Güneşi Özleyen Çocuk

Güneşi özleyen çocuk ( g.ö.ç. ), saat zilinin keskin sesiyle birdenbire uyandı. Telaşla etrafına bakındı. Nerede olduğunu anlaması uzun sürmedi. Yavaşça yatağından kalkarak zilin sesini kapattı. Pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktı. Ay kocaman bir yarım daire olmuş ışıldıyordu. Kimseyi uyandırmamaya çok dikkat ederek giyindi. Çok erken kalktığı için, Annesi; kardeşlerini uyandırmasın diye kendisini yüklük diye isimlendirdikleri öteberi koydukları girişteki odada yatırıyordu. Oda derken kiler bozması bir yerdi, hemen girişte olduğu içinde kimseyi rahatsız etmiyordu. Biraz sonra diğer kardeşleri de uyanacak ve herkes sağa sola dağılacaktı. Ama Güneşi özleyen çocuk ( g.ö.ç. ) herkesten önce, daha onlar uyanmadan evden çıkacak, çalıştığı döküm atölyesine gidecekti.






Yolda iş yerine doğru giderken, gökyüzündeki ayın parlak ışıltısı altında zamanın ne kadar hızlı geçtiğini düşündü. Köyden ayrılışları daha dün gibi gözünün önünde idi. Arkadaşları kendisine büyük şehre gittiği için gıpta ile bakmışlar, çeşitli özlemlerini dile getiren temenni ve dileklerde bulunmuşlardı. Oda onları yarı gülümseyerek ve hafif bir gururla ve içine dolan bir sevinçle dinlemişti. Büyük şehirde yaşamak, orada bulunmak her çocuğun hayalini kurduğu çok büyük bir düştü. Mahalledeki arkadaşları ile hep bu düş içinde olmuşlar, sonunda onun dileği gerçekleşmişti. Mutluydu, işini seviyordu, yalnız tek şikayeti tatili hiç yoktu. Pazar günleri bile kendisini çalıştırıyorlardı. Bunun nedenini Babası açıklamıştı. Seni idare ediyorlar oğlum, demişti. Sen vasıfsızsın demişti, normalde döküm işinden anlamayanları çalıştırmazlar, sen de anlamıyorsun ama sana idareten bu işi verdirdik orada çalışan bir köylümüz sayesinde demişti. Ayrıca işinin kıymetini bil, büyük şehirlerde iş bulmak çok zordur diye de tembih etmişti.






Dökümhanede çalışan bir arkadaşı köyden yeni geldikleri için nerede oturduklarını sormuş, sonra da gecekondu öyle mi ? demişti. İş yerine yakın olan bu evlere gecekondu dediklerini o zaman duymuştu ama iyimi kötümü olduğunu anlayamamıştı. Hatta bir tanesi ? Akın akın buraya geliyorsunuz, ne varsa burada ? demiş, hınzır hınzır bakmıştı ama ona fazla aldırış etmemişti, yanılıyordu çünkü köyünden buraya onlardan başka kimse gelmemişti. Sevdiği abilerinden bir tanesi ? sen ona aldırış etme, çalışmana bak ? demiş ve onu rahatlatmıştı.






Yaptığı iş sabahtan akşama kadar yerlere dökülen döküm talaşlarını bir çalı süpürgesiyle süpürüp biriktirerek kenarlarda bulunan talaş arabalarına atmaktı. Talaşlar çalışanların ve iş gereği ortalarda dolananların ayakkabılarının altına yapıştığı ve çıkarması çok zor olduğu için sık sık yerde birikmesine izin vermeden süpürülmesi gerekiyordu. Bu yüzden tek dikkat etmesi gereken şey bu talaşları yerde biriktirmeden süpürmekti. Çünkü birisinin ayakkabısına batarsa hemen kendisine bağırıyorlardı. Ayrıca döküm taşıyan el arabalarına da çok büyük zarar veriyordu.






Her şeye rağmen işinden memnundu. Bütün gün boyunca talaş süpürüyor, uzun uzun hayallere dalıyordu. En çokta aklına dışarıda geçireceği güzel günler geliyordu. Nede olsa artık Büyük şehirde idiler. Köyünde iken arkadaşları ile sürekli bahsettikleri, imrenerek konuştukları her türlü şeyi gerçekleştirebilecek durumdaydı. Artık yavaş yavaş bu hayallerine kavuşabilirdi, bu konuda hiç acele etmiyordu çünkü önünde çok uzun yıllar vardı. Yalnız içinde kendisine bile itiraf etmediği bir eziklik vardı ve bu duygu hiç kaybolmuyordu. Acaba hiç hayatında Okula gidebilecek mi idi?. Bu konuyu düşünmek bile istemiyordu aslında. Çünkü buraya geldikten sonra abilerinden biri bu konuyu Babasına açacak olmuş ve Babasının çok şiddetli tepkisi ile karşılaşmıştı. Okul parasını nasıl karşılayacaklardı, tek kardeş değillerdi ki hepsi de okul isterdi, birini gönderip birini göndermemek olmazdı, nereden alınır nereden verilirdi, oysa ki her birimizin para kazanıp eve getirmesi gerekiyordu. Oturduğumuz o gecekondu dedikleri uydurma ev için bile dünyanın parası kira veriliyordu, ayrıca sadece bu değildi ki, yiyecek içecek, hasta olduğumuz zaman ilaç parası, çamaşır, kılık kıyafet..vs. saymakla bitmezdi. Bu yüzden bu konu sadece kendi içinde sakladığı ve belki de erişilemeyecek olan bir hayaldi.






