Hatıra Koleksiyoncusu
Yürüdüğü caddedeki vitrinlerden tozlu kaldırımlara sarkan öflez ışıkları ve gökyüzünde iyiden iyiye beliren yıldızların uyumlu görünümü, uzaklardan gelen denizin kokusuyla birleştiğinde nedeni olmayan çocuksu bir mutluluk bürüyordu içini. Yeni bir şehirdeydi artık. Bu onun için yeni başlangıçlar demekti.
Bir apartmanın önünde durdu. Pencerelerden biri aralıktı, loş bir ışık süzülüyordu. İçeride, tek kişilik bir masa başında, başını ellerinin arasına almış bir adam oturuyordu. Cansız duvarlara dökülmüş gölgesi, uzun bir konuşmayı bitirmiş de sustuğu yerde nefes alıyormuş gibiydi. İlerledi, yolun karşısında, alışveriş merkezinin önünde bekleyen taksiye doğru yürüdü. Başını hafifçe aracın içine uzatarak:
-Afedersiniz en yakın otele nasıl gidebilirim?
-Bu caddeyi takip et. Işıklara varmadan benzin istasyonu göreceksin. Onun yanında Yıldız Otel’i var.
-Teşekkür ederim. Zahmet olacak ama kaleminiz varsa…
Taksi şoförü, aracın torpido gözünden, tozlanmış eski kasetlerin ve ne idiği belirsiz çaput yığının arasından kalemi bulmayı başarmıştı. Elindeki valizi yavaşça yere bırakıp, ceketinin iç cebinden çıkardığı kağıt parçasına bir şeyler karaladı. Sonra özensizce katlayıp ait olduğu yere geri bıraktı. Bunu yaparken gözünün ucuyla da taksi şoförünü izliyordu. Torpidonun dağınıklığı onu rahatsız etmiş olacak ki bir yandan gereksiz olanları ayrıştırıyor diğer yandan ise elindeki bezle tozlarını alıyordu. Şoförün bu uğraşını fırsat bilip, kalemi avuçlarının içine aldı, parmaklarını üzerine sıkıca kenetleyip hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Bir an olsun dönüp arkasına bakmadan…
Otelde, güler yüzlü olmayı mesleğinin gereği telakki eden resepsiyonistin zoraki tebessümüyle karşılandı. Kendisini özel hissettirmedi, her müşteriye parası karşılığında ikram edilen bu sevgi gösterisi... “Hoş gelmiş” Evet, hoş gelmişti bu şehre. Vitrinlerden sarkan ışıklar, parlak yıldızların ahengi ve denizin kokusu bu hoşluğu muştulamıştı ona. “Ne kadar kalırmış?” Bilmiyordu. Bir yerlerde konaklamak hangi ölçü birimiyle tanımlanırdı ki? Siz olsaydınız ne kadar kalırdınız mesela? Cebinizdeki banknotların miktarı kadar mı? “Kimliğini verebilir miymiş?” Kimliğini bir yabancının ellerine teslim etmekle, kendini ele vermiş mi olur insan?
Kafasının içinde bin bir düşünce uçuşurken, resepsiyonist, giriş işlemlerini yapmaya başlamıştı bile. O anda karşılama bankosunun sol uç köşesinde, köpekle oynayan kadın biblosuna gözleri takıldı. Resepsiyoniste sezdirmeden yaklaştı, dokundu, okşadı. Tam yerinden almak üzereyken, kendisine doğru uzanan oda anahtarlarının sesiyle irkildi. “Buyursunlarmış. Otuzdört numaralı oda. En güzel odalarından biriymiş üstelik.” Asansörü beklemedi, parmaklarının ucuna basarak merdivenleri çıkmaya başladı. Bir ara durdu, başını arkaya çevirip bibloya baktı. Bıraktığı yerde duruyordu daha doğrusu alamadığı yerde.
