Kan (ikinci bölüm)
Melek annenin bozulan sağlığı, onu kısa bir süre sonra alıp o ulaşılmaz uzaklara götürecekti. Helen annesiz kalacaktı. Robert ise Helen'e bu üzüntüsünü açıklayamayacaktı. Çünkü bunu sözlere dökmeyi, karşısına alıp saçlarını okşamayı bilemediği gibi yapamayacaktı da. Ayrıca vakitte yoktu; hemen ardına babasını kaybetme hızını gören Helen'in kaderi karşısında. Tüm karmaşalar Helen'i bulmaktaydı ve bunlarla birlikte Helen'in kendisinin iki büyüğü olan ağabeyi, kurduğu hayallerin en üst katından düşüp mahpus damlarını boylayacaktı. Değiştirmeye çalıştığı ülkesinin bir gün kara çarşaflı kargalara yem olacağını hem de hiç bilemeden. O, ülkesinde daima kır çiçekleri açsın istemişti. Ta ki kendisini derinden yaralayacak cezaevi duvarlarını tanıyasıya kadar her şeyden habersizdi. Köyünde oluk oluk boşa akan suyun hesabını yapıp, kıraç tarlaların sulanmasıyla bereketin artacağını hesap ettiği o gençlik yıllarında. Meleklerle yaşamaya geçen ağabeyini de ne kadar çok sevdiğini düşünen ve ona karşı ifadesi imkânsız sevgiyle bağlı olan Helen, uçak kazasında onu da kaybedecekti.
Helen hep kendi kendisine sormuştu ve bunun cevabını hiç alamamıştı. Soru şuydu: Tanrım tüm acıları bana mı yaşatmaya kararlısın? Acaba gerçekten öyle mi yapıyordu bu Tanrı? Uzun bir sessizlik dönemi başlamıştı Helen'in hayatında. Kuşların sesini duyuyor, onları anlıyor ya da gökyüzünde geçen uçakların sesini duyuyor ama onlara kendi sesini duyuramıyordu. Kendi kendine sorduğu birçok soru vardı Helen'in. Bunlardan birisi de çok sevdiği kişileri kaybetmekle şöyle diyordu: Tanrım, sen yoksa benim sevdiklerimi mi kıskanıyorsun? Onları benden çalıp kendine mi melek yapıyorsun diyordu. Belki Robert'i da çok sevmiş olmasından dolayı, Tanrının onu da mı elinden almasından korkup Robert'i terk etmeye karar vermişti... Robert ise bunu hiç ama hiç bilmiyordu.
Radyo dinlemekten hele hele haber programlarını dinlemekten nefret eder olmuştu Helen. O içinde acıların isyana dönüştüğü uçak kazasına ait hayatını kaybedenlerin isimlerini duyduğu an'ı ise hiçbir zaman unutamayacaktı. Kazanın oluş nedeni tam olarak netlik kazanmasa da, 118 yolcu ve 8 mürettebatından kurtulanın olmadığı kazada, aslında himalayaların zirvesine düştüğünde yaklaşık 14 yolcunun hayat fonksiyonları devam etmekteydi. Çünkü arıza sinyalini alan pilot uçağı en yakın havalimanına götüremeyeceğini anladığında, kuleye yaptığı çağrıların işe yaramadığını görmüş ve yumuşak iniş olarak tabir edilen zorunlu inişi, yardımcı pilot Grambella ile birlikte karar vermişlerdi. Kalkışlarından yaklaşık 3 saat 17 dakika sonrasıydı inişe karar verdiklerinde. Önlerinde görülen dijital ekranda himalayaların üzerinde olduklarını biliyorlardı. Zaten kendiliğinden alçalmakta olan uçağın burun kısmını azalan yükseklikleri karşısında mümkün olduğunca yukarıda tutmaya çalışıyorlardı. Baş hostes Helgen Alneda, yolculara zorunlu inişle ilgili gerekli bilgileri hızla vermiş, herkesin pozisyon almasını sağlamıştı. Tam o esnada bazı Müslüman yolcular cennete gidebilmek için şahadet getiriyorlardı. Sakalları henüz tam şeklini almamış bir papaz ise haçla duasını bitirmişti ki, temmuz başları olmasına rağmen; karla kaplı bir yüzeye uçak gövde kısmından vurarak yere düştü. Kendi canını hiçe sayarak yolculara emniyet tedbirlerini anlatan Helgen Alneda hayatını ilk kaybedenlerdendi. Belki de acı çekmeden ölmüş olması onun en şanslı yanıydı. Ancak evlilik çağı çoktan geçmiş olmasına rağmen, bu yaz sonunda evlenerek uçuş hostesliğinden kara hostesliğine geçeceği ve de hayatının kalan kısmında birikimleriyle Akdeniz seyahatlerine çıkacak olması karşısında, sevenleri çok üzülmüştü. Uçak mürettebatı evet birbirlerini tanıyorlardı, fakat yolcuların birbirlerini tanımasına imkan yoktu.
