Güz Ağrısı II

“ Ani ve Büyük Çöküş ”

İki arkadaş okuldan eve geldiklerinde kapının altından atılmış, posta havale kağıdı buldular. Gelen para ikisinden birine aitti.

“ Oh! dedi diğeri çok şükür, bu bizi en azından yirmi gün idare eder.”

“ Bu parayı bizimkilerin göndermesi imkansız”dedi diğeri.

“ İyi de baban göndermiş baksa…,”derken arkadaşının yetim ve öksüz olduğunu hatırladı.

Haklıydı o para başka bir yerden gelmişti ama bunu hiç bir zaman öğrenemediler. Çünkü gurup tarafından “sınav” için gönderilmişti. Bu tür sürpriz uygulamalar gurubun “iç denetim” mekanizmasıydı. Oto kontrol sisteminin bir parçasıydı.

Posta havalesine bir kez daha baktılar, sonra bakışları birbirine uzandı. Düşüncelerindeki yoksulluk türküsüyle birleşen, mide gurultuları gözlere yansıdı. Bu yansımada yasak elmanın ısırış harisliği gizliydi.

“ Diyorum ki, gidip parayı çektikten sonra lokantada şöyle güzel bir öğle yemeği yesek.”

“ Olmaz, dedi diğeri bu para gurubun, sen nasıl böyle bir şey düşünürsün.”

“Haklısın ama geceleri lokanta artıklarını toplamaktan da bıktım. Ben hayatımda hiç İskender kebabı yemedim, bir kez denesek. Çarşıdaki İskendercinin önünden geçerken yutkunmaktan bademciklerim ağrır hale geldi.”

“ Valla ben de yemedim ama şimdiden suçluluk duymaya başladım.”

“ Söylemeyiz sır kalır aramızda, gerisi de gurubun zaten.”

“Adem ve şeytan"


“ Ya bu para guruptan geldiyse?"

“ Yok canım bu kadar para ne gezer gurupta.”

Damaklarında ilk defa tanıştıkları tat, tedbirlerini kendilerine önemsetmedi. Bir çift göz uzaktan izlerken onları, ihanetin öfkesi içini kapladı.

Ziyafetten sonra kalan para ortaya kondu. Ama on bir kişinin sofrasında yine bulgur aşı, yine yavan ekmek vardı. Onları izleyen gözün dudakları “ihaneti” ortaya döktü. Başlar eğildi, hüzün değildi hissettikleri, garip bir öfkeydi. Umutla besledikleri “tohum” daha yeşermeden kuruyor muydu…

Yapılan alışveriş ve kalan paraya… ihanet ve kötülük bulaşmıştı, başkalarına dağıtılmak üzere bir kenara koyuldu. Bu; kesin inançlı olmanın açık bir ifadesiydi…

“ Şu haşlanmış bulgura ve ekmeğe bir bak, dedi Zonguldaklı. Bunlar neyle alındı biliyor musun?”

“ Bilmiyorum.”

“ Orta mahalleye girişteki yaya köprüsünü kestik dört gece önce, biliyorsun o mahalle genellikle hırsızlıkla geçimini sağlıyor. Hırsızlardan aldık o gece Kayseriliyle birlikte.”

“Yani suç işlediniz.”

“ Ne suçu be! Arsızdan, hırsızdan, namussuzdan, her türlü maddi ve maneviyat sömürgenlerinden… almak bizim yasalarımıza uygun. Üstelik bunu sen teklif etmiştin yasaya girmesi için.”

“ Bunu biliyorsun,” dedi Kayserili elindeki defteri sallarken. “ Burada yüzlerce insan var isimleri ve adresleri kayıtlı bizlere katılmak için can atıyorlar, bunu sende bende biliyoruz.”

“ Ve siz sadece kurduğumuz topluluğa değil geleceğe ihanet ettiniz.”

“ Yaza kadar neden sabredemediniz? Yazın, şehrin kıyı kesimlerinde ekonomik ünitelerimizin oluşum planlarını yaptığımızı bilmiyor musunuz?”