Odasına girdi, valizini televizyon sehpasının yanına bıraktı ve yatağın köşesine oturdu. Krem rengi, saten örtülü bir yatak. “Bir göl kadar derin ve yumuşak olmalı” diye düşündü. Tavanda üç ışık birden yanıyordu, yerler halılarla kaplı, tertemiz. Yatağın her iki yanında, plastik çiçekler ve aksesuarlarla soğukluğu giderilmeye çalışılmış komodinler… Pencerenin ardından odasına dolan ışık seli onu heyecanlandırmıştı yeniden. Şehrin büyüklüğü baş döndürücüydü. Ailesinin bu şehir hakkında kendisine söylediklerini anımsadı: Bu şehirde insanın başına her şey gelebilirdi. Gece kesinlikle dışarı çıkmamalıydı çünkü karanlık çökünce, sokakları tekin olmayan şüpheler istila ediyordu. İlla çıkması gerekliyse kalabalıkların adımlarını takip etmeliydi. Gülümsedi istemsiz. Onların, can güvenliği konusundaki kaygılarını anlıyordu ama ruhunu ipotek altına alma telaşlarına bir türlü anlam veremiyordu. Bir an önce şehri keşfetme isteğiyle dolup taşmıştı. Banyoya girip üstüne başına çeki düzen verdi. Çıkarken aynanın hemen altında asılı duran, köşelerine otelin isminin işlendiği el havlusunu ve amblemli sabunu alıp valizine koydu. Televizyonun üstünde asılı duran duvar saatini de almak istedi ancak “henüz zamana ihtiyacım var” diyerek vazgeçti.
Evinden kaçan bir çocuğun hınzırlığıyla hiçbir kat görevlisiyle karşılaşmadan asansöre ulaştı. Karnından yükselen sesleri dinledi önce. Denize nazır bir balık restoranına girip karnını doyurdu. Çıktığında denizden esen serin rüzgârı koklayarak gideceği yönü tayin etti, pusula gerekmiyordu. Yalnızca yalnızlıklarıyla ahbap olan müşterilerin uğrayabileceği bir barı bulması uzun sürmedi. İçerisi bir hayli kalabalıktı. Küçük bir masaya giriş kapısını görecek şekilde oturdu.
Bardakların doluları gelip boşları gidiyor, garsonlar gözlerini dört açmış hesap kaçırmamaya çalışıyorlardı. Zaman ilerledikçe yan yana oturanlar, yanındakilerin omzuna asılıp kalıyor. Bazen bir kadının kahkahası dikkatleri çekiyor, herkes bakışlarını bir anlığına sesin geldiği yöne çeviriyordu. Karşısındaki masada iki kişi oturuyordu: Orta yaşlı bir kadın ve yanında bir adam, eşi olmalı. Masaya yerleşiyorlar, kadının sırtı kendisine dönük. Düz, siyah saçları omuzlarından aşağı sarkmış, temiz ve bakımlı. Ara sıra renk renk dönen ışıklar düşüyor saçlarının üzerine, gökkuşağı oluşuyor saçlarından beline doğru.
-Ne alırdınız?
-Bir duble cin lütfen…
O ana kadar barda, biraz uzağında oturduğunu fark etmediği kadının önündeki içkilere takıldı bir anda gözü. İki duble viski ile iki duble cin… Görgüsüzün teki deyip geçmek kolay değildi; hiçbir görgüsüz bu kadar iyi giyinmez ayrıca biraz sonra buzları eriyince tatsız tuzsuz olacak içkileri baştan söylemeyi göze alamazdı. Kadına “alkolik” tanısını koyacaktı ama bu bonkör ısmarlamaya hiç uymayacak bir uslulukla, ağır ağır yudumluyordu içkisini.
Barda çalan müziğe kulak verdi, gözlerini kapadı, bir müddet hiç açmadı. Sonra barın önünde oturan kadına bakma gereği hissetti. Ismarladıklarından önce hangisini içecekti acaba? Bu esnada kadının da kendisine baktığını anladı. Sıkılgan bir tavırla alnını eliyle ovuşturup bakışlarını önüne eğdi. Az sonra masanın yanı başında beliren gölge, birilerinin orada olduğunu haber verdi ona:
-İyi akşamlar. Oturabilir miyim?
