Haziranda Soba Yakmak

Haziran ayı bizim diyarda da artık yaz mevsiminin ilk ayıdır. 1500 metre rakımlı köy evimizin çevresindeki meyve bahçeleri renk renk çiçekli fistanlarını yeşillerle bezeli giysilerine değişir. Bahçeler, çayırlar yeşile keser. Sert rüzgârlar yerini munis yellere bırakır. Bin bir çeşit böcekler uçuşur havada. Şarkılarını söylerler her telden. Kara bulutlar başka diyarlara gider.

Bir devrandır Karadeniz’in en doğusunda ulu dağlarının eteklerinde günün gün etmek. Yeşilden farklı renk gözlemlemek olası değil. Okul yıllarına okumuştuk hani. Yazlar serin kışlar ılık geçer Karadeniz Bölgesinde. Yağmur yağar her mevsimde. Hele Doğu Karadeniz Bölgesi ülkemizin en çok yağmur alan bölgesidir. Tüm bu veriler doğrudur. Bol yağar yağmurlar bizde. Onun içindir doğamız yeşildir çoğunlukla. Ve de renk renk çiçekli çayırlar, kırlar da alabildiğine yeşildir…

Her yokuşun bir inişi olacak elbette. Yüksek yerlerde yaşamanı da bize sunduğu gariplikler de var. Hava bozar aniden. Rüzgâr çıkar. Bulutlar gümüş renginden siyaha dönüşür hızlıca. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlar. Isı kısa süre içinde düşer. Aralıklarla sürer yağmurun yağması. Bulutlar yükseklere çekilir. Güneş yüzünü gösterir isteksizce. Köyümüzün karşısında Cin Dağı’nın zirveleri görüş alanına girer beyazlara bürünmüş olarak. Dolu yağmıştır dağların doruklarına.

Dolu, sadece dağların doruklarına beyaz kürk giydirmekle kalmaz. Bazı günler köylerde, bağ bahçe, tarla çayırlar da nasiplenir doludan. Mısırların ölüm emrinin infazıdır yaz başlarında bu yağış türü. Cümle yaprakları kırılır, parçalanır. Hele yağışın uzun sürmesi durumunda o yıl fasulye, mısır, kabak… benzeri ürünlerden hayır gelmez.

Yağmurlu geçen bozuk havalar bazen günlerce sürer. Eskilerin deyişiyle, “bir hafta, on gün hasret” kalırız güneş yüzüne. Evde tit tir titreyecek halimiz yok. Sobaya müracaat. Sobalar oturma odasının nazlı gelinidir. Yıl 12 ay durur yerinde, odaların ortasında. Çok kısa süre gelinlerin baba evini ziyaret etmesi gibi yeri değiştirilir, evin bir tarafında dinlenmeye bırakılır.

Taze gelinle güveyin hele de cicim aylarında muhabbetleri ne kadar hoşsa bizimde sobanın yanında ısınmamız o derece güzeldir. Tarlada çapa yaparken, bahçenin çitini onarırken yağmura yakalanmak olası. Aniden bastırır yağmur bardaktan boşanırcasına. Eve gelinceye kadar su kesilir elbiseler. Yağmura yakalanıp ıslanmışsa elbiseler sobanın kıymeti daha da değer kazanır. Bir taraftan ıslanan elbiseler değiştirilir. Hızlıca soba tutuşturulur. Kuru odun dünden hazırdır. Ve gürül gürül yanan sobanın yanında oturmanın tanımsız güzelliği kalorifer ve benzeri ısınma sistemlerinde bulunmaz.

Artık mayıs ayının başlarından itibaren köydeyiz. Haziran ortalarını bekleme yılları sona erdi. Öğretmenlik günleri geride kaldı. Doğanın müziği eşliğinde avare avare günü gün etmek olmaz. Küçücük bahçelerimiz var yaz sebzeleri yetiştirdiğimiz. Sebzelerimiz büyümeye başladı. Çapalarını yaptık. Çapalamakla iş bitmiyor elbet. Sırık ister boyları uzayan fasulye fidanları.

Yeni bir gün başlıyordu. Gökyüzünde fazla bulut yoktu. Yarılamıştık haziranı. Güneş, adeta hastalıktan yeni kalkan bir hastanın gözlerindeki soluk ışık gibi bulutların arasından solgun ışıklarını zorla gönderiyordu dünyamıza. Böylesi günler için rahmetli babam, “Havanın karnı ağırlıyor.” derdi. Havanın tadı yoktu. Olsun.

Elde nacak ve ip; ormana yollandım. Sırıkların eksiklerini tamamlamalıyım. Söğüt, karaağaç benzeri ağaçlarla benim işim. Ormanın derinliklerine dalınca zamanın nasıl geçtiği hiç fark edilmiyor. Epeyce iş başardım. Daha da çalışmam gerek. Bu gün için 25-30 fasulye sırığı kesip, ince dallarını budarsam verimli bir iş çıkarmış olacaktım. Güneş ışıklarını görmek mümkün olmuyordu. Derken hava karardı aniden. Kavakların sallanan yapraklarının hışırtısı, cümle çam, ladin ve köknar ağaçlarından gelen uğultu bir birisine karıştı. Sert bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgârın hızı kesildi. Gök delindi sanki. Yukarıdan kovalarla su dökülüyordu...