Ayrıca merak ettiği bir konu daha vardı. Gerçi işinden çıktıktan ve eve geldikten sonra geceleri çok yorgun olduğu için pek oturamıyordu ama oturduğu o kısa sürede konuşmalardan anladığı kadarıyla oturdukları şehirde gündüzleri havalar çok güzel oluyordu ve sürekli güneşli idi. Halbuki geldiği yerlerde kar neredeyse hiç kalkmazdı. Güneş senenin çok az bir kısmında çıkardı. Bu yüzden güneşi çok severlerdi. Güneş çıktığı zaman sevinir, mutlu olurlardı. O gün değişik bir günmüş, sanki hediye edilmiş bir günmüş gibi bir başka heyecanla oyunlar oynarlardı.






Bu kadar sevmesine rağmen henüz buranın güneşini hiç görmemişti. Köylerinden göç ettikleri gün oturacakları eve gece gelmişlerdi, her yer karanlıktı. Babasının arkadaşının, yani köylülerinin ayarlamış olduğu gecekonduya yerleşmişler ve aynı günün sabahı çalışacağı dökümhaneye gitmişlerdi. Patronları olan adamla kısa bir konuşmadan sonra Babası akşam seni alırım diyerek bırakıp gitmişti. İlk birkaç gün beraber geliriz, daha sonra sen kendin gelirsin zaten eve çok yakın demişti. Hakikaten de oturdukları eve çok yakın olduğunu birkaç gün içinde fark etmiş ve kendisi gidip gelmeye başlamıştı. Şimdi istediği tek şey geldiği şehrin güneşli, güzel günlerini görmekti. Bunun içinde rahatça koşup oynayabileceği tatiller hayal ediyordu. Aksi gibi çalıştığı yerde hiç tatil yoktu, babasına göre bunu bulduğuna şükretmeliydi. İlerde mutlaka olurdu herhalde fazla üzülmemeliydi, hem babası eve çok büyük katkın olacak demişti.






Günler, güneşi özleyen çocuk ( G.ö.ç. ) için tekdüze bir şekilde geçiyordu. Hiç şikayet etmeden sabırla işini yapıyor, sadece istediği ve büyük bir özlemle aradığı güneşli günlerde koşup oynamak hayali ile avunarak günlerini geçiriyordu. Bazen dalıyor, bir elinde çalı süpürgesi ile işini yaparken kendisini dışarıda hayal ediyor, koşup oynadığını görüyordu. O zaman yüzüne yayılan mutluluk o kadar şiddetli oluyordu ki yanaklarının kızardığını hissediyor, diğerleri fark etmesin diye kafasını iyice aşağı eğiyordu. Bu arada aklına sık sık Okul düşüncesi geliyor ancak Babasının sözleri derhal bir duvar gibi önüne dikiliyor ve daha güzel şeyler hayal etmesini engelliyordu. Oysa ki köyünde arkadaşları ile gelecek hayalleri kurarken eğer şehre giderlerse Okulda okuyacağını, derslerine çok çalışacağını ve çok başarılı olacağını hep hayal ederdi. Kendisini hem okullu bir öğrenci hem de çok çalışkan bir öğrenci olarak hayal ederdi.






