Hatalı
Kaçıncı sonu baştan yazışları oynadığımı bilmiyorum. Adım, kalbime yalancı; bedenim, üç beş yalnızlığı daha bende biriktirip köksüzlüğünde karanlığı hüznüme bulaştırırken... Neyi neden yazdığımı ve neyi neden yaşadığımı bilmiyorum. Karanlıkta parlayan yalnız kalbimin mücevher taktığı belli olmasın diye kalabalık çaresizliğime bir buket uzatıyorum, yarım gülümserken. Bende her şey yarım, çakırkeyif gülümseyişlerimin tadımlık asaletleri, yağmurun mutluluk saçışı ve her şeye dair tek bir gün uğruna bende çırpınan her eylemin belirsizliğiyle dolu şizofreniye uzanan saliselerim… Her şey, bir girdabın içerisinde kara büyünün hakiki tıraşında. Ölüye dokunsam diriliyor bedeninden dökülen her bir soğukluk, her yerde buz var. Hatalı direnişiyim şu yaşamın.
Bir türlü karar veremiyorum, deneme mi olsam; hikâye olarak mı yazılsam yoksa bir elin beş parmağını geçmeyen hadiselerle dolu bir roman mı? Kararsızlıkta yaşım kadar, eylemsizlikte Galileo kadarım. Çarpışıyorum her örtünüşümle; bir gün saçımı açık bırakıyor, öteki gün kalbimi tesettürle tanıştırıyorum en muhafazakâr derin hislerimle. Sevdiklerim mavi boncuk takmıyor alın yazımın belirsiz düzenine, monitöre bakarak yazıyorum her şeyi. Her şeyle hep bir alıp veremediğim varken tuşların sesinin halkıma edilen kalın puntolu küfürler olduğunu saklayıp masumiyet koğuşunda yatağımı seçiyorum, harfiyen. Uyduğum küçük ünlü uyumu ve uyamadığım büyük ünlü uyumları gibi gaddarım; dil anlatımından paralel evrene saçılıyor bulmacalarım. Kendimi Sudoku’daki yanlışta bulup hepsinde yeniden başlıyorum kendimden.
Önce sessiz, sonra sesli, en sonunda belli belirsiz bir küfürle… Dilimde “Keşke” imdatları, omzumda tutulan boynumun “El insaf” nidalarıyla… Herkes bensizlikte mutlu, bir tabut seçiyorum sevdiğimin unuttuğum adına yaraşırken. Adı sığar mı, soyadına da bir Şerefsiz oğlu eklesem mi bilemiyorum.
Her imdadın bir sonraki köprüsünde son model arabaların “Ah keşke benim de bundan olsa” kıskançlığındayım. Gülümsüyorum, yine yarım. Yarım ayın “Eyvah” parodisi yıldız gibi parlıyor.
Yağmur yağıyor. Bu gece. Temizinden yıkanan şehrin, “Benim şehrim sen değilsin” siteminde yırtık çoraplara bileşen kalıyor sessiz sitemlerim. Denklemlerin bana denklenemeyişinde kaç basamak kendimden iniyorum, bilmiyorum.
Hiçbir şeyi bilmediğimi fark ediyorum, her şeye kafamı takmışken. Telefonuma kızıyorum.
Bir adamın “Seni seviyorum” mesajında mevsimsel grip bile olamıyor. Hiçbir adam hapşırmıyor mesajında bana aşkla.
Çirkinleşiyorum, sevilmeyince. Sevildiğini hisseden kadın, makyajdan da güzeldir. Boya küpünün matematiğin küpüne zarar getirdiği vukuatta sevildiğini bilen kadın her şeyden güzeldir.
Adımı değiştiriyorum, anlaşılmaktan korkmak fobisi el ele tutuşuyor korkularımla.
Gözümden akmayan her yaş, yaşımdan fazlaca. Başlamaktan korktuğumu fark ediyorum.
Başlamak, bitmenin kırılgan yolculuğuyken… Okuma fişlerimiz geliyor aklıma.
Hani Ayşe, hani Ali? Neden topu tuttular da biz o dikkatte her ayrıntıyı kaçırarak büyümüş olduk?
Kendime sonsuz cevapsız çağrılarım var, ulaşamıyorum. Yeşile basıp “Kabul et” desem kim bilir kendime neler söyleyecek, kalbimi nasıl da acıtacağım…
“Hayır.” Özrüme bin kilometre geldim, kırmızı gül olmadan kabul etmem.
Bilemedim; yine ne olsa, hangi mucizenin paraşütünden atlasa zaman ve beni ömür boyu güldürse…
Bilemedim.
İnsanlara uzaktan bakarken kendime yakınlaşmayı unuttum, ben de insandım.
Kalbimin atışına bir gül, umarsızlıktaki yolculuğuma bir toprak attım.
Seyircisiz oynamamalıydı bu belirsizlik.
Monolog içkisini yine fazla kaçırdım.
Tebrik ederim Dilara şairim. 🧿
merhaba Dilara hanımefendi, saygın kalem, bir düşünen insanın iç sesinin bizimle paylaşılan coşkusu güzeldi. kutlarım zengin algı gücünün ve anlatım güzelliğinizin üst düzey yetkinliğini. Emeğe ve sanata saygımla dostlukla kalın.