Helen'in ağabeyi Aldora Yullasir, kazadan yaklaşık 25 dakika sonra kafasında ve kaburgalarındaki kırıkların ağrısıyla kendine gelmişti. Çektiği acı her halinde belliydi. Ama bunu en yakınında yarı baygın yatan sadece kontrollü giriş kapısında gördüğü sarışın bir kadın duyabilirdi, zira o da kendisinde değildi, olsa bile kim bilir nereye savrulmuştu. Bakındı yoktu. Gökyüzü simsiyah olmasına rağmen, bir sis perdesinin altında çarşaf misali serili karla kaplı alan bir nebze aydınlanıyordu. Bazen uzakta bir ses geliyordu kulağına ama, bu gelen seslerden hiçbir şey anlayamıyordu. Boğuk bir iniltiydi çoğu ses boğumu da. Acısında azalma yoktu, sadece vücudunda hissettiği bölgelerin garip bir şekilde giderek azaldığını fark etmişti. Zaman tükenmekteydi. Nefesinde ara ara tıkanmaların yanı sıra, ciğerlerine her defasında oksijen yerine sanki sıvılaştırılmış katı bir madde çekiyor gibiydi. Kendi kendine 'Yolun sonu' dedi. Her başlangıcın mutlaka bir sonu olduğunu biliyordu. Düşünceleriyle gezintiye çıktı. Çocukluğu ve içinde bulunduğu gençliği açılan bir perdeyle gözünün önünde geçmeye başladı. Annesinden hemen sonra babası da melek olmuştu. 'Şimdi sıra ben de' dedi çaresizce. Tattığı mutlulukları ve sıkıntıları hatırladı. Cezaevi duvarlarına yazdığı özgürlük sloganları geldi aklına. Son bir kez kendini toparlayıp, üzerinde yığılı kaldığı karlara bir şeyler yazmak istedi. Hafif bir poyraz esintisi; kalınlığını bilemediği karın sertleşmesine neden olmuştu. Kalbi üst tarafa gelecek şekilde yan döndü, sol elini bastırarak içinde geçen duyguları kazımak istedi. Gücü yetmiyordu. Birden aklına, yüzük parmağında akan kanın, sertleşen karı eritebileceği geldi ve elini gezdirerek 'Doymadım sizlere' ifadesini özetleyen 'DS' yazdı. Artık yapabileceği hiçbir şeyin olmadığının farkındalığıyla gözlerini kapattı ve bir daha da açamadı.
Kaza yerine ilk ulaşan ekibin geldiğinde yaşayan hiçbir kimse yoktu. Sadece demir yığınları arasında savrulmuş insan cesetleriyle birlikte, uçaktaki yolculara ait bagajlarıydı geriye kalan. Bir de kanatlarının kırıldığı her haliyle belli bir papağan, 'hoş geldiniz, iyi uçuşlar dilerim' diyordu. Zira bu papağan Zen-Fly havayolu şirketinde uzun yıllar çalışmış baş hostes Helgen Alneda'nındı. Son beş yılında her uçuş esnasında kendisine eşlik etmişti ve kapıdan içeriye giren her yolcuya hoş geldiniz diye karşılamasıyla adeta bir maskot olmuştu. Olay yeri araştırmacıları, bu papağanın daha başka söyleyeceği olay tanıklığı ile ilgili bilgi olur mu diye beklediler ama, maalesef beklenenlerin olması imkansızdı. Uçağın pilotu, yüksekliğin iyice azıldığını görmesiyle, yakıtı tamamen boşaltması neticesinde yangın çıkmamıştı ve bu da yolcuların en azında teşhisini kolaylaştırıyordu. Kaza mahalli ayrıntılı bir şekilde incelenip fotoğraflandığında, Aldora Yullasir'in sağ tarafında 'DS' yazısı, eriyen karın çukurlaşmış haliyle göze çarpıyordu. Ancak, bu yazının ne anlama geldiğini birçok kimse hiçbir zaman anlayamayacaktı. Belki de sadece Helen biliyordu bunun anlamını. