Kadın
Kötü bir rüyayla uyandı. Yüzünden boncuk boncuk ter damlıyordu yastığa. Kalp atışlarını dinledi bir süre, sonra tavana sabitlendi gözleri. Nicedir böyleydi. Gecenin ortasında uyanıyor, bir daha uyuyamıyordu.
Kırk beş yıllık evliydi kadın. İki çocuğu, anne olarak benimsediği kayınvalidesi, eşi ve diğer yakın akrabalarla beraber dört katlı bir aile apartmanında oturuyorlardı.
İyi de bir eşi vardı. Kültürlü, sosyal, seyahat etmeyi seven, başını kitaplardan kaldırmayan biri. Yakışıklıda sayılırdı. İlgisiz değildi kendisine karşı, hatta biraz fazla ilgili duruyordu. Seyahatlerine onsuz gitmez, nereye gitse yanında götürürdü onu. Her şey yolunda gibi görünüyor, istedikleri gibi akıyordu yaşam.
“Neden?” diye soruyordu kendine. ”Her şey bu kadar yolundayken, neden bir eksiklik varmış gibi hissediyorum.” İşte böyle günlerce süren sorular ve sorgulamalar yaşıyordu karabasan gecelerinin ardından.” Seviyor muyum” demişti defalarca kendine. Cevaplar gelmişti gelmesine de, hepsi baloncuk gibi sönüvermişti idrakine ulaşamadan. Zaman zaman peşini bırakmıştı sonu gelmeyen sorgulamaların ve izin vermişti gelişi güzel akmasına 45 yıllık evliliğinin. Duymazdan gelmişti çoğu kez, bas bas bağıran iç sesinin feryadını.
Fakat bir kez sorgulamaya başladın mı peşini bırakmıyor Varoluş. Olaylarla geliyor, habercilerle. Kimi zaman da fiziksel veya ruhsal sıkıntılarla, kayıplarla. İniş çıkışlar yaşıyorsun. Tüm evren iş birliği yapmışçasına, senin için çalışıyor sanki. Uyanman için.
Art arda dört ölüm yaşadı kadın. Etkilendi, üzüldü ve yine kâbusların, soruların içinde buldu kendini.” Ben kimim?” dedi nihayet.” Ben neyim?” Bu sorgulamayı başlatmak dipsiz bir kuyunun içine dalmak gibiydi. Yaşamı geçti gözünün önünden. Yaşanmışlıkları kendine mi aitti?
Kırk beş yıllık evliliğinde kendi dışında hep başkalarına hizmet etmişti. Çocuklarına, kocasına, kocasının ailesine ve aile kavramının içine giren her şeye. Aile olmanın gereklerini yerine getirirken, başkalarını yaşamının merkezine koymuştu kısaca. Ya kendisi neredeydi? Kendinden çok uzaklarda.
Evet. Ölümlere şahit olmuştu. Bir bir bedenlerini terk ediyordu varlıklar. Nereye gidiyorlardı? Doğumla ölüm arasındaki deneyimler miydi yaşam? Paniğe kapıldı kadın. Korktu, ümitsizliğe kapıldı, ölümün soğuk nefesini derinden hissetti. Bu duyguyla titreşti bedeni. Hiç bir şey bize ait değildi, eninde sonunda gideceklerdi yaşamımızdan. Çoğu kez özdeşleşiyoruz yaşadıklarımızla. Kayıplar yaşadıkça ya da iniş çıkışlar, ufak ufak uyanmaya başlıyoruz ve o zaman fark ediyoruz kişilerin ve deneyimlerin biz olmadığını.
Sabah huzurla uyandı kadın, varlığını fark etmiş olarak. Artık hazırdı. Kişisel eşyalarını almıştı sadece, birde kendini. Sessizce süzüldü kapıdan. Kırk beş yıllık bağımlılığına veda ederken, şükran duydu öğrendiklerine, kazanımlarına, eşine, çocuklarına. Bir daha geriye dönmemecesine gözden kayboldu.
