dönüldüğünde dört kardeş, komşuları tarafından hiç yalnız bırakılmamıştı. Her birinin yanında birkaç kişi, mutlaka onları teselli etmenin yollarını arıyordu.

Ferhat'ın oğlunun 'Herkesin annesi, babaannesi mutlaka kendisine göre çok iyidir. Ama benim babaannem başkaydı, o bir melekti' sözleri ve arkasından gelen hıçkırıkları karşısında, insanlar yeniden göz yaşlarına boğulmuştu.

Belki de bu duygu yüklü sözlerin arkasından gelen delikanlının hıçkırıkları, o ana kadar babası Ferhat üzülmesin diye, içine akıttığı göz yaşlarının bir patlamasıydı.

O gün insanları şok eden ikinci olay ise Kırgız gelin Almila'nın aileye yaşattığı duygusal, duygusal olduğu kadar da ilginç tabloydu.

Almila cenaze dönüşünde, uzun bir süre ortalıkta görünmemişti. Bir müddet sonra, insanlar genç kadının odasından gelen ağlama sesi ile irkildiler.

Kendilerini toparlamaya çalışan Kerim'in büyük ablası Ayşe ve ağabeyi Ferhat, sesin geldiği odaya koştular. Almila yatağa yüz üstü yatmış, kendini kaybetmişçesine ağlıyordu.

Ayşe; Almila'nın başını okşadı ve 'Ablam hepimiz çok üzgünüz, ama sen de kendini bu kadar harap etmek artık' diye konuştu.

Almila sanki onu hiç duymuyordu. Bir ay önce tanıdığı kayınvalidesini kısa sürede çok sevmişti elbette, ama sanki bu göz yaşlarının altında başka bir gerçek yatıyordu.

Bu defa Ferhat, Almila'ya yaklaştı ve 'Evet hepimiz çok üzgünüz, ama inan Almila, annemiz bu kadar kendimizi harap ettiğimizi mutlaka bir yerlerden görüyordur. Eğer onu çok sevdiysen, ne olur yeter artık kendine gel' dedi.

Almila güçlükle yerinden kalktı ve görümcesine sarılarak ağlamaya devam etti.
Görümcesi; 'Yeter Almila, yeter bak bizi de çok üzüyorsun artık' deyince

Almila hıçkırarak dönüp Ferhat'a sarıldı ve ağzından şu sözler döküldü.

'Abıla, abi, beni Kırgiztan'a göndermezsiz değil mi? Ben bişe yapmadı valla, ben aneyi çok sevdi.'

Ayşe şaşkınlıkla sordu 'Neden Almila? Neden gönderelim ki seni? Sen ne yaptın ki'

Almila'nın ağzından dökülen yeni cümlelerle gerçeği öğrendiler...

Onlara minnetle bakan Almila ' Yani ben geldi, bi ay oldu, ane öldü, yani ben uğursiz değil mi?'

Bu sözler, iki kardeşi daha da şaşırtmıştı.

Ferhat Almila'nın başını okşayarak ' Ne ilgisi var kardeşim? Nereden çıkardın bunları?' Deyince.

Almila şaşırtan sözlerine devam etti 'Bizim Kırgizstan'da böyle oldu, gelin gönderirler baba eve'

İki kardeş birden 'Hayır, hayır' dediler ve Ayşe devam etti 'Yok böyle bir şey ablam, rahat ol, bizde öyle şeyler olmaz'

Almila heyecanla her ikisini birden kucakladı, artık o da ailenin bir parçasıydı. Bu aile birlikte ağlayıp, birlikte gülmeye alışmıştı.

O an da içeri giren Kerim ve küçük abla Zehra'da, her zaman olduğu gibi sevgi yumağına karıştılar, yine beş kişilik bir sevgi yumağıydı bu, ama bir farkla, bu defa annelerinin yerinde gelinleri Almila vardı.



Dünyanın çiçekleri, sana selam durmuşlar.
Börtü ve böcekleri, mateme boğulmuşlar.
Mekânın cennet olsun, canım anam, gül anam.
Kardeşlerim yaralı, hangi birini saram.

Bu gün kuşlar ötmüyor, mahallede sessizlik.
Tüm komşular susmuşlar, çok zor imiş sensizlik.
Dualar hep seninle, rahat uyu sen anam.
Özlemin büyüdükçe, azdıkça azar yaram.

Bakkal Mehmet soruyor, kasap Recep gülmüyor.
Sütçü Rıza öfkeli, semtimize gelmiyor.
Mahallenin direği, neşesiydin dost anam.
Çok sevdiğin o ağaç, bu yıl limon vermiyor.

Hasret çok yordu seni, doyamadın Kerim'e.
Gülücükler dağıttın, etmedin tek kelime.
Tam özlem bitti derken, göçüp gittin bal anam.
Takdiri ilahiydi, yenik düştün ölüme.

Bize ömrünü verdin, siper ettin kendini.
İçinde biriktirip, söylemedin derdini.
Alıp götürdü seni, tek kriz melek anam.
Gülümseyip mi verdin? Gül kokan nefesini.

Bir tevekkül ilişti, inanan kalbimize.
Sen öğrettin bizlere, layıksın sevgimize.
Takdir yüce Allah'ın, İhlâs hakkındır anam.
Kınalı kuzuların, el açmış Rabbimize.

Dört evladın minnettar, o tertemiz sevgine.
Boyadık dualarla, seni cennet rengine.
Ol cennet meyveleri, sunulsun sana anam.Mukaddes hanımın vefatından sonra, Kerim, eşi ve kızları Nur, küçük abla Zehra ile birlikte yaşamaya başladılar.