Çabucak bir köknarın altına sığındım. Azda olsa ıslanmaktan kurtuldum. Gök gürültüsüyle birlikte yağmur hızını gittikçe artırdı. Yağmurun şiddetli yağmasını seyrettim şaşkınlıkla. Orman yarı karanlık oldu. Aklıma kötü düşünceler gelmedi değil! Ormanların gerçek sahibi büyük ağa ayı çıksa birden karşıma acaba ne yaparım?

Bu durumun sonu ne olacak derken birazcık hız kesti yağmur. Gökler bana acımıştı belkide. En iyisi eve koşmak çabucak. Sadece nacağı alıp kendimi eve attım. Paçalarımdan sular süzülüyordu. Merdivenin başında atlet, külota kadar soyundum. Eşim sabayı tutuşturmuş beni bekliyordu. Sobanın yanında birazcık oturunca içim dışım ısındı. Ne hoş şeymişsin be soba. Ve sobayla ilgili anılara daldım ısınırken. Hafızamın derinliklerinde saklı anı kırıntıları filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı…

Her köy evinin bir odasında şimdilerde şömine diye adlandırılan bir ocak vardır. Ocakta yemek pişirilir özel bir düzenekle ekmek yapılırdı. Ocaklı oda hem mutfak ve hem oturma odası olarak kullanılırdı. Ve bu odanın tam ortasına bir orta boy sobamız vardı. Silindir biçimindeydi. İnce bir tenekeden yapılmıştı. Bazen de gaz tenekelerinden yapılırdı sobalar.

Bir küçük sobamız da misafir odasında vardı. Evimiz yol üzerinde olduğundan konuk eksik olmazdı. Şavşat-Ardahan yolu geçer evimizin yakınından. Kışın Ardahan’a gitmek isteyenler, dağların eteğindeki dağ köyüne ilçeden dönüp geç kalanlar evimizi şenlendirirdi. Hemen konuk odasının sobası tutuşturulur konuklar sobanın çevresinde sıralanıp üşüyen ellerini ısıtırlardı öncelikle.

İlkokullu yıllarımın kış günleriydi. Okulda konuşulan bir haber dikkatimi çekti. Sobacı Muzaffer amca Trabzon’da gördüğü bir soba modelinden esinlenip fırınlı sobalar imal etmeye başlamış. Acaba nasıl bir şeydi fırınlı sobalar? Görmek istiyorduk bir an önce… Öğle teneffüsünde Muzaffer Amcanın soba imalathanesine gittik birkaç arkadaş.

Okula yakındı soba imalathanesi. Köy dükkânlarının hemen yanı başında tek odalı bir yerde çalışıyordu esmer tenli, kalın koyu siyah bıyıklı Muzaffer Amca. Yanında bir amca daha vardı. Kulakları sağır edecek ölçüde çekiç seslerinden konuşmaları duymak mümkün değildi. İki katlı, dikdörtgen prizması şeklinde iki adet sobanın imalı bitmişti.

Muzaffer Amca hoş bir amcaydı. Merakımızı hoş karşılamış olacak ki, çalışmasına ara verip eserini gururla anlatmaya başladı.

“Yeğenlerim bu soba görüyorsunuz iki katlı. Üstte ateş yanacak. Alt katta fırın var. İşte o fırında ekmek pişirilecek. Bundan sonra annelerin işleri kolaylaşacak. Ocakta pileki ile ekmek pişirme zahmetinden kurtulacaklar. Soba hem evi ısıtacak hem de fırın görevi yapıp ekmek pişirme sorununu çözecek…” Arkadaşlar bir birimizin yüzüne baktık şaşkınlıkla. Acaba sobada ekmek pişirilir mi? Anlatılanlar pek anlam veremedik. Okula döndük öğleden sonraki dersler için.

O yıl kış boyu Muzaffer Amca soba yaptı yardımcısıyla birlikte. Köyde Trabzon işi sobalar moda oldu. Killi topraktan ekmek pişirmek için annelerimizin büyük özenle yaptığı pilekiler birkaç yıl içinde yerlerini sobalara bıraktı.

Tekrar hazirana, fasulye sırığı kesip ıslandığım, sobanın başındaki ana döndüm. Muzaffer Amcanın yıllar önce köyümüzde imal ettiği eşimin çoğu günler fırınında ekmek pişirdiği sobanın karşısındaydım. Yağış hızını azaltmıştı. Biraz sonra güneş yüzünü gösterdi. Balkona çıktım. Bir ucu çayırlarda evimizin karşısındaki ormanın yükseklerine uzanan bir gök kuşağı uzanıyordu. Hafiften elif elif yağan yağmur damlacıkları güneş ışığıyla hoş bir renk cümbüşü oluşturuyordu. 

05 Aralık 2019 7-8 dakika 208 öyküsü var.
Yorumlar (2)
  • 5 yıl önce

    Aaaah memleket ahhh ne de güzeldi o yaşananlar dağların doruklarında köy evlerinde ne güzel insanlardı onlar, ne güzel anılar birikti kim bilir akılda ve yürekte... Kutlarım içtenlikle İbrahim Bey...