-Elbette, buyurun lütfen.
-İçkiniz bittiğinde kadehi de yanınızda götürecek misiniz?
Ava gidip de avlananlara özgü bir utanç gülümsemesi belirdi adamın yüzünde. Az önce kadını görgüsüz diye yargılamaya çalışırken, şimdi kendi görgüsüzlüğünün hatta hırsızlığının ayyuka çıktığını düşünüyordu.
-N’olur yanlış anlamayın beni. Soruyu biraz kabaca sordum galiba. Ama plastik sevmediği ilk bakışta belli olan birinin, uyduruk bir kokteyl karıştırıcısını özenle slip, kağıt peçeteye sarıp cebine katması sanırım sizinde aklınızı karıştırırdı.
-İki cin ve iki viski söyleyerek öç mü aldınız benden? Diye güldü. “Ben de neden diye merak ediyordum. Ya görgüsüzün teki diye düşünseydim içimden?”
- O zaman bende … dedi kadın gülerek. “İçinizden geçenleri yüzünüzden okur, burada düzineyle, üstelik bedava verilen şu plastik karıştırıcılardan bir demet armağan ederdim size. “
-Alır mıydım dedi adam. “Bilmem” diye cevap verdi kadın.
Ansızın duruldular her ikisi de. Gözlerini yerdeki döşemenin üzerinde gezdirdi adam. Duvarlara bakındı, kadının yüzüne bakmamaya gayret gösterse de sonunda pes etti. Otuzlu yaşların son deminde, upuzun sarı saçları, zümrüt yeşili gözleri, narin elleri, dolgun, kalın dudaklarından, ayaklarındaki ince kemik yapısına kadar bir bütünlük içinde söyledikleriyle pekişiyordu kadın.
-Daha detaylı bir sohbet denemesine girmeme ne dersiniz peki?
Adam, kendisini yakın dostlarından hatta ailesinden daha iyi tanıyan bir yabancı ile karşı karşıya olduğunu sezdi. Tanımak büyülü bir uğraştı ama ya tanınmak! Kendisini tanıyan hiç kimse onunla uzun süre dost kalamamıştı. Ürperdi. “Nasıl bir deneme bu?” diye sordu ciddiliğini takınarak.
-Sizi ilk olarak otelin resepsiyonunda gördüm; dalgın ve düşünceliydiniz. Karşılama bankosunun önünde duran bibloyla oyalandınız bir müddet. Sonra tam da onu alacakken, nedendir bilmiyorum aniden vazgeçtiniz. Korkmuş muydunuz? Sizin, basit, sıradan bir hırsız olabileceğinizi düşündüm o an. Ancak konuşurken ses tellerinizden çevreye yayılan kendinizden emin ve kibar telaffuzunuz ve yürürken bütün bedeninizi kuşatıp, ele geçiren dik başlı mağrurluğunuz beni bu düşüncemden vazgeçirdi. Hem bir hırsız neden biblo çalmak istesin ki? Elbiseleriniz uyum içinde ve temiz. Kumaşının çekiciliği ve parlaklığı pahalılığını da ele veriyor ayrıca. Bu görüntüyü bozan sadece, ceketinizin yan cebinde, cebinizin derinliğine sığmayıp bir bölümü açıkta kalan şu tükenmez kalem. Ne işi var onun orada? Duruşundaki eğretilik ve özensizliğe bakılırsa aceleyle oraya yerleştirildiği belli. Onu da birilerinden izinsiz almış olabilir misiniz?
Siz, merdivenlerden odanıza doğru usulca çıkarken, ben lobide oturmuş sizi izliyordum. Bir süre eski magazin dergileriyle oyalandım orada. Odama çıkmak üzere yerimden kalkmışken sizi asansör kapısının önünde tekrar gördüm. Otelden, kimselere görünmek istemeden adeta kaçarcasına çıktınız. Ben de sizin ardınız sıra çıktım, adımlarınızı takip ettim size sezdirmeden. Bu şehre ilk defa geliyorsunuz. Çevresine ve insanların yüzüne ancak bir yabancı böylesi keşfetme duygusuyla bakabilir. Üstelik yürüyüşünüzdeki belirsizlik ve ani yön sapmaları bu şehri tanımadığınızın ispatıydı.
