İlkokul Yılları - b.ö.r. -4-
Birinci sınıftayım daha. Ders yılı sonu yaklaşmış. Havalar güzel, güneşin altın ışıkları baharla birlikte doğamızı cömertçe aydınlatıyor. Börtü böcek, kelebekler canlanmış. Kuş sesleri arasında ormanları geçip okula adeta uçarak gidiyorum. Kıraat diye adlandırılan ikinci kitaba geçmişiz. Her gün, heceleyerek de olsa okuma çalışması yapıyorum. Okulda bir etkinlik yapılıyor. Tüm sınıflar okulumuzun en büyük sınıfında toplanmışız. Bir eşyanın saklanması ve saklanan bu nesnenin bulunması oyunu oynatılıyor. Her sınıfın birincisi bu oyun için seçiliyor. Beşler, dörtler derken sıra birinci sınıflara geliyor. Öğretmenim sınıf birincisi olarak benim adımı söylüyor. Bir zamanlar okulu zindan olarak gören benim için o anda okul cennetten bir bahçeye dönüştü. Okulu, yaşamayı artık seviyordum. Öylece, güle oynaya ders yılı bitti. İkinci sınıfa geçtim.
Yaz tatili biz köy çocukları için sığırtmaçlık günlerinin başlaması demekti. Benim payıma da o yaz mandaları gütmek düştü. Kışlada yukarı yaylaya çıkıncaya kadar bizim ve amcamların mandalarını güttüm. Koyunlarımızı İstanbul'da okuyan, tatilde köye dönen kuzenim güdüyordu. Yukarı yayladayız. Birkaç günlüğüne kuzenim köye gitti. Koyunları gütmek bana kaldı. Sabahleyin daha gün doğmadan başlıyor çobanlık serüveni. Kuşluk zamanı sağım için koyunları yaylaya getiriyorum. Sonra yine yayla düzlükleri, uzun gün, bekle ki akşam olsun... Çobanlığımın üçüncü günü, kuşluk zamanına az bir süre kalmış. Biraz daha zaman geçsin diye bekliyorum. Hava güzel, hafif bir rüzgâr var. Yeşil çimenlere uzanıverdim. Uyumuşum. Uyandığımda ne göreyim. Sürümün yerinde yeller esiyor. Korku ve heyecanla sağa sola koştum. Biraz sonra sefil ve mahcup bir yüzle yaylaya döndüm.
Annem, yengem ve koyunlarını otlattığımız lise mezunu bir ağabey seferber oldular sürüyü bulmak için. Yaylalarımız Ardahan yaylalarına komşudur. Ardahan köylülerinin hayvan otlatmayıp otlarını biçtikleri bir biçenekleri vardır yakınımızda. Bizim sürü o otlağa kadar gitmiş. Otlağın bekçisi de koyunları toplayıp kendi yaylalarına götürmüş. Liseyi bitiren Rahmi ağabeyimiz güzel elbiseler giyinen, söz ustası bıçkın bir delikanlıydı. Bizimkiler, doğruca Komşu Ardahan köyünün yaylasına varıp sürüye sahip olmuşlar. Rahmi ağabey:
' Daha geçen hafta Ardahan'a orman mühendisi olarak atandım. Sizinle Büyük Meşe adlı ormanınıza sık sık görüşeceğiz...' Bu sözleri duyanlar hemen koyunları annemlere teslim etmişler. Genç mühendise de güzel bir yemek ziyafeti çekmişler. Uyanık ağabeyimiz o fıkramsı olayı ara ara anlatırdı.
Hani derler ya günah benim mi! Daha sekiz yaşındaki bir çocuğa bir sürüyü teslim et, yüce dağlar başında. Bu çok ağır bir sorumluluk değil mi? Birinci sınıfımın yaz tatili böyle nahoş bir olayla sona erdi diyemeyeceğim. Yayladan köylere göç başladığında, tokluları (bir yıllık kuzu) otlatmak benim sorumluluğumdaydı. Okullar açıldı. Hayli zaman sonra okula gidebildim. Babam:
'Babam, okula birkaç gün geç gitmekle bir şey olmaz der.' Benim okula gitmemi hep ertelerdi. Tokluları otlatacak kimse yok, türünden sözler ederdi.
Nihayet hafif yağmurlu bir sonbahar gününde okula gidiş iznim çıktı. Eski, yamalı bir pantolonla köye gittim. Önce mahallemizdeki terzi Mevlut amcalara uğrayıp ölçü verdiğimiz pantolonumu alacağım. Yengeme, pantolonuma ilik- düğme diktirip, sonra da okula gideceğim. Evdeki hesap çarşıda geçmedi. Terzi amca henüz pantolonumu dikmemiş. O yıllarda hazır giyim olgusu yoktu. Köylerde terzilerimiz vardı. Fitilli diye adlandırılan bir çeşit kumaştan bizlere elbise diktirilirdi. Eski pantolonla sınıfa girdim.
Bu kez öğretmenimiz daha birinci sınıfta okurken okulun bahçesinde beni sevmiş saçlarımı okşamış olan bir güler yüzlü öğretmendi. Her insanın yaşamında çok sevdiği ve unutamadığı bir ilkokul öğretmeni olmuştur. İşte, beni, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda okutan güler yüzünü hiç unutamadığım bir öğretmenim oldu. Bu öğretmenimizin güler yüzüyle, tatlı diliyle her arkadaşımın gönlünde unutulmaz nadide bir yeri vardır. Köylerde hele o yıllarda anne-baba çocuklarını açıktan sevemezdi. Genelde dedeler ve ninelerle aynı ev paylaşılırdı. Büyüklerimizin kendi anne-babaları yanında çocuklarını sevmesi güzel karşılanmazdı. İşte o güzel insan, anılarını saygı ile yâd ettiğim öğretmenimiz anne-babamızdan göremediğimiz sevgiyi tattırırdı bizlere. Her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenir, bizlerin iyi okumamız için ne gerekiyorsa o çalışmaları yapardı. Mandolin, bağlama ve ud çalardı. Sesi çok güzeldi. Bize çok hoş okul şarkıları ve marşlar öğretirdi. Daha önemlisi herkese bir öz güven aşılamıştı. Okula seve seve gider, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.
Köyümüz yurdun en uzak bir köyü. O yıllardaki adıyla Sovyetler Birliği'nin sınır direkleri köyümüzden çıplak gözle görülebiliyor. Öğretmenimiz bizlere haftalık dergi getirtti. Tanesi yirmi beş kuruştu dergilerimizin. Bu dergileri kutsal metinler gibi iştahla okurduk. Hele bir gün baktım derginin iki sayfalık bir metnini ezberlemişim. Arkadaşlarım, durumu öğretmenime söylediler. Aynı metni ezbere okudum. Öğretmenim saçlarımı okşayarak:
'Böylesi metinleri ezberlemen gerekmez. Büyük sınıflarda okurken daha çok kitaplarla karşılaşacaksın. En iyisi sesli okuma çalışmalarına devam et...'türünden sözler söyledi bana.
Okumamızı hızlandırmak için dakika ile okuma uygulaması yaptırtırdı sevgili öğretmenimiz. İlk kez kırk beş kelime okudum. Benden sonra bir kız arkadaşımız otuz sekiz kelime ile sınıfın ikinci en iyi okuyanı olmuştu. Kış ortalarında bu kez altmış dört kelime okumuştum. Sınıfımızda sınıf kitaplığımız yoktu. Ancak üçüncü sınıfta öğretmenimiz bizlere kitap getirtti. Karlı bir günde öğretmenimizin koltuğunun altında ısmarlanan kitaplarla sınıfa girişini dün gibi anımsarım. Biz çocuklar hemen öğretmenimizin yanına koştuk yeni kitapları görmek için. Kitaplar dağıtıldı. Bana Ali Baba ve Kırk Haramiler düştü. Cesur Alabaş, Kongo Ormanlarında...gibi kitaplardı sınıf kitaplığımızın kitapları. O gün hiçbir arkadaşımız teneffüs yapmadı. Kitapların büyülü dünyasına dalıp gittik...
