Kan (13. Bölüm)
Yazdıklarını katlayıp, kendi icadı olan mektup zarfına özenle yerleştirip, yastığının altına iliştirdi. İçinden çırpınan yüreği bir an önce Aweşa'nın gelmesini istedi. Tatlı bir hayalin peşinden gözlerini usulca kapattı ve sabahın ilk ışıklarıyla yine gözleri yollara bakınmaya başladı.
Evleri hastanede gelişlerinin ücüncü günüydü ama erkenden geçmiş olsuna gelenlerle dolup taşıyordu. Robert'in içine çökmüş yanaklarını göre yaşlı kadınlar kendi aralarında daha önceki ettikleri dedikoduyu belli belirsiz konuşuyorlardı...Vah vah çocuk ne hale gelmiş...acaba düzelir mi kızancık...tanrı yardımcısı olsun...okulu da açılacak bu vaziyette ne yapar acaba...Robert bunların hiç birini duymak istemiyordu. Elbette ciddi bir hastalığın pençesindeydi ve yaşaması da doktorların dediği gibi en büyük ilacı yaşama sevinci olacaktı. Tabi ki bu sevincin kaynağı bunu kim bilir ne kadar biliyordu, bunu hiç kimse bilemezdi. Öğün saatlerinde kendini zorlayarak birkaç lokma yedikten sonra, sürekli su içmek istiyordu. Su içmesi vücut direnci için önemliydi ancak besin olarak da az gıdayla yetinmemeliydi. Annesi;
-- Biraz daha yeseydin!
-- Canım istemiyor!
? Canının istediği başka bir şey varsa söyle!
-- ...
-- Nedir söyleyemediğin şey, çekinme hemen yaparım!
-- ...
-- Küserim ama!
Robert sırtı dönük vaziyette kendi kendine 'Canımın isteğini getiremezsin' dedikten sonra;
-- Biraz dolaşmak istiyorum, belki gezinti iştahımın açılmasını sağlar diyerek, kıyafetini giyindi ve Aweşa'nın evlerine doğru gezintiye çıktı. Yolda okul arkadaşı Oşanbo ile karşılaştı. Sağlıklı görünmediğini biliyordu, bu yüzden havadan sudan konuşmak için futbol maçlarını konu olarak açtı. Uzaktan Aweşa'yı gördü ve gelmesi için el etti. Aweşa gözlerine inanamayarak;
-- Ne işin var buralarda, senin yatağında olman gerekmiyor muydu, diye sorduğunda;
-- Çebinden mektubu çıkarıp Aweşa'nın avucuna koyarken, lütfen bana cevap getir, dedi ve yatağına uzanmak için oradan ayrıldı. Çünkü, dermansızlığının farkındaydı ve nefesi git gide hızlanmaktaydı. Doktor, acil ihtiyaçları dışında istirahat etmesini söylemişti. Zira, Robert 'Bu da yaşamam için acil bir ihtiyaç' diye iç geçirmişti.
Eve varıp biraz dinlendikten sonra, annesine çorba içmek istediğini söyledi ve bulgurla yapılmış, buram buram dumanı tüten haliyle sıcak çorbayı içmeye başladı. Bir iki üç derken zorla çorbasını bitirdi ve ziyarete gelen akrabalarını odasından dışarıya çıkmalarını rica ederek, uyumak için gözlerini kapattı. Gözleri belki kendiliğinden kapanıyordu ama yüreği uyku yerine huysuz bir kısrak gibi gezinmeye devam ediyordu.Acaba Helen mektubu okudu mu... şimdi ne düşünüyor ki...cevabı ben gitmeden gelir mi...ya hiçbir cevap gelmezse...tüm bunları düşündüğü esnada kendisi bile farkına varmadan uykuya dalmıştı. Ve rüyasında Sandaria Hastanesinin 514 numaralı odasındaydı. Camdan dışarıya, uzaklara bakıyordu. İçinden tarifi imkansız özlemlerle dolu olduğu an da imdadına Minnolaya yetişiyordu. Dertleşiyorlardı, içine umut ışıkları doluyordu. Sonra bir an önce kasabasına gitmek için can atıyordu...terlemiş vaziyette uyandı. Belli ki rüyaydı. İçindeki susamışlığı hastalığına bağlayarak, iki bardak su içti. Dili dolaşıyordu sanki! Sanki sabahtan akşama kadar alkol almış bir bedene sahipti. Dizlerindeki dermansızlık bir türlü gitmiyordu. Mücadele etmeliydi bu kaderle...
Günler ardı ardına birbirini kovalarken Helen'den ses seda çıkmamıştı. Aweşa son bir kez ziyaretine gelmiş, ancak ne elinde ne dilinde getirdiği bir selam yoktu. Ve nihayet okulunun başlamasına bir gün kala Robert Sandaria'ya yola çıktı. Elindeki valizi aslında ağır değildi ancak gücünün yetmediğinin farkındaydı. Her şeye inat yaşama sarılmalı ve okuluna gitmeliydi. Gittiği okulu başarıyla bitirip, bir an evvel denizaşırı ülkelere kaptan olarak ulaşmalıydı. Belki buralara bir daha asla uğramamalıydı ama mutlaka yarasını saracak başka uğraşlar bulmalıydı. Bu bir gönül uğraşı olmasa da yaşamın içinde mevcut olan kurgularla mevcut olabilirdi.