“ Bu yaşadıklarımız bizim için bir tür eğitim ve olgunlaşma süreciydi. Bunu nasıl unutursunuz?”

“ İç yasalara göre yargılanmaları gerekir.”dedi biri, dokuz kişi de onayladı. “mahkeme kurulsun.” Adalet bağımsız olduğu sürece adalettir.

Suçlular sandalyeye oturtuldu. Savcı iddianamesini okudu” ihanet ve gurubun parasını çalmak.”. Suçlulara soruldu.

“ Savunmanız.”

Suçlular, suçlu olduklarını savundular karara da saygı duyacaklarını belirttiler. Hakim jürinin kararını sordu.

“ Oy birliği ile suçlu bulundular”dedi jüri başkanı.

“ Karar, dedi hakim.

Bunca zamandır oluşturduğumuz “ Amiş Tipi Koruculuk” prototip toplum teşkilatlanmasında, örnek toplum oluşturma ve on yıl sonrasında yüz binleri bulacak olan ütopik toplum yapımıza zarar verme, etkileşim ve örnek olma yoluyla toplumun genelini etkileme ve toplumu yönetenlerin üzerinde pozitif bir baskı oluşturma, kanıtlanmış olan işlediğiniz suç ile idealizm ve davamıza ihanet etmiş bulunuyorsunuz. Bu idealizm; topluma umut olma, kurtuluşa erme ve ezilenlerin ayağa kalkma fırsatı verme idealidir. Sizler idealizmimize ihanet ettiğinizden ve şeytani düşünerek “yasak elma”yı ısırdığınızdan, adına havale gelenin idamına… Buna suskun kalıp ortak olanın da bu infazı gerçekleştirmesine… ve daha sonrada guruptan atılmasına “Korucular ve Kurtarıcılar Topluluğu” adına karar verilmiştir.”

“ Hayır, dediler şaka yapıyor olmalısınız.”

“İnfaz uygulansın.” dedi Hakim tüm ciddiyetiyle.

Yerleri tahta döşemeli odanın ortasına idam sandalyesi oturtuldu, kalınca bir sicimde yüksek tavandaki kancaya tutturulmuştu çoktan. Savcı suç yaftasını suçlunun göğsüne iliştirdi. Son isteği soruldu.

“ Affedilmek…”dedi.

“ olumsuz”

“ Cesur ve onurluca çık sandalyeye,”dedi. İkinci kez tekrar etmedi diğer arkadaşları koluna girip sandalyeye çıkartıp urganı boynuna geçirdiler, elleri de arkadan bağlanmıştı, ayakkabıları ayağından çıkmıştı kısa karşı koyuş çabasında. Sol ayağındaki çorabın topuğu başka bir çorap parçasıyla yamanmıştı, parmak uçlarındaki sökükler ise defalarca eğreti dikiş yapılmış, dikişler bile tutmaz hale geldiğinden sağ ayak başparmağının ucu hafifçe dışarı çıkmıştı. Ütüsüz, kirlenmiş, diz yapmış kumaş pantolonun sakladığı cılız bacakları titriyordu.

“ Evet,” dedi diğerine savcı. “İnfazı gerçekleştir!”

“ Hayır, dedi diğeri ben yapmak istemiyorum.” Zonguldaklının öfkesi iyice kabarmıştı.

“ Şerefsizler!” diye bağırdı dişlerini sıkarak. Sandalyenin yanında bulunan diğerinin ayaklarına hızlıca bir tekme indirdi.

Ve darbenin etkisiyle diğerinin ayağı sandalyeye çarptı, devrildi… Cılız beden boşlukta titreyerek sallanıyordu.

