Güz Tepesi
Güz Tepesi
1
Hızlıca bir nefes aldı. Uykusundan aniden uyanarak. Soğuktu çevresi, ışık seçemiyordu. Kolları ayakları bağlanmış gibi kıpırtısız uzanıyordu. Düşünmeye başladı nasıl uykuya daldığını.
2
Cumartesi gecesi iş çıkışından sonra altı tane bira almıştı. iki tanesi ile kafa olur üçüncüsünü içerse yönünü bile karıştırırdı. Ama yinede kendi başına altı bira almıştı, soğuk. Yüz gramda beyaz leblebi. Sonra kadın başına bir cesaret Güz tepesine çıkmıştı. Hayret kimse yoktu. Sonbaharın yalnızlığı sarmıştı, sararan yaprakların yerlere serildiği tepeyi. Etraf çok tekinsiz durmuyordu, zaten buranın da yabancısı değildi ama yinede arabasından inmek istemedi. Yalnız olmaktan, tek başına kalmaktan yetirince rahatsız olmuştu zaten. Çıkıp hava almayı bile istemedi. Tepeyi arabasından daha çok tanırdı ama yinede inmek, beklide eski adımlarına basmak istemedi. Rüzgârı solumak, maziyi koklamak istemedi... Biralara baktı, duraksadı, kaçtığı tüm hatıraları birden sıralandı hayalinde, gözleri sulandı. Bu tepenin şu anki sessizliğinde birden kaç şarkı çınladı, kaç adına okunmuş şiir duydu aniden; o an duydu, yaşadı hepsini. Gülücüklerini, yaslandığı omzundan bakarken, sevgilisinin gülen gözlerini ve şefkatli ellerini hisseti yüzünde. Geçmişe dönüp düşününce nede anlamsız geliyordu artık geleceğe dair planları. Aynı Dört sene evvel kurdukları gibi.
3
Mehmet'le tanışalı üç hafta olmuştu çekingen, efendi, dürüst esmer tenli bir Anadolu delikanlısıydı. Gizem ise o zamanlar Kırşehir'e yeni tayini çıkmış çaylak ama hırslı bir hâkime idi. Adliyeye giren çıkan her davadan haberi olur. Kendisinin işi harici hakkında da insanlara yardım ederdi. Bu yardım severliği sayesinde de birçok insanla tanışmış, çoğu kişi için kurtarıcı rolü oynamıştı, adalete güvenen insanların hayatında. Mehmet ile de yine böyle bir senaryoda tanışmışlardı. Klasik bir miras davasıydı. Mehmet'in dayısı tarafı Kırşehir'in zengin ailelerindendi. Ama babası tarafı ile ezelden gelen bir husumetleri vardı ki Mehmet'in annesinin vefatından sonra hiçbir akrabalıkları da kalmamış sayılırdı. Hoş Mehmet'in pek umurunda değildi annesi tarafı ile geçimsizlikleri ama dayıoğullarının havai tavırları ve kışkırtmaları annesinden kalan tarlaların ekinlerinden payına hiçbir şey gönderilmeyişi yetmez miş gibi dayısı oğullarınının havai ve kışkırtıcı tavırları canına tak dedirtmiş ve olaylar mahkemeye taşınmıştı
Gizem Mehmet'in davasıyla pek bir ilgilenmiş, zaten haksızlığa hiç gelemeyen bünyesi Mehmet'in çaresizliğine kol kanat germişti. Bu dava onların hayatında bir başka yolu daha açıyordu, onlara; usulca. Beklide isteyerek boşluklarını doldurtuyorlardı birbirlerinde ama bir şeyler usulca girdiğinde insanın hayatına, en çok ondan korkmak gerekir ki bunu unutuyorlardı. Bir şey uzun bir süreçte hayatımıza girmişse ya da uzun süredir hayatımızdaysa zannederiz ki bu uzun zaman zarfında her şeyine vakıf olmuşuzdur ve telaş edecek bir şey kalmamıştır aşinalıklarımızda hayatımızın yeni elemanı hakkında. Sonuna kadar açarız kendimizi tüm kalkanlarımızı bırakarak. Ama gerçek hiç böyle olmaz. Kader hep sürprizleri sever ve hiçbir planımızı çizdiğimiz hatlarıyla eklemez hayat kitabımızın sayfalarına.