En çok üzüldüğü şey öğle tatillerinden faydalanamaması idi. Çünkü ortalıkta kimse olmadığından daha rahat ve iyi süpürülebiliyordu. Bu yüzden yemeğini mutfağa mesai başladıktan sonra gidip yiyor ve hemen işinin başına dönüyordu. Zaten patronları da öyle istemiş, el ayak çekilince daha rahat süpürürsün, ayağına dolanan kimse olmaz demişlerdi. O kısacık öğle tatilinde bile kapı dışına çıkıp temiz havada oturamıyor, işini dökümhanenin o kasvetli ve karanlık havasında tamamlıyordu. İş bitip paydos olduğunda ise hava kararmış oluyordu. O da işten çıkınca doğruca evine gidiyordu. Neyse ki zamanını kurduğu hayallerle geçiriyor hem böylece sıkılmıyor ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu. Oldum olası hayal kurmayı sever, sık sık dalar giderdi. O anda hiç kimseyi görmez olur, sadece işine odaklanırdı. Görmeyi istediği o kadar çok şey vardı ki. Bunları düşündükçe heyecandan titriyordu. Örneğin arkadaşları büyük şehirlerdeki denizi uzun uzun anlatırlardı. Bizim buraların deresine benzemez hem çok büyük hem masmavidir derlerdi. Ayrıca sabun sürülmüş gibi köpük köpük olurmuş. Evlerin ve caddelerin tertemiz ve bir sıra halinde ip gibi dizildiğini, insanın bakmaya kıyamadığını anlatırlardı. Henüz konuşup hayalini kurdukları bu büyük caddeleri görmemişti. Okulların kocaman bahçeleri olduğunu ve buraya gelen çocukların önlüklerinin tertemiz ve tiril tiril olduğunu, hepsinin bir örnek kıyafetleriyle ip gibi sıraya dizildiklerini anlatırlardı. Bunları düşündükçe hem çok mutlu oluyor, hem içi özlemle doluyordu.






Güneşi özleyen Çocuk ( G.ö.ç. ) akşamları annesinin dizi dibinde oturuyor, bütün aile bir arada iken anlatılanları dinleyerek onların konuştuklarından dışarıda gündüz yaşananlar hakkında bilgi sahibi oluyordu. Henüz küçük olduğu için kimse ona bir şey sormadığından dinlemekle yetiniyordu. Tekdüze geçen günlerinin monotonluğunda kardeşlerinden ve Annesiyle Babasından dinledikleri ona çok ilginç geliyor, çeşitli hayaller kurmasına neden oluyordu. Dünyayı onların gözüyle görür ve tanır olmuştu neredeyse. Demek ki insanın çocukluğu böyle geçiyordu, birçok şeyi insan ancak Babası kadar olduktan sonra görebilecek ve öğrenebilecekti, o yüzden şikayet etmeden işini yapması gerekiyordu. Hem zaten sadece kendisi değil kardeşleri de aynı şekilde büyüklerin anlattıklarını dinliyor ve hülyalı hülyalı dalıp gidiyorlardı. Demek ki onlarda kendisi ile aynı durumda idiler, aynı şeyleri özleyip aynı şeyleri düşlüyorlardı. Bu dünyada bir çocuk olmak bir de büyük olmak vardı. Çocukken her şeyi hayal edebiliyorsun, her şeyi düşünebiliyorsun, Baban kadar olunca da bunları gerçekleştirebiliyorsun. Ancak Babaların da bir yere kadar yapabildiklerini, öyle her şeyi yapamadıklarını biliyordu. Çünkü Babası da zaman zaman şikayetçi oluyor, bu ay şunu yapamadık, bu ay bunu yapamadık diye söyleniyordu. Demek ki onun da yapamadıkları şeyler vardı. Bir Baba ne kadar çok şey yapabilirse o kadar zengin demekti. Bunun içinde evdeki herkesin çok çalışması hemde devamlı çalışması gerekiyordu, ancak onlar kadar olunca kendine zaman ayırabilir, istediğin yere gidebilirdin.
Böyle zamanlarda bazen Annesini mutfakta yalnız yakalar ve sorardı ;
- Anne bizim de diğerleri gibi gezmeye, pikniğe, sinemaya gidecek zamanlarımız olacak mı ?
- Tabi ki olacak oğlum! Derdi Annesi, neden olmasın ? biz köyden yeni geldiğimiz için daha buraya alışmaya çalışıyoruz, kendimizi bir toparlayalım elbet biz de her yere gideceğiz.
- Bu şehri de gezebilecek miyiz Anne ? Kocaman denizi varmış, caddeleri, okulları çok büyükmüş, gez gez bitmez diyorlar.
- Hepsi olacak oğlum, hepsi olacak sen şimdi işini düşün, çalışmana bak.
Böyle zamanlarda içi mutlulukla dolar, yüzüne basan ateşten yüzü kıpkırmızı olurdu. Kendilerini ne kadar güzel günler bekliyordu. Arkadaşlarım bilse nasıl da gıpta ederler diyordu.
- Sinemaya da gideriz o zaman değil mi Anne ?
Annesi baktı ki, hayallerle aklını bulandıracak hemen ikaz etti ;
- Bak yarın çok erken kalkacaksın, hemen yat çok geç kaldın, dedi.
Ertesi gün Güneşi özleyen çocuk ( g.ö.ç. ) daha bir heyecanla ve daha bir hevesle işine başladı. Biliyordu ki kendisini çok güzel günler bekliyordu, nasıl olsa burada her zaman yaz vardı, güneş vardı. Nasıl olsa hiç üşümez, elleri ayakları buz tutup uyuşup kalmaz, her yeri rahat rahat gezebilirlerdi. Kim bilir ne kadar güzel oluyordu hiç titremeden, donmadan deniz kıyısında caddelerde koşturarak oynamak. Her şeyin tadını doya doya çıkarmak, filmlerde gördüğü elinde bir pamuk helva, yada dondurma koşa koşa caddeleri katetmek. Bütün bunlar uzak değildi onun için. Hepsini yapmak için bol bol zamanı vardı.
O heves ve gayret içinde her geçtiği yeri pırıl pırıl yapıyor, bir tane bile talaş parçası bırakmıyordu. Döküm makinelerinin, tezgahların altlarına süpürgesini sokup çıkarıyor, her yeri tertemiz yapıyordu. Bu arada öğle tatili olmuş herkes yemeğe gitmişti, ortalıkta kimse olmaması onu daha da gayrete getirmiş, bir taraftan makine gibi her yeri süpürürken, bir taraftan da yüzünde bir mutluluk güzel hayallerine devam ediyordu. Hayalinde güneşi görüyordu, pırıl pırıl güneşi, yüzü mutlulukla ışıdı, büyülenmiş gibi bakarken bir takım homurtular ve sesler geliyordu. Herhalde dedi güneşin yanından uçak geçiyor bu homurtulu sesler oradan deliyor, ama uçak güneşe çarpamaz ki güneş çok daha uzakta diye düşünürken, sanki bir dağ yıkılıyormuş gibi sesler geldi, araya insan sesleri karışıyordu. Güneşi özleyen çocuk (g.ö.ç.) ne oldu benim hayalime diye düşünürken, karşıdan kendisine bağırarak işaret eden ve ona doğru koşuşturan iki kişiyi gördü. Ne oldu bunlara benim hayallerimde ne işleri var diye düşündü, bu arada gök gürültüsü sesleri devam ediyor ve gümbürtüler geliyordu. İşte o anda fark etti yukarıdan tavanın çöküp hızla üzerine geldiğini, insanlar deli gibi kendisine doğru koşarken henüz gökyüzünde, hayalinde uçmakta olan uçaktan kopamayan g.ö.ç. büyük bir gürültünün altında kalıp kayboldu.
Derhal dışarıya haber gitti, İtfaiyeye ve acil yardıma haber verildi. Çok büyük bir talihsizlik olmuş, geçen hafta dökümhane içinde çalışan bir vincin bom'u malzeme kaldırırken tavana çarpıp kirişleri kırmıştı. Yakında yapacakları bakım döneminde kirişleri tamir etmeyi planlamışlar ancak tavanın dayanamayacağını hesaplamamışlardı. Tam kirişin kırıldığı yerden tavan çökmüş ve orada büyük bir delik açılmıştı. Tam tepede olan güneş açılan delikten ışıklarını oluşan moloz yığınının üzerine yollamıştı.






Bu arada çalışanlar Acil yardım gelene kadar hep birlikte molozlara atılmışlar, süratle temizleyerek çocuğa ulaşmaya çalışıyordu. Herkes büyük bir merak ve üzüntü içindeydi. Çocuk çok küçüktü. Henüz işe yeni başlamış, sessizce işini yapan, her çağırana koşan ve sürekli yüzünde bir gülümseme ile dolaşan bu sessiz çocuğun başına gelenler herkesi etkilemişti. Bu yüzden canla başla çalışarak acil yardımın gelişine bakmadan çocuğa ulaşmaya çalışıyorlardı.
Sonunda moloz yığınının dibine ulaştılar. En aşağıya inen işçi çocuğa ulaşmıştı, yukarıya sağlık memurunun gelmesi için seslendi. Sağlık memuru elinde ilk yardım malzemeleri ile derhal moloz yığının tepesine tırmanıp kazılan yere indi, o anda çocuğu gördü, orada ki işçiyi kenara çekerek başına çömeldi. Küçük çocuğun yüzüne yukarıdan, tavandan açılan delikten giren güneşin ışıkları vurmuştu. O anda inanılmaz bir şey gördü sağlık memuru, inanamadı ve eğilerek çocuğun yüzüne dikkatlice baktı, çocuk gülümsüyordu. Evet, evet yanılmasına imkan yoktu, yıllarca acı çeken, yaralanan işçilerle haşır neşir olduğundan çocuğun yüzündeki ifadeyi hemen fark etmişti, gülümsüyordu.






Çocuğa ilk yardım için ne yapabilirim diye diye düşünerek getirdiği malzemeleri gözden geçirirken o gülümseyen çocuğun dudaklarının kıpırdadığını, bir şeyler söylediğini fark etti, eğildi, duyabilmek için kulağını ağzına dayadı ;






- Güneşi gördüm! Diyordu çocuk. Güneşi gördüm.






SON

12 Ekim 2014 14-15 dakika 4 öyküsü var.
Yorumlar