“sapma ve dağılma”

Yıllar yıllar sonra…

Sabah koşuşturmacası yine başlamıştı, hızlı adımlarla her zamanki pastaneye uğradı daha içeri girer girmez mis gibi poğaçaların kokusuna bıraktı kendini. Cüzdanındaki buruşuk paraların arasından ödeyeceği en yakın parayı denkleştirmenin rahatlığıyla parayı uzattı. “Hay aksi, dedi kendi kendine içeri girerken bir günaydın demeyi unutmuşum.” Paketlenmiş poğaçayı alırken özür diledi.

“ Koşuşturmaca işte özür dilerim Mehmet bey gün aydın olsun.” Satıcı hafifçe gülümsedi.

“Haklısınız, sizin de gününüz aydın olsun.” Çantasının kulpuna iliştirdiği poşetin ağzını kokmasın diye sıkıca bağladı, insanları rahatsız etmek istemiyordu.

Kapıya yöneldiğinde satıcının seslenişini duydu.

“ Paranızın üzerini almadınız Aysun hanım. ” Geriye döndü elini uzatırken, duvarda asılı tablo dikkatini çekti, alelade çerçevelenmiş tablonun tam ortasından sağ tarafı boş bırakılmıştı. Üstelik ortamın dokusuna hiçte uygun olmadığını düşündü bir an. Herhalde yeni asılmıştı, şimdiye kadar hiç fark etmemişti çünkü. Kapıdan çıkarken dönüp bir kez daha baktı tabloya. Tanımlayamadığı bir gariplik hissetti içinde, yarısı boş olan tabloda tuhaf olan bir şey var, diye düşündü.

İşyerinde zaman zaman aklına geldi tablo, “Hay Allah! Beni neden bu kadar etkiledi ki.” Tabloda ne olduğunu hatırlamaya çalıştı, aslında çok basit yapılmış bir tablo olduğunu düşündü. Fonda koyu renklerin karışımından renklerin savaşı ile kaotik yaşam mı sembolize edilmişti. Öne çıkan nesne, tam ortadan ikiye katlanmış beyaz bir kağıt parçası yapılmıştı. Hatırladıkları bu kadardı, ama böyle tabloyu pastaneye neden asmışlardı ki? Bunca günlük sorunun altında bir de tabloyu düşünmek mi kaldı, dedi kendi kendine hayıflanarak gülümsedi.

Tabloya bir kez daha bakma isteği ağır basmıştı, dönüşte yolunu değiştirdi.

“Tablo” dedi pastane sahibi Mehmet beye “Çok ilginç geldi bana.”

“ Aynı şeyi birkaç kişi daha söyledi.”

“Öyle mi…”dedi tabloyu incelerken.

“ Aysun hanım, belki tanırsınız iki sokak arkada oturan güzel sanatlar öğretmeni Feridun beyin de dikkatini çekti hatta uzun uzun inceledi.”

“ Peki ne söyledi?”

“ Önce fırça vuruşlarında hatalar olduğunu belirtti, sonra bilerek yapıldığı sonucuna vardı. Sanıyorum Tablo tamamlanmamış ” dedi.

“ Kim yapmış? ”

“ Dün genç sayılabilecek hırpani kılıklı biri getirdi, kendisinin yaptığını ve satmak istediğini söyledi. Aslında önce almak istemedim akli dengesinin yerinde olmadığını düşündüm, çok kibar ve düzgün konuşmasına da şaşırdım doğrusu. Bu da fikrimi değiştirmeme neden oldu, doğrusunu isterseniz tabloyu görünce aynı his bende de oluştu.”

“ Buralardan biri mi?”

“ Daha önce hiç görmedim, ha parasının kalan kısmını yarın on birde gelip alacak.”

“ İlginç, dedi neden on bir acaba?”

“Anlamadım neresi ilginç?”

Aysun hanım takvimi işaret etti.

“Yarın ayın on biri.”

“ Doğrusunu isterseniz benim hiç dikkatimi çekmemişti. Tesadüftür.”

“ Kim bilir beklide haklısınız. Doğrusu tanışmak isterdim, anlam veremediğim bir yakınlık, bir gizem hissediyorum.”

