İtham
1970’li yıllar. 1500 rakımlı Ali Ağa’nın çiftliğindeyiz. Ali Baba’nın Bir Çiftliği Var adlı çocuk şarkısını bilmeyenimiz yoktur güzel ülkemizde. Hani, çiftlikte hayvanlar vardır. Koyunlar, sığırlar, horozlar… Öğretmenlerimiz ilkokulun ilk sınıflarında öğrencilerine rol verip hayvan seslerini taklit ettirir, diğer öğrenciler de koro olarak şarkının sözlerini söyler… Babamın adı Ali, ünvanlıyla birlikte Ali Ağa. Babam, koyunculuğa kara sevda örneği tutkun bir delikanlı olarak yaşama başlamış.
Çayır ve tarlalarımız köyün hayli uzağında. Amcamlarla birlikte yaşarken köye uzak arazide büyük bir köm (koyun-keçi ahırı) ve kömün yanında da bir kır evi yapmışlar. Klasik büyük aile parçalanmış. İki amcama köy içinde evler yapılmış. Kır evinin yerine iki oda bir Ambar (kiler) kiler inşa edilmiş. Babam köye elveda deyip ailece iki odalı eve çıkmış. Biz iki erkek, dört kız altı kardeştik. Çocukluğum bu kır evinde geçti. Kır evimize komşu amcamların samanlık ve kömleri vardı. Daha sonra sülaleden diğer bir amcamlar bize komşu oldular.
Köy içinde de tarlalarımız vardır. Tarla ve çayırlarımız çoğunlukla kır evinin yakınlarındadır. Anne ve babamın yaşadığı yıllar ve benim ilk gençlik yılarımda çevremiz çok şenlikliydi. Evimiz Şavşat–Ardahan Karayolu’na çok yakındır. Komşumuz yoktu. Özellikle kışın karayolunda yolculuk yapanlar adına, kar yolları kesince evimiz yolculara cankurtaran görevi yapardı. Diğer mevsimler içinde kapımız komşularımıza hep açıktı. Adeta bir vakıf görevi yaptı ailemiz uzun yıllar.
En çok beslediğimiz hayvan elbette koyundu. Her köy ailesinin motor gücü en azından bir çift öküz olmuştur. Bizim de her zaman bir çift acar öküzlerimiz vardı. Koyun sayımız en az 50-60’tı. Kuzu doğuran koyunlar, kuzular, koçlar derken sayı 90-100’ü bulurdu. İlerleyene yıllarda babam çayırları artırdı, yeni çayırlar satın alarak. Bu kez koyun sürümüz daha da kalabalık oldu. Sadece koyunları mı vardı? Elbette hayır. Birkaç sığır en azından bir manda, tavuklar, kazlar ve de iki azman köpeklerimizde hayvan çeşidimizi tamamlardı. Gerek konukseverliği ve de hayvanlarımızın oldukça birçok ailenin hayvan sayısından fazla olması okul şarkısındaki gibi babamı Ali Ağa, mıntıkamızı da Ali Ağa’nın çiftliği yapmıştı. Hani Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerimizdeki ağalık sistemi hiç olmamış bizim yörelerde.
Ali Ağa’nın çiftliği… Ad güzel, kulağa hoş geliyor. Bir tarafı iğne yapraklı orman denizi. Diğer tarafta yemyeşil çayırlar ve meyve bahçeleriyle süslü kır evi. Üstelik evimizin hemen yakınında bir deremiz var yaz kış şırıl şırıl akan. Lakin çiftliğin işlevini sürdürmesi için ölümüne çalışmak zorunlu. Köyde işler hiç bitmez. Zaten altı ay doğamız beyaz kürkünü giyer. Koyunlara ve de diğer hayvanlar için kışlık yiyecek tedarik etmek gerek. Bir taraftan yaylacılık…
Mayıs ayı ortalarında başlayan yaylacılık eylül ayının ortalarına kadar sürer. Ekim işleri, mısır çapaları, çayırların biçimi bitmeden arpa buğday tarlarının biçilmesi… Harman işleri, işler birbirini takip eder… Kış için odun tedariki, değirmencilik daha nice işler.
Yaylacılık aylarında koyun-kuzu, sığırlar, mandalar yaylaların yeşilliklerinde yayılır. Sağmal hayvanların sütleri işlenir. Kış için yağ, peynir hazırlanır. Kaval üfler çobanlar. Süt ürünlerinin bolluğuna karşın yayla başlarında meyvelerin özlemi çekilir. Çocuk yaştaki çobanlar için gün akşam olmaz bir türlü. Köyde işler gün gün artar. Tarla-çayırda çalışanları temmuz-Ağustos güneşi yakıp kavururken yayla düzlüklerinde çobanlar keyif sürerler ılık ılık esen rüzgarların serinliğinde. Yağmurlu havalarda çobanlar titrer, hele de doluya tutulurlarsa çıplak yayla düzlüklerinde. Bu kez köyde çalışanlar mutlu olur elif elif yağan yağmurları evlerinin ayvanlarından izlerken.
Yaz mevsiminin ortalarındaydık. İşlerin sıkı olduğu zamanlarda günler geçiyordu yavaş yavaş. Güneşli bir günde sabahın ilk çalışmalarını bitirip kahvaltı için evde toplanmıştık. Yaylada sürümüzü güden kardeşim “Afiyet olsun.” diyerek yanımızda adeta bitiverdi. Hemen kahvaltıya başladı. Biraz sonra aniden yayladan köye gelişinin nedenini anladık anlattıklarından.