Dava süresince dava ile alakalı alakasız hep beraberdiler. Her hafta sonu bir yerlere gider olmuşlar, birbirlerini yokluklarını yalnız anlarında kalplerinde iyiden iyiye hissetmeye başlamışlardı. Aşk hep böyle başlardı zaten yalnızlığınıza ortak bir dost bulursunuz sizi anlayan, anlamaya çalışan ya da hiç yoktan bu çabasını belli edebilen ve bu samimiyete güvenir yüreğinizin kapılarını aralarsınız bir yabancıya. İşte Mehmet ile Gizemde paylaştıkları yalnızlık duygusundan kurtulup, onun geri gelmesine dair korkularından olsa gerek birbirlerine bağlanmayı, zamanın sonuna kadar beraber olmayı içlerinden ister olmuşlardı, en çokta Gizem. Kadınlar için bağlılık aşka giden yoldur zaten Gizem de çok uzak bir yere düşmemişti dalından. Fakat hayatın birçok yerine zıt, böyle meselelerde evvela erkeklerin önden buyurması gerekir ki Mehmet de Gizemden çok hoşlanıyor ama çok çekingen ve haliyle tecrübesizliğinden bir türlü açılamıyordu.
Mehmet'in ezik geçen gençliğinden, hayatın hep arka sıralarında olmasından içine kapanık bir yaşam biçimine hapsetmişti kendini. Ve bu kendi kendinelikten ona yadigâr, kendine ne kadar güvenememese de iyi bir analizci olduğuydu. Olayları konuşmaları hep ilk anında yakalar son paragrafa hep sizden önce varırdı. Çoğunda da başarılıydı bu öngörülerinde ve bu genelde sohbet ortamlarının birçoğunda onun asosyal bir yapıya sahip olduğuna kanaat getirtir bir durum olmuştu. Beklide susmakla en mantıklısını yapıyordu kendisi açısından. Düşünsenize sonunu bildiğiniz bir konuşmaya neden dahil olasınız ki. Bu ancak sizin egonuza katkıda bulunabilir. Bekleyip kendi zaferiniz yani sizin öngördüğünüz yerde biten konuşmayı, sessiz bir şekilde görmek en asilcesi olsa gerekti ki Mehmet'te genelde böyle davranırdı. Fakat bazı zamanlarda dayanamaz diyaloga katılır ve diyaloga katıldığında da ki bu durunlar genelde çocukların bir şeyi kendiliğinden fark edip heyecanlanması ve herkese söyleyip övgülerini kapması içinmiş gibi olurdu. Böyle olunca da uzun bir konuşmadan ziyade, kafasında çoktan çözdüğü meselenin son cümlesinden başlardı. Buda hep ona açıklaması daha uzun paragraflara sebepti ya da bunun yerine suskunluğa. Bu hal Mehmet'i pek tanımayanlar için onla çokta hoş bir konuşma ortamı yaratmazdı.
Yine böyle son noktasını çoktan koyduğu belli bir meseleye başlama edasıyla bir cesaret bir keresinde Gizemi güz tepesine çıkmaya ve bir çay içmeye davet etmişti. Bu teklifin dile geldiği an Gizemin beklide hayatının en mutlu anlarından biri olmuştu, iyi bilirdi ki Mehmet sonunu pek kestiremediği durumlar hakkında pek konuşmazdı... Garip bir insandı Mehmet. Hayatında hep bir Türk filmi tadı olması gerekiyordu sanki. Kendi halinde izlerken onu sanki gece saat dörtten sonra çıkan, zamanında gişe rekoru kırmış siyah beyaz filimler kuşağındaymış gibi olursunuz. Delikanlılıkları Ayhan Işıktan duygusallığı Zeki Müren dostluğu, sevmeleri Sadri alışıktan ama en çok Sadri alışıktan yüzü de pek benzerdi ona zamanın modası olmasa da bazı zaman onun gibi bir ince bıyık bırakırdı dudaklarının bittiği yerle burnunun bittiği yerin tam ortasına.
Tepeye çıktıklarında da kendine has bir satırbaşı yapıp. Oturdukları tepenin hikâyesini anlattı Mehmet. Sağa, sola, ellerine bakarken, aniden anlatmaya başladı. ?Bu tepedeki çalılar her sene yazın bitiminde genelde değişken zamanlarda ama asıl görevini hiç aksatmadan son bahardan hep bir ay dönümü evvel bu süre içinde yapraklarını sarartır bir haftada da soyunmaya başlar...? sessizlik. sonra; ?öyle bir takvim ki şaşarsın biz alıştık artık, çok enteresan değimli...? diye anlatmıştı.