Ertesi gün Aysun hanım on buçukta pastanenin en gözden uzak yerindeki masaya oturdu, büyük bir merak ve heyacanla kapıdan her girene çeviriyordu bakışlarını. Nihayet saat tam on biri gösterirken kapıdan üstü başı çöp toplayıcılara benzeyen birisi girdi. Bir adım atmıştı ki Aysun hanımın kendisini izlediğini fark etti, ürkmüştü. Geriye doğru dönüp çıkmak istedi sonra vazgeçti kapının hemen yanındaki en yakın masaya usulca oturdu. Gözlerini tabloya sabitlemişti. Mehmet beyin “ Bir şey arzu eder misiniz?” sorusuna tablodan gözünü ayırmadan “ Salep lütfen,” diye cevap vermiş, yeniden suskunluğa bürünmüştü.

Aysun hanım tüm cesaretini toplayıp oturduğu masaya doğru ilerledi.

“ Oturabilir miyim?”derken elini uzatmıştı. Eli havada kaldı, ressamın bakışları donuklaşmış tablodan gözünü ayırmıyordu. Cevap vermedi… Aysun hanım olumlu cevabın geleceği beklentisiyle çoktan oturmuştu bile sandalyeye.

“ Siz mi yaptınız bu resmi ”diye sordu?

Yine cevap yoktu. Gözbebekleri tablo ile duvarda asılı saat arasında gidip geliyordu. On bir dakika sonra ressam yerinden kalktı, Aysun hanımı adeta görmezlikten gelmişti. Mehmet beye yöneldi.

“ Kalan parayı istemiyorum, dedi. Tablo da eksik zaten, önümüzdeki ayın on birinde kalan parçasını tamamlayacağım. Siz eklersiniz tablonun boş kalan kısmına.” Mehmet bey hafifçe başını salladı, olup bitene anlam vermeye çalıştı.

“ Zaten ressamların büyük bir kısmı uçuk kaçık olur,”diye düşündü. Ressam kapıya yöneldiğinde Aysun hanım gözlerinin feriyle kendisine baktığını hissetti ressamın. İçini anlam veremediği bir üzüntü kaplamıştı, acıma duygusu değildi bu rahatsız edici bir duyguydu. Karmakarışık duygulardan kaynaklanıyordu, istemediği bir insanın yaşamına girmesi gibi şeydi bu. Mehmet beyin kendisine baktığını fark etti. Masadan kalkarken anlamsız bir yorgunluk üzerine çökmüştü. Mehmet bey onun üzüldüğünü zannetti, oysa o hiç üzülmemişti.

“ On biri dedi değil mi?” Mehmet bey başını salladı.

“ Çok garip… gelecek ay on birinci ay ve on birinde tamamlayacak resmi.”

“ Artık bende bu “on bir” gizemine inanmaya başladım,” dedi Mehmet bey.

“Büyük bir sabırsızlıkla bekleyeceğim on birini, her şey için teşekkür ederim Mehmet bey.”

Aysun hanım günlerce meşgul etti kafasını anlamsız düşüncelerle. Tanıyıp tanımadığını defalarca kendisine sordu. “ olumsuzdu” Defalarca inceledi resmi en ayrıntısına kadar, içindeki bilinmeze yetişemediğinde konunun uzmanlarına inceletmişti tabloyu. Hepsi muhteşem bulmuştu tabloyu gizemli, tamamlanmamış bir öyküler anlatıldığı kanaati oluşmuştu, bükülmüş beyaz kağıdın büklüm yerindeki ince kıl gibi çizilmiş siyah çizgi çekti dikkatlerini sanki dediler ölümü sembolize ediyor. “Garip his” hepsini etkilemişti.

Kasımın on biri gelip çatmıştı, saat on bir de getireceğini düşünerek öyle ayarlamıştı gidişini.

Tabloya baktı yarım haliyle duruyordu.

“ Gelmedi mi?”diye sordu.

“Hayır, henüz getirmedi.”