Tüm arkadaşlarıyla karşılaşmış olmanın farklı mutluluğunu tadarak başlamıştı bu ikinci sınıf dönemi. Günlerden Çarşamba olmuştu, zaman zaman ağrıları olsa da sabreden Robert, akşamüstü böbreklerinden yükselen ağrıya daha fazla dayanamadı ve nöbetçi öğretmenler tarafından çağrılan ambulansla hemen Jozef Sandaria Hastanesine götürüldü. Acil kısmında yapılan muayene ve klinik testleriyle 'ilaç alerjisi' tanısıyla tekrar hastaneye yatırılması gerekti. İkinci defa geldiği 514 numaralı odadan ne pahasına olursa olsun bu hastalıktan bu yaradan kurtulmanın azmiyle beşinci gününde tekrar çıktı. Hastanede kaldığı süre içerisinde kendisiyle yakından ilgilenen yine Minnolaya olmuştu. Ve 514 numaralı odada yatan kendisinden başka üç hastanın iki tanesinin de melek olduğunu yapılan sohbetlerde anlamıştı. İlk gece ağrıları dinmeyince Minnolaya çok korkmuştu. Çünkü kara sevdanın devamı niteliğinde olan bu alerji durumu, vücudun yaşama tutunmak için direnmeyi reddetmesinden kaynaklanıyordu. Acaba bu reddetmeye sebep olan bunalım neydi? Elbette Minnolaya'dan başkası bunu tahmin edemezdi.
? Robert, seni sanırım üzmeye devam ediyor bu Helen, fakat daha genceciksin ve yaşama tutunmalısın dostum, demişti.
Hastaneden ayrılışında, 'Bir daha buraya sadece seni ziyarete geleceğim Minnolaya' dedi ve aradan geçen üç yıl içerisinde yedi defa ziyarete geldi. Her gelişinde ayrı bir heyecanla karşıladı Minnolaya. İçinden kaç defa 'Mavi ışıklı küreyle dolaşalım'diye geçirdi ama bunu asla söyleyemedi. Çünkü kabuk tutan yarayı kanatmanın hiçbir faydası olmazdı.
Robert mezuniyet gününe tüm sevdiklerini çağırdı. Denizci rozetini Kenyalı Rennaf takarken, o Minnolaya ile göz göze gelmişti. Bir alkış tufanı içerisinde yerine geçti, herkes birbirini tebrik ediyor, bir daha açık denizlerde karşılaşmanın ve bu karşılaşmalarda buluşmanın hayaliyle coşuyorlardı. Öğleden sonra herkes on iki günlük iznine ayrılmış ve doğruca kendi memleketinin yolunu tutmuştu. Robert ise, törene gelen anne ve babasıyla vedalaşarak ilk görev yerine gitmeye karar verdi. Maaşından bir miktar annesine kendisine bir şeyler alması için zorla tutuşturdu, babası ise tatlı bir öpücükle ayrılmaya razı olup, kendisine uzattığı parayı almadı.
Trene bindiğinde diğer yolculara, sanki kendisini uğurlamaya gelen insanlar topluluğuymuş gibi bir duyguyla gözlerinin içine içine baktı. Ancak her biri ayrı düşüncelere dalmış insanlardı bunlar ve yanında oturan 40-45 yaşlarındaki bakır tüccarı ile küçük bir sohbetten başka bir şey konuşulmamıştı. Sabahın erken saatinde tayin olduğu gemiye geldi. Tüm personel kaptanları olacak insanı bekliyorlardı elbette ama, daha on iki gün sonra diye biliyorlardı. Güvertede oturan on üç kişilik mürettebat keyfince satranç turnuvasında kozlarını paylaşırken, gemi güvenliğinden sorumlu Mohammat adlı Müslüman tayfa, ilk karşılaşandı. Elindeki belgeleri göstererek kendisini tanıttı ve içinde müthiş bir heyecanla diğer personelin yanına yaklaştı. Mohammat, diğerlerine 'Kaptanımız Robert'e hoş geldiniz' demeyecek misiniz diyene kadar da hiç biri gelen yabancının kim olduğunu kestirememişti.
Öğle yemeği saatine kadar gemiyi gezdikten sonra kamerasında oturan Robert, yemek sonrasında mürettebatla bir toplantı yaptı. Özgeçmişini anlattı, personelini tanıdı. Ana merkezle gerekli telefon görüşmelerini yaptı. Göreve başlama yazısını faks etti. İlk sefere çıkabilmeleri için, kaptanın gemiye bir isim vermesi gerektiği söylendi. Aslında Robert bu gemiye isim verme adedini biliyordu ama bunu mürettebatın söylemesi de yine adettendi. Kaç zaman öncesinden düşünmüştü bu ismi ama bir türlü karar veremiyordu. Daha doğrusu iki isim arasında kalmıştı: Birincisi Helen, diğeri ise Yaşam Güneşiydi. Aslında her hangi ismi koyarsa koysun, zaten bu bir tek Helen'i çağrıştıracaktı. Gemi personelinin her daim soru yağmuruna maruz kalmamak için, cüzdanından çıkardığı on parayı gemi tamir ve bakım işlerine bakan Tioride adındaki personeline uzattı ve 'Yaşam Güneşi' ismini yazabilirsin dedi. Bahşiş vermekte adettendi. Çünkü bu adetleri yerine getirmeyen kaptanların açık denizlerde uğursuzluk yakasını asla bırakmazdı.