4
Hikâyeyi anlatırkenki el işaretleri mimiklerini her şeyini hatırladı Gizem o anın tüm hasretini çekti içine derin bir nefesle. Sonra arabanın içine bırakıp yıpranmış bedenini, ruhuyla biraz yükselip tepeden baktı, süzdü yalnızlığını, birde kuşbakışı izledi en korktuğu rüyaya nasıl hapsolduğunu, üzüldü, hatıraları da kaçtı birden.
Kendi sessizliğindeki seslerde kesilince biralardan birini açtı. Bir solukta sonuna kadar içti. Kendini koydu kutunun içene, bir nefeste bir hırsla, yuttu son yuduma kadar soğuk birayı. İkinci biraya uzandı. Eğilmişken koltuğun altına doğru torpido gözündeki karışık yazılı bir kasette kaldı gözü. İçini çekti. Kasete yöneldi, teybe taktı, ilk şarkı mühür gözlüm;
?mühür gözlüm seni elden
Mühür gözlüm seni yelden
Sakınırım kıskanırım
Yağan kardan
Esen yelden
Sakınırım kıskanırım...?
Ağırlaşan nefesiyle kalbide yavaşlamış, Neşet usta saza vurdukça çarpar olmuştu. Şarkı bitse oracıkta kalbide duracak ölecek gibi bağlanmıştı şarkının ritmine. Mühür gözlüm diye sevmişti. Öyle anlatmıştı Mehmet sevgiyi. Sevdayı türkülerden öğrenmiş öğrendiği gibide sevmişti. Ta ki şu andan bir sene öncesine kadar.
5
Mehmet Gizemi yine güz tepesine davet etmişti. Konuşmam lazım bekliyorum dediği kısacık telefon görüşmesinde. ?konuşmam lazım? Gizemin içini kemiren bir acıya sebep olmuştu bu iki kelime acıttı tüm vücudunu. ?Konuşmam lazım? soğuk, anlamasız, keskin, dopdolu, beklide... Üç sendir birlikteydiler ama daha önce hiç bu kadar net, kendini düşünür konuştuğuna, bir talepte bulunduğuna şahit olmamıştı Gizem, Mehmet'in. Besbelli bir gariplik vardı bu durumda. Yine bir şeyler vardır kafasında da heyecandan böyle deyivermiştir diye geçiştirdi aklındaki kötü ihtimalleri. Bir saat içinde bitirip işlerini Mehmet'in yanına gitti. Arabasından indiğinde Mehmet'i hep oturdukları bankta göremedi. Az daha ileride yüzü şehre dönmüş yere çömelir vaziyette buldu. Bir gariplik vardı...
- Düşünceli görünüyorsun
- Hayır
Dedi tırnaklarını bırakıp, hızlıca arkasını dönerken.
- Yo öyle bakakalmışım. Oturalım mı?
- Öyle olsun.
Yüzü bembeyazdı Mehmet'in. İki çay söyledi, çaylar gelene kadar da ikisinin arasında derin bir uçurum açıp içine dalıp gitmişti oturdukları bankta. Çaylar gelince, daldığı o derinlikten bir anda, karışık ama sert bir yüz ifadeyle çıktı. Sonra oranın sahibiymiş de garsonu azarlar ve hükmeder bir tavırla bir sağ ol dedi ki garsona, Gizem'in içi buz gibi oldu birden. Aynı o ukala bakışıyla Gizeme doğru yöneldi Mehmet. Ağzının yarısıyla ama net bir tavırla;
- Çok sıkıldım biliyor musun Gizem.
- ...
Havayı bir belirsizlik sardı Mehmet'in suskunluğunda. Devamını bekler gibi düşünceli bakışlarını yerden alıp Mehmet'in yüzüne dikti Gizem. Yüzünde bin yıllık bir bitkinlik vardı, uykusuz 3 gün adliyeden çıkmamış olsa yinede kendini böyle hissetmezdi diye düşündü, kendi içinden. Omuzlarından kopmuştu kolları. Bir fırtınayı bekliyordu tüm vücudu, kaçmaktan vazgeçip ne olacağını bekler bir halde. Bulutların iyice karardığını görebiliyordu. Sonra devam etti Mehmet farklı bir satırbaşından
- Sen bu senede mi istemedin tayinini?
- Hayır, neden sordun ki?
- Hiç, hani Ankara'ya gitmeyi çok istiyordun ya onda. Ama sen takıldın kaldın buraya.
- Ama...
- Yok yok sen çok kaldın buralarda, hem sen hırslı insansın bir zamandan sonra seni sarmaz buralar.
Hal bu ki bu sabah ne hayaller içindeydi Gizem. Annesi ile konuşmuş Mehmet'i anlatmıştı yine uzunca. Ve Kırşehir de kalacağını müjdeliyordu. Annesi de kızını onaylıyor. Mehmet'e güvenebileceğini söylüyordu. Beş günlüğüne Kırşehir'e gittiğinde tanışmışlardı Mehmet ile ama Mehmet'in gözlerindeki samimiyete ilk baktığında güvenmişti. Annesi de çok mutlu olmuştu Gizem'in bu haberine Ama şimdi Mehmet neler anlatıyordu böyle.
- Mehmet ne söylüyorsun, neden bahsediyorsun sen. Biz...
- Kesme lafımı dinle beni, gidersin sandım bir türlü çekip gitmedin. Yapıştın kaldın sıkıldım senden artık.
Bir an durdu. Sonra hep yaptığı gibi alakasız bir yerden bir sonla
- Çık git hayatımdan.
Sanki bir aşk yaşamamışlardı, sanki üç yıldır beraber değillerdi de bir çıkar ilişkisi içindeymişler gibi, en saçma son cümlesinden başlamıştı Mehmet...
- Dava bitti. Aşk da bitti. Seni bir daha görmek istemiyorum
Diyordu. Ve çekip gitti.
Gizem hayatında ilk defa böyle bir duygu seline kapılmıştı. Gözleri dolmuş, ağlayamamış; ellerini sıkmış, bir tokat sallayamamış; kalkacak olmuş, kıpırdayamamış bir halde kaskatı kalmıştı oturduğu yerde, Mehmet'in açtığı o uçurumun kenarında, o yağız saf kalpli güvenilir delikanlı dediği adam çekip giderken. Bir an sonra arkasından bakacak oldu ama yine kıpırdayamadı.
6
İkinci şarkının arası geldiğinde hatıralar şeridinden, mazinin büyüsünden sıyrılabildi ancak. Sonra hızlıca uzandı, ikinci birayı aldı, yine fon dip. İçki içer gibi değil, su içer gibi değil; intihar eder gibi bir hırsla sömürüyordu zehrini teneke kutudan. İkinci Türkü...
?Elif Dedim Be Dedim Aman,
Kız Ben Sana Ne Dedim.
Guş Ganedi Galem Olsa Aman,
Ah Yazılmaz Benim Derdim...?
7
Bir zaman geçtikten sonra garsonun ürkek sesiyle ayıldı Gizem kalakaldığı bankta, içi boşalmış gözleriyle şehre bakarken, içi boşaltılmış gözleriyle. Hiçbir anlam verememişti bu çekip gidişe. Hızla geçirdiği günleri taradı zihninde. Bir yerlerde bir hata yapmış olmalıydı da o yüzden böyle olmuştu. Kendini suçlu çıkarmayı o kadar çok istedi. Her insanın yapacağı gibi başarısızlığı kendine mahal etmeyi sevdikleri için. Yok. Yok. Yok. Düşündükçe mutluluktan gülücüklerden başka hiç bir şey gelmiyordu aklına. Düşündükçe ilkbahar sıcağı bir hava esiveriyordu hatıralarının koridorlarında da şimdi kara bulutlu ikindi fırtınasına nasıl dönüvermişti bu hikâye, gün yavaş yavaş batarken.
Düşündükçe titremeye başlıyor oturup kaldığı şu uçurumun kenarından kızgın alevler yükseliyor, yapa yalnız kaldığı şehir kahkahalar atıyordu ona. Ve nefret hemen gösterdi kendini, aşkın ikiz kardeşi birden peyda oluverdi. Belki de en basit savunma mekanizmalarımızdan biriydi nefret etmek ve nefret ettiğimizden doğal olarak uzak durmak. Ama aşkın içindeki nefrette böyle olmazdı çoğu zaman. Garip bir şekilde daha çok bağlardı nefret, aşka insanı. Kaçmak mümkün olamazdı bu sancıdan tek kurtuluş hayata sarılmak olabilirdi. Gizemde böyle yaptı bir müddet
8
Altı ay geçmiş hiçbir haber gelmemişti Mehmet'ten. Ne kadar uzak durmak istese de bekliyordu yinede bir telefon, bir haber bir özür mesajı. Kendisi istese çok kolay haber alabilirdi ama yapmak istemedi. Haber alabileceğini düşündüğü mevzulardan ve konulardan da uzak durdu hatta. Ve hayatın kendi akışı içinde salınmaya devam etti ta ki. Tesadüfi bir haber alana kadar.