Akşam üzeri de uğradı pastaneye ama o gün tablo gelmemişti. Ertesi gün erkenden yine uğradığında duvarda asılı tablonu yerinde olmadığını fark ettiğinde merakla Mehmet beyin yüzüne baktı. Mehmet beyin yüzünde, üzgün bir ifade olduğunu gördü.

“ Hayrola Mehmet bey, tablo çalındı mı yoksa…”

“ Hayır, dedi. Emniyetten arkadaşlar geldi, tabloyu onlar götürdüler.”

“ Çalıntı mıymış?”

“ Yok yok… kendisine aitmiş ama size üzücü bir haberim var.”

“?…”

“ Ressam… dün gece on bir civarında yaşamına son vermiş.”

“ Nasıl yani?...”

“ Tabloyu tamamladıktan sonra köprünün altında asmış kendini.”

“!...”

“ Birde mektup bırakmış, her şeyi inceledikten sonra getirecek polis arkadaşlar.”

“ İnanın çok üzgünüm ne düşüneceğimi bilemiyorum… sırlarıyla birlikte gitmek istedi anlaşılan.”

“ Tablolar getirildiğinde ben size haber veririm,” dedi Mehmet bey.

Çok geçmeden Mehmet beyden beklediği telefon geldi, gerçi zaman zaman da uğramıştı zaten. İçeri girdiğinde tamamı beyaz ve siyahdan oluşan ikinci bölüm dikkatini çekti.

“ Bunu mu yapmış,”derken Mehmet beyin suskunluğu dikkatini çekmişti. Şaşkınlıkla bir tabloya bir Mehmet beye baktı.

“ Tablo sizin… bir de bu mektubu bırakmış size verilmek üzere.”

“ Benim mi…bana mektup mu bırakmış!...”

“ Mektubu okursanız her şeyi anlayacaksınız, ilk bölüm bana yazıldığından elimde olmadan tamamını okudum.”

“ Allah Allah çok şaşkınım… neler oluyor Mehmet bey?”

“ Lütfen mektubu okuyun lakin oturmanızı tavsiye ederim.”

“ Kıymetli Beyefendi,

Bu tabloyu Aysun Hanım için yapıyordum, fakat kendisi ile yüz yüze gelme cesaretini gösteremediğimden bunu sizin kanalınız üzerinden gerçekleştirme korkaklığında bulunduğum için özür dilerim. Sizden aldığım az miktardaki ücret için lütfen beni affediniz ve hakkınızı helal ediniz. Tablonun gerçek sahibine teslim edilmesini idam mahkumunun son isteği olarak yerine getireceğinize inancım tamdır. Hoşça kalın.”

“ Aysun hanım,

Tablodaki sır kaybolmuş on bir yaşamın renksel olarak aktarımıdır. Maalesef bu yaşamlardaki en parlak renkler gece mavisinden öte geçememiştir. Hüzün ve acıların renklerle karışımından ortaya çıkan tablo budur. Her yaşamın karışımı ayrı ayrı yapılmasına rağmen meydana gelen sonuç yaşamların kendisi gibi karanlık olmuştur. Ölüm çizgisiyle bağlanan ikinci tablo geleceğimizde ne tür olursa olsun inandığımıza göre bizi bekleyen sondur. Kimisi için aydınlık, kimisi için de karanlıktır.

Tabloya, karanlık bir ortamda otuz derecelik bir açıyla sarı ışık tuttuğunuzda, (ki ben buna güz sarısı diyorum, o zamanlar bizim umutlarımız da güz sarısı renginde idi) ortaya geniş eski odanın ortasında bulunan beyaz masanın etrafında on bir genç insanın silüetlerini ve arka planda bir idam sehpasının betimlemesini göreceksiniz. O silüetlere dikkatlice baktığınızda yıllar önce kaybettiğiniz kardeşinizin de olduğunu farkedeceksiniz. Kardeşinizin hemen yanındaki ise… benim.