“Koçlar dövüşürken siyah koçumuzun arka bacağı kırılmış. Koç zorlukla yürüyor. Az önce geçen traktöre atıp köye getirdim. Bacağı iyileşinceye kadar hayvan köyde kalsın diye düşündüm…”
Erken bitirdik kahvaltıyı. Evimizin yanındaki çeşmenin başında bacağı kırık koç yorgun ve mahzun bir durumda hızlı hızlı nefes alıyordu. Belli ki, kırık bacağının acısı ve römorkla yaptığı yolculuk hayvanı aşırı yormuştu. Babam özellikle küçükbaş hayvanların kırık-çıkık ve daha başka rahatsızlıklarından bir baytar kadar anlardı. Bu alanda köyün aksakal kıdemlilerindendir. Hemen yakı yaptı. Koçun kırık bacağını bağladı.
Koçumuz evimizden fazla uzaklaşmadan çevre çayırlarda otladı. Çeşmenin yalağından su ihtiyacını giderdi. Bizlere dost oldu. Çayır ve tarlalara giderken çoğu kez yakınımızda karnını doyurdu. Günler geçtikçe yavaş yavaş kırık bacağını kullanmaya başladı. Nihayet bir iş günü güneşin battı saatlerde evde toplandık. Koçu gören oldu mu diye birbirimize sorarken telaşla evin çevresini hızla turladım. Koç kayıptı. Karanlık bastı. Mehtapsız bir geceydi. Yapacak bir şey yoktu. Sabah ola hayrola deyip eve döndüm. Telaşlı bir hava sardı evimizi. Kırık bacağı iyileşmeye başlayan hayvan kayıplara mı karıştı acaba?
Sabahleyin çemberi genişletip aramayı sürdürdüm. Koç yoktu. Yayla düzlüklerini ya da hemcinslerini mi özlemişti? Eğer öyle bir düşünceye kapıldıysa ilkbaharda gittiği yolu takip ederek yayla gitmeye de niyet edebilirdi. Koçu bulamadık. O yaz karayolları ekipleri yol genişleme çalışması yapıyordu. Çalışanlar kalabalık bir ekipti. Evimize fazla uzak olmayan yolun kenarında kampları vardı. Mehtaplı gecelerde halay çekip eğlenirken, türkü söylemeleri, neşeli konuşmaları evimizden de duyuluyordu.
Acaba koçumuzu bu adamlar kesip bir akşam yemeği mi yaptılar diye içimize bir kuşku düştü. Yöremizde hoş olmayan hayvan çalma olayları maalesef yaşanır her yıl. Yaylalardan sığırlar çalınır. Buzağılar çalınır. Çoğu kez de çalınan hayvanlar bulunamaz. Hırsızların yakalandığına pek rastlanmaz. Günümüzde de hayvan çalma olayları hızından bir şey kaybetmedi. Zannımızda haksız değildik.
Koçumuzdan bir haber çıkmadı. Başka bir olasılık koç yaylaya gitmeye niyetlendi. Yayla uzak. Ormanlardan, derelerden geçmesi gerek. Bu yolculukta kurda-kuşa yem olma olasılığı da vardı. Aradan haftalar geçti. Yayla bozumu yaşandı. Koyun sürüleri köye döndü. Eylül ortalarıydı. Evimizin aşağısında bir sürü yayılıyordu. Çoban bize taraf ünlemeye başladı:
“Ali Amca sizin koç sürümün içinde. Gelin koçunuza sahip olun.”
İş bana düştü. Koşarcasına yürümeye başladım kırlara doğru. Sevinçli ve de şaşkındım. Koçtan ümidi kesmiştik. Hayvan nasıl ortaya çıkmıştı. Sürünün yanına gittiğimde yeniden bir şaşkınlık yaşadım. Koçumuz semizleşmiş. Yünleri iyice uzamış. Güçlü acar bir hayvan olmuş. Çoban anlatmaya başladı.
“Sizin evin arka yüzündeki ormandan geçerken koç sürüme karıştı.” Çobana teşekkür edip koçu yanıma aldığım bir ipe bağlayıp eve götürdüm. Ailece garip bir mutluluk yaşadık. Merak edip çobanın koça denk geldiği yere gittim. Köyümüzün sulama kanalı geçer ormanın ortasından. Koçun bir aydan fazla yaşadığı kanalın yanındaki küçük düzlüğü buldum. Hayvan gündüz çiçeklerle bezeli yeşil çimenleri otlamış. Kanaldan su içmiş, kendisine sakin bir ortam bulup günlerini geçirmiş. Çimenlerin ezilmesinden yattığı yer belli. Hayli de gübrelemişti koçumuz yazlık kamp yerine.
Eve dönerken mahcuptum. Otantik söyleyişle karayolunda çalışan adamların “günahını almıştık…” Daha yirmili yaşlarındaydım. Demek ki, yaşamdan öğreneceklerim varmış… Bu olay bana acı bir ders verdi.
Ant içtim: Yaşamımda hiçbir zaman bir kişiyi ya da topluluğu itham etmeyeceğim, sui zanda bulunmayacağım. Duymadan hele hele görmeden bir olay üzerine düşünce üretmek ne acı. Çoğu kere acıları tadarak yaşamı öğreniyoruz yaşımız kaç olursa olsun…