Sonra, denizin kıyısında sessizce uyuyan şu nezih balık restoranına girdiniz. Varlıklı ve kültürlü bir aileden geliyorsunuz. Sofra adabına uygun olarak, lokmalarınızı küçük dilimler halinde yediniz, ağzınızı şapırdatmadan. Çatal ve bıçak doğru elinizde. Kim bilir belki çocukken emrivaki ile de olsa adabı muaşeret dersleri bile aldınız. Yemeğinizi bitirince, üzerinde krizalit kabartmalar olan tuzluğu ve birkaç kağıt peçeteyi, etrafı kolaçan ederek cebinize koydunuz. Siz bütün bunları yaparken ben, hemen arkanızda duran iki kişilik masada, tek başıma, tabağımda ölgün bakışlarla bana bakan balığıma dokunmadan sizi izliyordum.
Ne çok yalnızsınız. Bunu anladığımda size dair duyduğum müthiş merak yerini garip bir acıma duygusuna bıraktı. Evli değilsiniz; parmağınızda yüzük göremedim. Neden ailenizin yanında değilsiniz? İzinsiz edindiğiniz bu küçük şeyler yüzünden çevreniz tarafından kınanıp, dışlandınız mı yoksa? Sizi kimse anlamadı değil mi, aileniz bile. Tedavi olmanız gerektiğini söyleyenlerin sayısı günbegün artınca çareyi, sizi kimsenin bulamayacağını düşündüğünüz bu şehre kaçmakta buldunuz…
Şimdi siz, şu iki duble cini içerek viskilerimi bitirmeme yardımcı olacaksınız. Böylelikle siz de bu plastik karıştırıcılardan değerli bir set olacak. Hepsi, yabancı bir kadın ile içilmiş içkilerin hatırası. Ayrıca elinizdeki kadehe uzun uzun iç geçirirken yakaladım sizi. Onu buradan nasıl çıkaracağınızı düşünüyorsunuz değil mi? Keşke yanınızda küçük bir çanta olsaydı, bir poşete bile razısınız. Size bu konuda yardımcı olabilirim. Bakın benim bir çantam var. Dilerseniz, masadaki bütün bardakları alabilirim sizin için. Lütfen bakmayın bana öyle. Sizi anlıyorum. Siz, küçük eşyalar değil hatıralar biriktiriyorsunuz. Gittiğiniz her mekandan, tanıştığınız herkesten. Şimdi ne düşünüyorsunuz? Benim kim olduğumu mu? Bütün bunları neden yaptığımı mı yoksa? Hayır, hayır! Siz, benden nasıl bir hatıra alacağınızı düşünüyorsunuz şu an. Siz bir hatıra hırsızısınız.
Donakalmıştı adam. Hiçbir şey diyemeden kadının yeşil gözlerinde, öylece sızıp kaldı bir zaman. Nedendir kadını, kollarının arasında sımsıkı sarmak isteği duydu içinde. Yapamadı. “Ben hırsız değilim” diyebildi ancak. Kadın elleriyle saçlarını arkaya doğru atıp sordu:
-Sahi bir adınız var mı?
-Hatıra Koleksiyoncusu…
Öykü konusunda gerçekten çok başarılısınız. Aslında öyküde işlenen karakter ve eylemleri için kolayca kleptomani teşhisi konabilecekken, öykü aniden çalmak değil anıları yakalamaya evriliyor. Kadın karakter ise bu ironiyi büsbütün tamamlıyor. Adamın her hareketini dikkatle izleyip onu bir ayna gibi yansıtıyor ve nihayetinde "hatıra hırsızını" kendi kurduğu hikâyede yakalıyor. Öyküde asıl merak ettiğim ise şu; Acaba o kadın da bir “hatıra” olarak mı kalacak, yoksa adamın koleksiyonuna dahil olmaktan kurtulabilecek mi?