Ben, o yılın güz mevsiminin kasım ayının on birinci günü, gece saat on birde idam sehpasına çıkartılan kişiyim. Suçlu muydum… “evet” kesinlikle suçluydum! Kardeşinizi de bu suça ortak olması için iten yine bendim. On bir dakikalık kısa baygınlıkla atlattığım o gece, gurupta açmazların (paradoksal) çözümü üzerine oluşturduğumuz yasaya aykırı idi, bu aykırılık geçmişimizin bize yüklediği duygusallıktan kaynaklandı

Oysa gerçekten doğru karar alınmıştı ve alınan karar uygulanmalı idi. Bu uygulanmazlık benim içinde bir kurtuluş değildi aslında büyük bir çöküş, yok oluştu, bu bir sapmaydı. Yok oluşun başlangıcı ise yine bendim… Oysa biz başarabilirdik, gerçekten başarabilirdik… yetenekli, zeki ve inançlı idik. Çünkü kısa sürede inanılmaz ve kusursuz mesafeler katetmiştik. Üzgünüm…

Gurup duygusallık tartışmasına yenik düştüğünden o gece sapmanın sonucu olarak kopmalar, akabinde de dağılma yaşadı. Kimimiz sol guruplara kimimiz sağ guruplara katıldık. Bu katılmalarımız sistemin bizi yok edeceğini bildiğimiz halde yaptık, çünkü biz ve biz gibilerinin potansiyel ve enerjilerini boşaltacağı başka bir alan yoktu. Katıldığımız gurupların en marjinal, en keskin kesimini oluşturduk. Bana olan öfkelerin ancak öyle dineceğine inanılıyordu.

Keşke haklı olsalardı…

Türk milletinin enerji yüklü, gelecek için umut olacak gençliğinin Atatürk’ten sonra sistematik olarak yok edilişlerinin planlanarak zaman zaman uygulamalara geçildiğinin bile farkında olan bizler, bir anda kendisi yok etme reaksiyonu gösterdi. Suçlu kesinlikle bendim, bu da benim kalbime dayanılmaz bir “güz ağrısı” sapladı.

Tanrı’nın bir lütfü olarak bir araya getirildiğine inandığımız kaderimiz, bir anda karşı karşıya gelmeler yaşadı. Toplumun umudu olacak ütopyamız toplumun kaosuna, distopyasına dönüştü. Kuralsızlığın kuralı haline gelmiştik.

Ve bu karşı karşıya gelmelerin birinde kardeşiniz vuruldu… yaşamını kaybetti. Beni o gece yaşama bağlı kalmam için bacaklarımdan sıkı sıkı tutup yukarıya kaldıran o eller, benim ellerimin arasından kayıp gitti. Bu kayıp gidişten sonra ben de üniversiteyi bırakıp alkolü ve sokakları seçtim, bu mektubu yazana kadar da bu böyle sürdü… Güz ağrımın hafifleyeceğini umduğum yeni yaşam şeklimde bilakis giderek daha da arttı.

Doğanın beni önemsediği kadar sonumun olmasını istedim, umarım çektiğim güz ağrısına son verir. Hiçbir merasim veya törene gerekte yok hakkım da yok.

Oysa ne güzel başlamıştık…

Burası iyi insanların yaşaması için müsait değil, dedik. Her şey karmaşa içerisinde düzenden çok uzaktı, biz bunun farkına vardık… Toplumlara umut olacak hareketleri çeşitli bulandırmalarla, kirlileştirme çabaları üreten insanlar bir ihanet satıcısı olmaktan öteye geçemezler. Bunlar yıkımcılardır, yıkım güvendiğiniz inandığınız umut bağladığınız olguların ya boş bir hayal ay da bunların bir başkaları tarafından biçim değiştirilerek elinizden alınmasıdır. Bu bireyde yada toplumda büyük çöküş meydana getirir. Bu çöküş öznelerin işi değil nesneleşmiş öznelerin işidir. Toplumun hayalleri bile başkaları tarafından şekilleniyor ise toplumun kendisine gelme olayı da o kadar uzaktır.