Makamında mesaisini bitirmeye çalışırken önüne yeni gelen bir dosyayı inceliyordu. Davacı olanlar yabancı değildi Mehmet'in dayısı tarafı. Davanın konusu da; Mehmet Gündoğdu'nun ölümünden dolayı tüm mal varlığının onlardan başka yakını olmadığından falan filan... Mehmet, Mehmet, Mehmet dört duvarda dalgalanarak yükseldi ses, yankılandı bu isim. Gömüldü makam koltuğuna dünya başına yıkıldı sandı. Mehmet ölmüştü. O içten içe bir pişmanlık bir af dilenme seremonisi beklerken Mehmet bu dünyadan ayrılalı çok zaman olmuştu. Yüzü kızardı sevimsiz sessiz dövüşüne, aptal gururuna en azından bihaber kalmayabilirdi,. Bu nu nasıl böyle saçma bi olaya çevirdiğine kızardı tüm içi. Bir yanı tamam ondan hiç dönemedi diyordu cahil ve patavatsızca bir yanı da nasıl olmuş peki sorusunu bağırıyordu zihninin o an ki boşluğunda ama en parlak ve acı veren duygu pişmanlıktı. Hemen birkaç telefon ve öğreniyordu ki Mehmet'te annesi gibi lenf kanserine tutulmuş, hastalığı, annesinin kaybından sonra ve aile içi çekişmenin yüküne daha fazla fenalaşmış, hiçbir tedaviye de cevap vermeyen bünyesi çarçabuk pes etmişti.
Sanki nasıl öldüğünü öğrenmiş olmasının ona bir faydası olacaktı aptal bir refleksti o an ki çaresizliğinin eseri. sonra keşkeler başladı. Keşke dedi, keşke bilseydim. Bu hastalığın, bu tip hastalıkların en kesin ilacı moraldir. Neden benden kaçtın diye soradururken, cevap veriyordu içindeki seslerden biri; Mehmet sonunu tahmin edemeyeceği durumlarda temkinlidir ama kararları katidir kendisi için. Anlaşılan Mehmet yine erken bir bitiş cümlesi kurmuştu kendi başına ama bu sefer kendi hayatına dair. Ve çekip gitmişti ölümün kollarına. Evlenip mutlu olabileceklerine dair en büyük yanılgısını da en gerçek olan öngörüyle ödeştirmişti Mehmet. Ölmek
9
Şoför koltuğundan izlediği şehrin, bulanıklaştığını fark etti. Ya sarhoş oluyordu ya şehir kayboluyordu. Kaybolmasını ve bitmesini tercih etti. Ve üçüncü bira. Kasetin ilk yüzü bitmiş ikinci yüzünün ilk şarkısı...
Ben seni unutmak için sevmedim
Gülmen ayrılık demekmiş bilmedim
Bekledim sabah akşam yollarını
Ölmek istedim bir türlü ölmedim
Bu şarkıyı Zeki Müren'den dinlemek vardı ya. Mehmet Sadri Alışık'ın Gelinlik Kızlar adlı filminden, Sadri Alışığın sesinden kayıt ettirmişti. Galiba en dertli söylendiği hali de buydu... Şimdi İkinci tekrarındaydı şarkı sesini açıtı eline iki bira daha alıp çıktı arabasından. Teybi ayarladığı şarkının kaçıncı tekrarı olmuştu da ilk mısrası sadece aklında kalıyor bir o mısrayı seçebiliyordu ?Ben seni unutmak için sevmedim?. Sonra mırıldanmaya başladı kendiside Mehmet'ten hatıra şiirlerin esintisinde
Ben seni unutmak için sevmedim
Çekip gidişin ölümeymiş bilmedim
Bir sene daha geçti gidemedim
Ölmek istedim bir türlü ölemedim...
Sonrası ağlamaya karışık gülmeler, belki de hayatındaki Türk filmi senaryosuna isyan; kız oğlanı sever, oğlan kızı. Esas oğlan hastalanır, sessizce ve tiksindirerek kaçıp gider. Sonra kader kaldığı yerden örgüsüne devam edip, kızın hayatına bir düğüm daha atar...
10
Hızlıca bir nefes aldı. Uykusundan aniden uyanarak. Soğuktu çevresi, ışık seçemiyordu. Kolları ayakları bağlanmış gibi kıpırtısız uzanıyordu. Düşünmeye başladı nasıl uykuya daldığını. Biraz daha ayılınca toprak kokusunu hissetti, az kıpırdanır oldu sonra baktı ki çalılıkların içine bir yere sıkışıp kalmıştı. Anlaşılan o ki yıllarca tepeden süzdüğü güz bekçileri onu düşerken yavaşlatmış hayatını kurtarmıştı. Ağlamaya karışık kahkahayla;
...
Ölmek istedim bir türlü ölemedim.