Kan (16. Bölüm)

Helen bu kazayı radyoda duyduğunda anaokuluna göndermeye hazırladığı oğlu Hazma'nıin kıyafetlerini ütülüyordu. Ütüyü bıraktığı yerde unutup, burnuna yanık kokuları gelinceye kadar aldığı nefesin farkında bile değildi. İstiyordu ki Robert'ten iyi bir haber gelsin. Ama kulaklarına istediği ses gelmemişti. Yüzünün süsü olan benine ulaşan gözyaşlarının büyük bir kısmı içine akmaktaydı. Kendini bahçeye bakan balkona kadar zor taşıdı, dizlerinde güç kuvvet kalmamıştı. Ağlıyordu. Çünkü içinde hiçbir zaman inkar edemediği sevgisi daha ilk gün gibi saklıydı. Kammerel, annesini tüm odalarda aradı, okul saati yaklaşmaktaydı. Balkona çıktı en son arama gayretleriyle; annesine sarıldı, nedenini kestiremediği bir şekilde Helen ağlıyordu. Helen'in üzülmesi demek, onun yıllarca hastalanması demekti. Daha ilk konuşmaya başladığı zamanlarda annesinin sesini hiç duyamamıştı. Ses telleri tüm yaşama isyan edercesine kapanıyordu.

-- Ne oldu anneciğim, neden ağlıyorsun?
-- Bir şey yok, şimdi geçer, hadi sen içeriye geç, ben geliyorum,
-- Babam duşta çıkmak üzere, yanına gitsen olmaz mı?
-- Uzatma Kammerel, ben geliyorum dedim,
Çocuk kendinde suçluluk hissi duyarak oradan ayrıldı. Çünkü annesini ikna edememişti.Damalla duştan çıkmış, saçlarını kurularken oğlunun buruk vaziyette koltuğa sığındığını gördü.
-- Ne oldu bakayım, neden gözlerin ağlamaya hazır?
-- Çünkü annen balkonda ağlıyor da ondan. dedi çocuk. Damalla balkona çıkıp güzel karısının yanına vardığında o hala ağlıyordu. Helen'i nisan, mayıs ve haziran aylarında çok defa ağlarken bulurdu ve yine aylardan mayıs'tı. Aynı yıl içerisinde olmasa da Helen, nisan ayında ağabeyini, mayıs ayında annesini ve haziran ayından da babasını kaybetmişti. Aslında Helen bir de ağustos ayını hiç sevmezdi, çünkü Robert'e tüm kapıları kapattığı ay'dı. Bunu ise Damalla asla bilmiyordu. Zaten hiçbir zaman Helen'in duygularını anlayamayacak olan Damalla, eylül sabahlarının gelecekte Helen'i ne kadar mutlu edeceğini de hiçbir zaman anlayamayacaktı.

-- Ağlama minik kuşum dedi,
-- Şimdi geçer, yok bir şey diye ekledi Helen. Damalla radyodaki Yaşam Güneşi'nin kayboluşuyla ilgili haberi duşta olmasından dolayı duymamıştı zaten. Helen gözlerini elleriyle kuruladı ama içine akan yaşlara engel olmadı.

Hazma'ın kıyafetini giydirip eşiyle birlikte okula uğurladığında o ilkokul yıllarında Robert'e gittiği yollara dalıp gitti. Gizlice içtiği sigara paketini mutfak masasına çıkardı ve ardı ardına iki tane içti. Gözleri uzaklara, hep uzaklara gidiyordu. İçini kemiren sevda asla beynini bırakmıyordu. Gelecekle ilgili kurduğu hiçbir hayali yoktu aslında Robert'le. Ama O'nun bir yerlerde mutlu ve huzurlu yaşamasını istiyordu hep. Pekâlâ, şimdi Robert'e ne olmuştu. Koskoca gemi okyanusta karabatak gibi dibe mi batmıştı ya da ilahi bir güç onları korumuş muydu bunu bilmiyordu. Dua etmek için ellerini açtı. 'Tanrım sen büyük ve kadirsin, sen sevgili kullarını her daim gözetirsin. Robert'imi de korudun mu, O'nu kudretinle ihsan ettin mi? O'nu koru, O'nu şu dokunamayan kuru bedenime bağışla, O'nu bir gün karşıma çıkar ve tüm sevdamızı sır perdesi altında yaşat!' diye duasını bitirdi. Melek olan annesiyle birlikte, ağabeyini ve babasını kaybettiğinde ve de her defasında rüyasında karabasanlar basmış, günlerce saksağanlar bahçelerindeki ağaçtan eksik olmamıştı. Oysa bu defa ne karasabanlar sarmış ne de saksağanlar bahçelerine doluşmamıştı. Helen kendi kendine düşünürken bunlar aklına gelince derin bir iç çekti ve 'Dilerim bu işaretler geçmişte bu maksatla ortaya çıkmıştı' dedi.