Mükemmelliğin zirvesinde olanlar… mükemmelliğin en aşağısında olanlar… bu ikisi arasında gidip gelenler. Yaşam dediğimiz şey buydu insanlar için. Ve gidip gelmelere kader biçenlerin kaderini belirleyecektik. Bu kader biçicilerin nesnel özellik gösterdiklerini keşfetmiştik.

Nesneler yok olmaktan nefret ederler ve değişik biçimlerde bireyselliğin sevincini özlerler. Bu özleyişleri toplumun özleyişlerine evriltecektik. Nesnelerin, efendileri ile ilişkilerinin de farkındaydık, uzak hedeflerimizden biri de onlardı. Biz bu nesnelerin bitimini kendilerine hatırlatacaktık, bunun için kusursuz planlar hazırlıyorduk…

Günah işleyen insanlar cesur insanlar olmalı. Kaybedeceklerini bildikleri halde bu cesareti nerden buluyorlardı. Bunları inceledik… İşlediğimiz günahlar toplum yararına ise daha büyük günahlar işlenmeli sonucuna vardık. Fakat bu cesareti gösterecek insanlar yok denecek kadar azdı ama yeterliydi. Biz bu cesareti göstermiştik… ve diğer cesurlarla irtibata geçtik.

Masum insanların karşısına aksi yönde zeka olan şeytanı çıkarmak ne kadar adil olabilirdi, yoksa her insanın şeytanı kendi seviyesinde midir? Ve zekası yüksek olanlar bu savaşta onlara yardım etmeli. Biz bu yardım etmelere de inanmıştık…

Ve nice planlarımızı olgunlaşma sürecine itmiştik, zamanı gelince kullanacaktık.

Oysa ben her şeyi mahvettim… İdeallerimizi bir lokmayla öldürdüm.

Bunca uğraşmalara rağmen varlık ya da öz gideceğimiz yolu belirleyememişse ki, benim varlığım belirleyemedi öyleyse başka bir yoldan gitmeli insan, benim son seçimimde bu oldu.

Şimdi ise alınan o kararın uygulanmasını onurlu ve cesurca uygulayarak tamamlamak istiyorum, sandalyemi kendi kendime devirmenin sevincini yaşayacağım. Umarım en azından benim adıma güz ağrısı dinmiş olur…

Sizden ve toplumdan tekrar özür diliyorum…

Hoşça kalın!..”

28 Mayıs 2024 18-19 dakika 22 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (3)
  • 6 ay önce

    Özünde insan olmanın verdiği haklı gururu ve onuru taşımak kolay değil ressam gibi açlıktan da olsa ki maalesef adı üstünde beşer şaşar ne yazık ki insanlığa ders niteliğindeydi öykünüz elbette anlayana Sayın Kına hep değerlidir paylaşımlarınız ve keyif alıyorum değerli kaleminizi okumaktan çok saygımla ve tebriklerimle

  • 6 ay önce

    Mehmet bey site olarak bir duruşumuz vardır sataşmalara da saldırılara da izin vermeyiz yapanlar için hemen gereği neyse yapılır emin olunuz o yüzden müsterih olunuz ve rahatlıkla ekleyiniz eserlerinizi ve dün müsait değildim uzunca yazamadım ,her yazar ya da şair mutlaka kendi yaşamından kesitler ekler eserlerine, çok haklısınız geçmişin iyinin doğrunun ve güzelin özlemini çekiyoruz öyle bir hal aldı ki yaşam insanlar çaresiz geçim zor ayrıca ekonomik siyasi ve dini baskılar çok arttı bir çoğu umudu da inancı da kaybetmeye başladı ve fakat memlekette iyi doğru ve akılcı insanlar var çok şükür hani derler ya onlar yüzünden savaşıyoruz geldiğimiz nokta bu maalesef ama şu var ki Atatürk ve fikirleri sayesinde inancımız da umudumuz da dimdik ayakta kötüler hep olacak iyiler de

    Saygı ile