Kan (Dördüncü Bölüm)

--- Dün bu yataktaki hasta melek olmuştu, bu gelen de çok sürmez melek olur... Sözleriydi bu.
Robert'in içinden bir şeyler sıyrılmak istiyor, Robert o sıyrılmak isteyen şeyi ısrarla dudaklarının arasında sıkıca tutmaya çalışıyordu. Bu tanımadığı kişilerin acaba melek olma öncelikleri neydi? Ve bu insanların meleklere karşı yaklaşımları acaba hep alayımsı mıydı? İmkânsızdı Robert'in bunu bilmesi ve kapatıp gözlerini uyumak istiyordu. Aklından uzaklaştıramadığı Helen'i acaba uyusa bir yudum sıcak bakışıyla son defa da olsa görebilecek miydi?
Sabahın serinliği odaya dolmak üzereydi ve hemşire Minnolaya'nın verdiği ağır ağrı kesici hapların vurgunluğuna kapılan Robert, derin bir uykuya dalmak üzereydi ki, rüyası birden bire beyninde film gibi oynamaya başlamıştı. Robert bir at üzerindeydi ve bindiği atla aya yolculuğun hayali içinde iniyordu o çeşme başına. Ancak bir türlü orada yaşanan gerçeklerin neler olduğunu bilemiyordu. Bunun bir düzmece ya da kaçış mı olduğunu bilmediği gibi, aynı cevapları alıyordu Helen'den.
Oysa Helen Robert'in hastalanmasını ve hastalanmasına sebep olan bu sevginin ne anlama geldiğini o yıllarda hiç bilmiyordu. O köyünde, çok odalı evlerinin birinde mışıl mışıl uyuyordu. Sabah olacak ve yine o çeşmeden kovalarını dolduracaktı. Gerçekten Helen'e ne olmuştu? Acaba Helen su kovalarını sadece Robert'i çeşme yolunda görme pahasına ahır damlarına boşaltıp sevgiyle O'na gelmelerini unutmuş muydu? Robert'in hasta yatağında olduğunu ve meleklerin ısrarıyla baş başa kaldığını öğrense ne yapardı acaba? Bunu sadece Helen bilebilirdi. Robert yağmurdan ıslanmış gibi uyandı uykusundan. O Helen'ini sıcak bir gülücükle görme düşüyle kapatmıştı gözlerini ama gördüğü rüya tamamen çıkmaza sokmuştu. Rüyalar bile gülmez olmuştu. Beyaz önlüğü ile odaya giren Minnolaya:
--- Robert nasılsın bakayım, uyuyabildin mi, çok terlemişsin, ateşin mi çıktı dur bakayım? Sözleriyle tüm enerjisini sunuyordu Robert'e. Robert yatağından doğrulup kalkmak istediyse de bunu yapamadı. İçinde geçen fırtınaları anlatmak istedi en başta. Fakat bu fırtınaları en fazla biliyorsa Ahomag biliyordu ve o da zaten hayatı ciddiye almayan birisiydi. Daha ilk gördüğü hemşireye gönül yarasını anlatsa ne olacaktı ki! Hem Helen'i bulup-getiremezdi ki! Fakat yine de bu sıcak yaklaşıma karşı uzak duramayacaktı.
--- Ateşim mi var bilmiyorum ama çok az uyuyup, bir büyük rüya gördüm abla ,dedi.
Minnolaya, bir an durdu, odadaki diğer melek olup gitmeyi bekleyen hastalara bakındı ve bir sorgucu edasıyla,
--- Neymiş büyük rüyan Robert! dedi.
Robert, yarasına neşter batırılmış kısrak misali, içinde derin bir acıyla savruldu ve başını öne eğerek:
--- Köyüm abla köyüm! diye kekemeler gibi lafı geveleyerek konuşabildi.