Annelerinin yokluğuna alışmak hepsi için çok zor olmuştu. Ama hayata yine bir yerinden tutunmak zorundaydılar.

Kerim eğer Türkiye'de yaşamaya devam edeceklerse, mutlaka bir iş bulmalıydı. Aksi halde sadece Zehra'nın emekli maaşı ile geçinmek zorunda kalacaklardı.

Bu durum her ne kadar belli ettirmese de, hem Zehra için çok zor olacak, hem de Kerim özellikle minik yavrusunun ihtiyaçlarını karşılayamayacak, ona iyi bir gelecek hazırlayamayacaktı.

Kırgızistan'da ki iflastan sonra, elinde sermaye yapacak bir para da kalmamıştı. Sadece bankada, belki tekrar Avusturalya'ya dönmek zorunda kalırım, düşüncesi ile ayırdığı para duruyordu.

Bir iki ay sonra iyi kötü bir iş bulmuştu, ortopedik ayakkabı üreten bir firmada, çevirmen olarak işe başladı. Tam umutlanmaya başlamıştı ki, altı ay sonra işten çıkardılar.

Türkiye'de şansı bir türlü tutmuyordu. Fabrikaları dolaştı, Turizm şirketlerine başvurdu. Ama bir türlü yeniden iş bulamadı.

İki ay sonra işten çıkarıldığı firma tarafından yeniden çağrıldı. Tekrar orada işe başladı. Fakat bu işe güveni kalmamıştı.

Tek çarenin yeniden Avusturalya'ya dönmek olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu düşüncesini kardeşleri ile ve eşi Almila ile de paylaştı.

Ablaları ve ağabeyi ne git diyebildi, ne de gitme diyebildi. Eşi Almila ise Türkiye'de çok mutlu olsa da, gitmenin daha mantıklı olduğunu düşünüyordu.

Sonunda karı, koca gitmeye karar verdiler. Almila için vize almak çok kolay olmadı. Ancak altı ay sonra her türlü işlemlerini tamamlamışlardı.

Kerim Avusturalya'yı arayarak Yunanlı patronuna durumu bildirdi. Kendisine yeniden iş verip veremeyeceğini sordu.

Bu defa şansı yardım etmişti. Yunanlı patronu taksi filosundaki araç sayısını yüz kırka çıkarmış, bu araçların çoğunda Vietnamlı göçmenler çalışmaya başlamış, ancak Avusturalya hükümetinin almış olduğu bir kararla Vietnamlı işçilerin bir çoğuna iş yasağı konmuştu.

Bu nedenle patronunun arabalarının bir bölümü şoförsüz kalmıştı. Kerim'e hemen gelmesini söyleyen patronu onlara ev de bulacağının sözünü vermişti.

İki bin on bir yılının Şubat ayında Kerim bu defa eşi ve kızı ile birlikte tekrar Avusturalya'ya döndü.

Yunanlı patron, bütün sözlerini tuttu, önce onlara bir ev kiraladı, kendi evinde kullanmadığı bir çok eşyasını Kerim ve ailesine verdi.

Almila'ya Avusturalya hükümetince işsizlik maaşı bağlandı. Kerim ise hemen takside işe başladı. Küçük Nur ve Almila yeni bir dünya ile tanıştılar.

Belki Türkiye'yi ve ailelerini çok arıyorlar ama her şeye rağmen şimdi çok mutlular.

Artık bu mutlu birliktelikleri ve minik yavruları, Kerim ve Almila'yı hayata bağlayan en büyük etken. Geleceğe umutla bakıyorlar.

En büyük emelleri Türkiye'de yaşayacak, bir iş kuracak kadar birikim yaparak vatana dönüp minik Nur'u çok iyi bir şekilde yetiştirmek.

Şimdiden onun eğitimine başladılar bile, annesinden Kırgızca ve Rusça, babasından ise Türkçe ve İngilizce öğreniyor.

Türkiye'dekiler ise kısa sürede onları özlediler. Telefondan minik yeğenlerinin sesini duymak ve mutlu olduklarını bilmek ise en büyük tesellileri..

Kerim 'İçimizden biriydi' bir çoğumuzun hayatı boyunca yaşadıklarını yaşadı.

Zor bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirdi. Ama hep yaşama bir yerinden sarıldı. Sonunda da kendine yepyeni bir hayat kurdu.

Gülerken ağlamalar, hayatın bir parçası.
Gülmeler kader olsun, ağlamaksa sırçası.
Mutluluğun resmini, çizmek çok zor olsa da.
Hayata tutunmayı, çizsin ressam fırçası.

Kâh ağlaya, kâh güle, geçecek bu ömürler.
Her nefeste beklenmez, şu dünya da ödüller.
Bazen gözyaşı olup, elem bizi sarsa da.
Gülümseyin hayata, açsın yüzler de güller.

Kerim'in hikâyesi, yaşamdan kesitlerdi.
İşte mutluluk derken, ardından hüzün verdi.
Güldürürken ağlattı, inanmak zor olsa da.
Attığı kahkahalar, acının eseriydi.

Gülümseyen bir hayat, çizmek ellerimizde.
Bu iş beyin de bitmez, sırrı yüreğimizde.
Umutlar tükenmesin, gözler de yaş olsa da.
Güneşe koşmalıyız, insanlık varsa özde.




'Gülerken ağlamak, ağlarken gülmek' hayatın birer parçası, Kim bilir? Belki de insanoğlu, acıyı tadıp ağlamayınca, gülmenin de tadına varamıyor.

Önemli olan hayatın farkına varmak ve her ne yaşarsak yaşayalım umudumuzu yitirmemek.

Umuda, hep umuda...

SON

30 Haziran 2013 17-18 dakika 21 öyküsü var.
Yorumlar