İlkokul yıllarım masal-öykü kitaplarını susamışça okuyarak güzellikler içinde geçti. Doğamız tanımsız güzeldi. İlkbaharlarda bahçeler içindeki evlerimiz renk renk çiçekler açan meyve ağaçlarının içinde kaybolurdu. Köyün çevresi yemyeşil ormanlarla kaplı zaten. Çayırlarda çimenler büyür, tarlalarda ekinler boy atar her taraf yeşile keserdi. Sonbahar geldiği zaman güneşin yedi renginin ve bu renk tonlarının yansımasını, sararan, gazellenen yapraklarda gözlemlerdik. Ilıklaşan havalarla birlikte yollarımızı yerlere dökülen ve renk cümbüşü oluşturan sonbahar yaprakları kaplardı. Okulda geçen zamanlarımız tatillerden daha güzeldi biz köy çocukları için. Çünkü uzun yaz günleri bizler hiç aralıksız çobanlık yapmak demekti.
Üçüncü sınıfa geçtiğimin yaz ortalarındayız. Yayla düzlüklerinde sürümün başındayım. Güneş Karçal Dağları'nın doruklarına hayli yaklaşmış. Bir bakıyorum annem-babam, yengem ve amcam bir kağnı arabasıyla birlikte Ardahan'a doğru gidiyorlar. Gidiş amaçları yağ ve peynir satmak. Sürümü, hemen yakınımda sürüsünü otlatan bir çoban arkadaşıma teslim ettim. Sessizce arabanın arkasından yürümeye başladım. Beni fark eden babam, geri dönmemi söyledi.
Yaylamızın sırtlarından Ardahan'ı gözlemliyebiyordum. Çok uzaklarda, evlerinin camları güneş ışığında parlayan gizemli bir şehir. Bu şehri görmeliydim. Bu şans önümde duruyordu. Arayı fazla açmadan kağnı arabasını takip ettim. Hayli yol almıştık. Annem, yarım geri dönerek eliyle gel diye işaret etti. Nihayet kafileye karıştım. O gece şehre yakın Ardahan köylerinden bir tanıdığın evinde kaldık. Sıcakta yağlar erimesin diye gece yolculuk yapmak gerekiyordu. Sabahleyin çok erken saatlerde Ardahan'a vardık.
Büyük şaşkınlık içindeydim. Demir bir köprüden geçerek şehre giriyoruz. Köprünün altından hangi yöne aktığı belli olmayan bir nehir akıyor. Sokaklarda kalabalık insanlar sağa sola hızlı hızlı yürüyorlar. Dükkânlar kapılarını müşterilerine açmış. Hemen, her dükkândan çevreye şarkı-türkü sesleri yayılıyor. Kalabalık bir askeri birlik düzgün bir biçimde yürüyor şehrin sokaklarında. Kendi ilçemi görmüştüm fakat Ardahan o zamanlar benim için dünyanın en büyük ve ilginç bir şehir görünümü arz ediyordu. Daha ilerlerde kalabalık bir hayvan pazarı. Koyunlar-keçiler, sığırlar hatta atlar alıcı bekliyorlar. Bizimkiler yağları sattılar. Ben bir kaval aldım. Çoban ne ister elbette bir kaval.
Her ne kadar kaval çalmaya ilgi duysam da iyi bir kavalcı olamadım. Oysa öncelikle babam, amcam gayet güzel kaval çalarlardı. Benim ilgi alanım okul yaşamı ve kitapların gizemli dünyasıydı. Bir an önce sonbaharın gelip okulların açılmasını bekliyordum. Hayallerimi okuma şansı yakalayacağım kitaplar süslüyordu. Yeni bilgilere ulaşma ve kitapların büyülü dünyasına girmeyi heyecan ve özlemle bekliyordum. Sonbaharla birlikte dördüncü sınıfa başlayacaktım.