Aradan tam 34 gün geçmiş ve olay bölgesindeki yardım ekipleri irili ufaklı bir çok adayı ve okyanusun karanlık sularını tek tek kontrol etmişti. Aramalardan umutların tükenmeye başladığı altıncı gün de, gemiden kalkan helikopter küçük bir adanın kuzey kısmında kıyıya dağılmış gemi enkazına ulaşmıştı. Aynı enkazın yakınlarında ne zaman parçalandığı belli olmayan başka bir yelkenlinin enkazı da vardı.Ancak kurtarma personeli bu enkazın ne zamandan kalma ve kimlere ait olduğunu bilmiyorlardı ve görevleri de zaten eski bir yelkenli kazasını araştırmak değildi. Helikopterde bulunan beş personel kıyıya helikopteri indirdikten sonra etrafı iyice taradılar. Barut varillerinin bir kısmı karaya kadar dağılmış, bir kısmı kıyıda dans eder vaziyette gelişi güzel saçılmıştı. Kurşun levhalar ise karaya kadar savrulanlar dışında tamamı suyun altındaydı. Yaşam Güneşi yazısı tam ortadan ikiye ayrılmıştı ve geriye sadece 'Güneşi' yazısı ortalıkta görünür yerdeydi. Gemi mürettebatında kimseden ses seda yoktu. Kıyıya vuran dalgalardı sessizliği bir nebze bozan ama o da aradıkları husus değildi. Geminin karaya savrulan bölümleri bir bir incelenirken kıyıya yaklaşık yirmi beş metre mesafede akbabaların birbirleriyle dövüş ettiklerini gören kurtarma personelinden Herrat süratle oraya gittiğinde gördükleri son derece korkunçtu. Kol ve bacakları gövdesinden olmayan kemik parçalarındaki son etleri paylaşan akbabaların önündeki cesedin boynunda 'Mohammat' yazıyordu. Hemen diğerlerine haber verdi ve olanları onlarda gördü. Bir insanın öldükten sonra akbabalara yem olan vücudunun böylesi parçalanmış olması, kurtarma personelinin hemen oradan ayrılmalarına karar vermesine sebep oldu. Çünkü bu parçalara ayırma işini sadece yabani hayvanlar yapabilirdi ve kendileri de her an için bir aslana ya da kaplana yem olabilirlerdi. Gerçekten de Mohammat'ın cansız bedenini parçalayan bu vahşi hayvanlardı.
Süratle helikoptere binip, gemiye gitmek üzere havalandılar. Kurtarma gemisinde bir yanda rapor tutarken bir yandan da aktarmalı olarak Afrika'daki telsiz role istasyonu sayesinde Sandaria'ya tüm bilgiler iletiliyordu.

Sandaria donanma merkezinde helikopterle adanın üzerinde uçuş konusunda talimat gelmişti ama kurtarma personeli böyle vahşi hayvanların kol gezdiği bir adada hayatta kalmanın mümkün olamayacağını değerlendirerek ada üzerinde dolaşmadan oradan ayrılmışlardı.
16 Temmuz 1843 akşam bülteninde radyo Yaşam Güneşi ile ilgili haberleri dinleyicilerine ilettiğinde Helen kulağını pür dikkat kesmiş ancak beklediği haberi alamamıştı. Yaşam Güneşi'ndeki sevdalısından en küçük bir haber düşmemişti.
6 Mayıs 1843 gününün yıldızları sararmaya başladığı bir anda Robert ve Tioride barut varillerinin üstünde büyükçe kaya parçasının yakınlarında yatıyorlardı. Güneş henüz yüzünü göstermemişti ki, Tioride bacağını mıncıklayan bir şeylerin varlığı ile sarsıldı. Robert'le birlikte tepelerine üşüşen akbabaların arasında kaldıklarını ve boynu Afrika sıcaklığı ile kösele gibi çıplak boynu kararmış iki erkek akbabanın keskin gagalarının bacağına dokunduğunu anladı. Akbabaların ölmeyen bir canlıya saldırmayacaklarını bilen Tioride yine bir çığlık atarak avcılarının etrafında geriye çekilmelerine ve Robert'in uyanmasına sebep oldu. Robert elleriyle gözlerini ovuşturup, 'Tioride yaşıyor muyuz, yoksa melek mi olduk' dediğinde, 'Aynı şeyi ben sana sormalıyım sayın kaptanım'dedi buruk bir sevinçle.