Ateşinin yükselebileceğini düşünen hemşire, dereceyi Robert'in koltuk altına koydu ve ?'Köyüm abla köyüm'' sözüyle neler anlatmak istediğini anlamaya çalıştı. Oturduğu iskemlede Minnolaya'nın, o çocukluğunun geçtiği İzlanda-Reykevik şehrinin şirin kasabası geçti aklından. Edwar ile birlikte gittiği tozlu yollardaki huzur bulutları yükseldi adeta gözünün önünden. Ortaokuldan sonra hemşire okuluna gidiş-gelişinde hep koruyucu kalkanıydı Edwar.Sarı saçlı, geniş omuzlu ve zeki bir gençti. Gerçi kendisinden iki yaş daha büyüktü ama bu yaş farkı hiç belli etmiyordu. Çünkü Edwar Minollaya'nın tek sevgilisi, canını bile gerektiğinde seve seve verebileceği bir insan için bu yaş farkının bir önemi olamazdı. Yaz bitiminde kış mevsiminin gelmesi iple çekilirdi. Toz bulutları yerini çamur yığınlarına bırakırdı ama yine de toz alerjisi olan Edwar'a daha iyi gelirdi yağışlı hava. İlkbaharda yemyeşil düzlüklerde geçerken yeni açmış bir papatyanın yanına her ikiside usulca uzanır, aynı papatyanın o gizemli kokusunu birlikte çekerlerdi. İki yıl sonra Edwar'ın üniversiteye başlamasıyla birlikte bu yollar artık O'nun hayaliyle gidilir olmuştu. Bayram tatillerinde karşılaşmışlardı; tam ikinci yılın sonunda ve yine ilkbaharda tüm çiçekler açmıştı. Hüğen tepesinin eteklerindeydi o papatya yığınlarının olduğu alan.Hüğen tepesi, tıpkı bir şapka görümündeydi. Kasabaya gidişlerinde bu tepeyi geçtikleri zaman gözden kaybolur ve her istediklerini özgürce yaşarlardı. Yol boyunca oraya kadar koşup, birlikte uzanmışlardı gonca gonca yeni açan papatyaların yanı başına ve nefesleri birleşircesine kaptırmışlardı kendilerini. Edwar, bunca süre ayrı kalmanın verdiği özlemle ilk defa söyleyecekti Minnaloya'ya sevdiğini. Tutamadı, yüreğinde çığ gibi büyüyen birikimi ve ' Seni çok ama çok seviyorum Minnaloya 'diye fısıldadığında, avuçları ter içinde kalmıştı her ikisinin de. Kalpleri yel değirmeni misali hızla dövünüyordu. Kelimeler susmuştu, elleriyle sarmalayıp usulca kendine çekti Edwar. İlk defa öpüyordu O'nu. Hem de papatyalar huzurunda. Şahitleri papatyalardı.
Robert'in ateşini ölçtüğü derece ısrarla ötmeye başlayınca, Minnolaya oturduğu iskemleden haykırırcasına yerinden fırlamıştı.
Robert'in sayıklamasına sebep yüksek ateş değildi. Aldığı ilaçların etkisini de düşünecek olursa tamı tamına 36 dereceyi göstermekteydi vücut ısısı.
Dört numaralı odada bulunan diğer hastaların kendi aralarındaki konuşmalar devam ediyor kimi zaman ciğerleri kasıla kasıla gülüyorlardı. Vakit öğleye yaklaşmakta, yemek saatinden sonra Minnolaya'nın hafta ara tatili nedeniyle çıkması gerekmekteydi. Ofisine geçti, masasının etrafında iki tur attıktan sonra koltuğuna oturduğunda, karşısında Edwar ve iki çocuğunun bulunduğu resim daha ilk günkü gibi tüm canlılığıyla ona bakıyordu. Kaç zaman olmuştu Sandaria Hastanesinde göreve başlayalı, bunu kendisi bile hatırlayamıyordu. Edwarsız geçen ömrün anlamı olamazdı. Sandaria'daki görev süresi dokuzuncu yılındaydı ve Edwar'ın ölümünden hemen sonra tayin olmuştu buraya.
Robert! Robert! Diye bağırarak odasından fırladı. 514 numaralı odanın dört numaralı yatağında Robert, karşısındaki yüksek dağlara doğru bakıyordu. Odalarından başlarını çıkarıp, 'Neler oluyor' diye bakan gözler varken, Robert kendisine seslenen Minnaloya'ya hiç cevap vermemişti. Yüzünde bazen gülücük, bazen seğirti bazen de acı çeken yaralı edası vardı. Minnolaya, kendisinden habersiz, iç dünyasıyla yaşayan Robert'in yanından ayrılırken, tekrar geleceğim diye mırıldanarak uzaklaştığında, ilaç kutusundan çıkardığı özel karışımı bırakmıştı.
Saat öğle ara tatilinin başladığını gösteriyordu. Hastaneden çıkıp her iki oğlunun okullarına giderek, onların yarıyıl tatilinde Japonya'daki ölümsüzler müzesine gidecek olan kafileyle gitmeleri için öğrenci durum belgelerini alacaktı. Önce büyük oğlu Poll'un okuluna, oradan da Neflek'in okuluna gitmeyi planlıyordu. Büyük oğlunun ismini ilk defa öpüştükleri papatyanın dalları altında fısıldamışlardı, diğerinin ismi ise ünlü bir matematikçiye aitti. Poll ve Neflek. Kol çantasını açtı, içinde çıkardığı aynasına bakındı. Kaşları çapraz ok gibi girmişti birbirine, onları yavaşça ovaladı. Kalemini hızla kullanarak, gözünün altına ve üstüne ince bir çizgi çekti. Ruj sürmek istemiyordu canı. Masasından ayrılmadan tekrar baktı üç'lü resme. Her biri bir başka güzel gülüyorlardı. Eliyle görüşürüz dercesine işaret ederek çıktı odasından. Görevli hemşire arkadaşlarını ve vardiya doktorlarına selam vererek hızla uzaklaştı hastaneden.

20 Mart 2010 6-7 dakika 20 öyküsü var.
Yorumlar