Hesaplaşma
Başını yasladığı çürük çerçevelerin arasından koluna doğru akan yağmur suyunun soğuğunu hissedince irkildi. Nemli ahşaplardan sızan küf kokusu, bulutların kıskacından kurtulmaya çalışan ayın cılız ışığı ile buluşup odaya yayılıyordu. İyi hal özgürlüğü, bu hücre bozuğu odada anlamını bir nebze yitirse de arzu ettiğinde daha fazla adım atabildiğini aklına getirince içine ucuz bir ferahlık doluyordu. Zamanın ağır yükünü taşımaya çalışan binanın ihtiyar iniltisi, şimşek sesleri ile birleştiği vakit ölümün emsalsiz korkusu nefesine sirayet ediyordu.
Odanın pencereye uzak köşesine çekilip, karanlıkla kendini kamufle etmeye çalıştı. Bir süre hiçbir şey hissetmeden bekledi. Yorgundu, açtı. Yılların uykusuzluğu gözkapaklarına çökmüştü. Korkunun esaretinde istemsizce kapandı gözleri. O vakit orta yaşlı bir kadın belirdi. Kadının yüzünde samimi ama pek de aşina olmadığı bir ifade vardı. Çok geçmeden menteşeleri paslanmış kapı gıcırdayarak açıldı. Kasketli, zayıf, kısa boylu bir adam girdi içeri. Yorgundu ama mutlu görünüyordu. Selam vermeden odanın ortasındaki iskemleye oturdu. Kasketini gelişigüzel savurdu. Kadın, kasketi alıp elleriyle tozunu silkerek kapı arkasındaki askıya astı, sonra mutfağa doğru yürüdü. Bir kız çocuğu belirdi kadının arkasından. Adamın karşısında zıplıyor, adeta maharetlerini göstermek için çırpınıyordu. Adam tebessümle ona eşlik ediyor, ritimli alkışlarla bir nevi ödül veriyordu. Çocukla adam oynayadursun, kadın sofrayı kurdu. Yer sofrasında lokmalar huzurla yenmeye başlandı. Bugün onlar için güzel bir gün olmalıydı ki bu kadar şen ve uyumlulardı. Buna rağmen kadın, birini bekler gibi yemeğini bölüp pencereden bakıyordu mütemadiyen. Adamla kadın göz göze geldiklerinde ise bekledikleri kişinin yokluğundan duydukları endişeyi paylaşıyorlardı. Çocuk ise onların zihinlerindeki meseleden uzaktı. İştahla önündeki tabağa kaşık sallıyor, kaşıktaki yemeğin yarısını gerdanına dökmesi bile onu rahatsız etmiyordu.
Henüz sofradan kalkmamışlardı ki kapı çaldı. Kadın sevince karışmış kızgınlıkla ayağa kalktı. Endişenin kaybolduğu yüzde yapay bir gerginlik belirdi. Kapıya vurana duyulan sevginin istismar edilmesinden kaynaklanan bir gerginlikti bu. Kapı açıldığında bir genç aceleyle içeri girdi. Sararmış yüzünden korku okunuyordu. Nedamet gözlerine sinmişti. Hava oldukça soğuk olmasına rağmen terlemiş görünüyordu. Genç, karanlığa sığınan adamın kendisine doğru baktığını görünce birden irkildi. Arkasına dönüp kaçmak istedi ancak adamın gözleri onu kilitledi. O vakit kadın, adam ve çocuk ortadan kayboldu. Karanlığa sığınan adamla genç baş başa kaldı. Adam bütün ızdıraplarının müsebbibi bildiği gencin üzerine hışımla yürüdü. Birkaç adım atınca durdu.
-Hepsi senin yüzünden, diye bağırdı. Senin yüzünden... İki can aldım. Yirmi yılım mahpusta geçti. Soğuk hücrelerde, özgürlüğü gardiyanların boğuk seslerinde aradım. Hepsi senin yüzünden!
Adam nefretle bağırırken, genç kendini odanın köşesine sıkıştırdı. Gözlerindeki korku daha da belirginleşti. Suçluluğun verdiği tutarsız savunmalarla kurtulmaya çalıştı adamdan.
-Ben öldürmesem onlar beni öldürecekti. Tam beş kişilerdi.
Adam iyice öfkelendi. Yirmi yılın hıncını gençten çıkarmak istercesine, intikam dolu bakışlarla üzerine yürüdü. Sonra aniden durdu. Bakakaldı gencin gözlerine. Dolgun yanakları, gür saçları, temiz elleri; endamı, bakışı, bakışlarındaki umut her şey tanıdıktı. Yıllardır görmeye hasret kaldığı o genç nedamet içinde çırpınıyordu.
Sesindeki hırçınlık dinginleşti. Yardım isteyen bir çocuk gibi ağıtsı konuşmaya başladı adam:
- Hükmüm biçildiği an zamanın bu denli acımasız olduğunu bilmiyordum. Bıçağı yumuşak tenden çekip, sığınılacak en güvenli kollara koştuğumda hissettiğim korku, kolumdan tutulup kodese konurken dinmişti. Saatim kolumda girdim koğuşa. Herkes benim gibiydi. Herkesin kusurunu örtmek için beraberinde getirdiği bir bahanesi vardı. Benim de vardı. Bir hafta sonra anladım saniyelerin daima geç kaldığını mahpusta. Unutmayı derhal istediğim arkadaşlarım olmaya başladı. Kader arkadaşlarıydık güya. Aslında kader kendimiz kadar acımasız olamazdı. Bunu fark etmek istemiyorduk. Çünkü aramızdaki bağı bu lügat atığı cümleyle koruyabiliyorduk. Bir zaman sonra anne kelimesini unuttum. Ay yüzlü, menekşe kokulu kardeşimin kundak kokusunu bile arar oldum kodesin çürük duvarlarında. Fakat çok geçmeden onun varlığını malum edecek bir ulağım da kalmadı. Ölmüş olmasını o kadar istedim ki. Çünkü onu, hayatı kirlenmiş görmeyi hiç istemiyordum. Kendi kendime mektuplar yazdım. Kendimi kendime anlattım uzun gecelerde. Senin yüzündendi hepsi.
-Yanlış yoldaydım biliyordum. Ama alışmıştım. Para kazanıyordum, arkadaşlarım gibi yaşayabiliyordum. Heveslerim vardı. O gün beş param kalmamıştı. Sabahtan akşama kadar aç kalmıştım. İstediğim sadece üç kuruş paraydı. Vermeseler çekip gidecektim ama bana küfrettiler, beni dövdüler. Mecbur kaldım.
Hesaplaşma uzayıp gitti.Gün ışığı pencerelerden önce ahşap çıtının yarıklarından dolmaya başlamıştı. Bir süre sonra huzmeler kalınlaşıp, odanın tabakalaşmış ve çatlak toprağı andıran sıvasını görünür kıldığında şehrin sesi de yavaş yavaş yükseliyordu.
Genç, bezgin bir halde aynaya yaklaştı. İşaret parmağı ile yüzüne çizgiler çekmeye başladı. Yirmi yıllık iştiyak ateşi saçlarını tutuşturdu bir anda. Yüzünde derin çizgiler belirdi. Gözlerinin altındaki mor halkalar büyüdü. İncelen derisinden hayatın yollarını andıran damarlar çıktı.
Bir süre sonra paslı menteşeleri gıcırdatarak açtı kapıyı. İstikametsizce yürüdü. Nereye götürürse yol, oraya yürüdü.