__Baba! Annem seni terk etti.
__Ne demek terk etti?
__Terk etti diyorum baba.
__Nasıl terk eder? Beni terk edemez o.
Adam şaşkındı, inanamıyordu, o kadar benimsemişti ki eşini. Ebediyen kendine ait sanmış olmanın rahatlığını yaşamıştı hep. Hani evde bir nesneniz olur, çok seversiniz, tozunu alırsınız, yanınızda taşırsınız, bilirsiniz o sizindir. Sizi bırakma lüksü yoktur ta ki siz onu bırakana kadar. Adam şaşkınlık içinde inanmasa da, zihni ona “Ne demek bırakamaz, sen bulunmaz Hint kumaşı mısın?” diyordu. Ama kabullenemiyordu da. O ki kültürlü, Türkiye sınırlarını aşmış, itibarlı insanlarla yol almış, önemli kararlara imza atmış adam nasıl terkedilirdi?
Belki ego, belki yalnız kalma korkusuyla (nede olsa yaşı geçmiş biriydi) çırpınıyordu adam. Araya hatırı sayılır insanlar koydu, iletişim kurmaya çalıştı, taktikler denedi. Nafile. Sonunda çaresizce kabullendi adam. Boşluğa düştü, ümitsizliğe kapıldı. Kibri yerle bir oldu bir anda.
Kadınlarla varlığını sürdürmeye alışmış bir adam için bu durum korkunç olmalıydı. Anne ve üç kız kardeş içinde tek erkek olarak büyümüştü. Sonradan yanlarına gelen kız kuzenler, eş ve kız çocuk. Bol miktarda kadın vardı etrafında. Beslemişler adamı, adına sorumluluk almışlar, evde yapılan her şeyden faydalanmış. Haliyle ona kitap okumak ve dünyayı gezmekten başka bir şey kalmamıştı.
Eşi onu terk ettikten sonra, bir yıl şaşkınlık ve bocalamayla geçti. Yetmiş iki yaşında olmanın verdiği korkular vardı. Ya bir daha evlenemezse. Yarın bir gün elden ayaktan düşerse ona kim bakacaktı? Annesi ve annesi rolünü oynayan eşi de yoktu yanında. Yazık ki çoğu evlilik böyleydi. Bir saatten sonra birbirlerinin anne ve babası oluyorlardı.
Bir yılın sonunda genç bir rahibe çıktı karşısına. Neredeyse kızı yaşında, güzel, yabancı uyruklu, yaşamını başkalarına adamış, deyim yerindeyse melek gibi bir kadın. Özgüveni tekrar geri geldi adamın. Öyle ya bir kadın gitti yerine daha güzel ve genç olanı geldi. Demek ki hala etkileyebiliyordu kadınları. Bir süre tepki verdi, karşı çıktı ve kabullenemediler aile apartmandakiler ve yakınları. “Bari daha olgun biriyle evlenseydin “deseler de adamın kararlılığı karşısında pes ettiler. Bu tepkiler karşısında bazen içten içe pişman olsa da, yola çıkmıştı bir kere.
Yaşam aktı gitti bir süre böylece. İlk eşiyle görüşüyorlardı hala arkadaşça, dostça. Üçlü bir döngünün içindeydi adam, eski ve yeni eşle. Henüz tanışmamıştı kadınlar. İlk talep eski eşten geldi, tanımak istedi melek kadını. Tanıştılar. Çokta iyi anlaştılar. ”Sevdim seni” dedi ilk kadın ”Çok sevdim.” Elini rahibenin omuzuna atarak. ”Kocamı sana devrettim.”
Kalbinde acı hissetti adam. ”Ah” dedi içinden ”Ah keşke başımı kitaplardan kaldırıp, karşımdaki canlı kitabı okusaydım.”
başarılar hocam
Güne düşen yazı ve şairini kutlarım. Nicelerine Hacer hanım,sağlıcakla kalınız...
Yanındaki insanı zamanında dinleyip anlamak önemli çok güzel bir öyküydü varlığın değerini anlamak adına güzel paylaşım için teşekkürler Hacer hanım