Bulundukları sırta bu varillerle birlikte nasıl çıktıklarını, dalgaların mı yoksa çarpmanın mı bunları karaya fırlattığını bir türlü anlayamadılar. Aşağıda Yaşam Güneşi'nin bir kısmı suyun altında bir kısmı da karaya savrulmuş vaziyetteydi. Robert ve Tioride geminin yüzeyde kalan kısımlarında diğer tayfalara baktılar ama yaşadıklarına dair hiçbir belirti yoktu. Sadece Mohammat'ın cesedi karaya fırlatılmış vaziyetteydi. Güneş iki insan boyu kadar çıkmış, etrafı rahatlıkla kontrol edebilecek bilince sahip olmuşlardı. Robert, Mohammat'a bir mezar hazırlayıp gömmeleri gerektiğini Tioride'ye söyleyip, mezar yeri için yumuşak bir toprak yapısı bakındığı esnada yakınlarında bekleyen akbabaların bir şeylerden ürkerek kaçtıklarını fark ettiler.Acaba vahşi hayvanlar mı yaklaştı diye birbirlerine baktıkları esnada, on iki tane kadının ellerinde mızraklarla ağaçların arasında çıktığını gördüler. Bu kadınların her biri otuz yaşına yakındılar. Robert ve Tioride kendilerine yaklaşan kadınlara 'buradayız' dercesine el salladılar ama bu kadınların davranışları hiç de yardıma gelmişe benzemiyordu. İçlerinde Zennut adlı lideri olan kadın 'İkinizden başka kimse var mı' diye sordu ve kimsenin olmadığını söyleyince, 'Bizimle geliyorsunuz, hemen!' şeklinde emir verdi. Tioride, bacağındaki yarayı gösterdi ve 'yardıma ihtiyacım var' dedi acıyla. Zennut acımasız bir edayla 'en fazla ölürsün, yürü sizi liderimize götüreceğiz' dedi.

Demek ki bu kadınların bir de baş liderleri vardı. Demek ki bu adada yaşayan insanlar vardı. Ama kimdi bunlar, bunu hiç bilmiyorlardı. Kadınların tamamı çırılçıplaktı, sadece önlerini kapatan hayvan derisi vardı ama o da vücutlarına tam oturmamıştı. Robert, nerde olduklarını, nereye götürüldüklerini sormak istedi ama kadınların hiç birisi de kendilerine kazazede gibi davranmıyorlardı. Yaklaşık kırk dakika kadar yürüdükten sonra bir mağaraya giriş yaptıklarını anladılar. Geçip gittikleri yol boyunca sadece yüksek ağaçlar, bu ağaçlara dolanmış sarmaşıklar, rengârenk açmış mayıs çiçekleri vardı. Ara sırada daldan dala sıçrayan maymunlara rastlamışlardı. Mağaradan içeriye girdiklerinde, uzunca bir hole çıkan yerde bir kısmı yine bu öfkeli mangayla aynı yaşta yirmiye yakın kadın ve sekiz tane de atmış-atmış beş yaşlarında kadın vardı.Zennut elindeki mızrağı yere saplayarak en yaşlı görünümdeki kadının önüne diz çökerek 'Tahmin ettiğiniz gibi dün geceki fırtınadan adamıza sığınmaya çalışan gemi enkazında geriye kalan canlıları bulup getirdik efendim, yalnız adanın güney kısmında değil yıllar öncesi sizleri taşıyan yelkenlinin parçalandığı kuzey kısmındaydılar' dedi. Demek ki yıllar öncesi batan bir yelkenli bunları adaya getirmiş ve şimdi de aynı kervana kendileri dahil olmuşlardı. Ancak neden kendilerine düşman gibi davranıyorlardı, bunu ne Robert ne de Tioride ilk aşamada anlayamadılar.

23 Aralık 2010 9-10 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (1)
  • 14 yıl önce

    Ünal bey harikaaaaa bir öykü ben devamini sabirsizlikla bekliyorum...Meraktayim ...👍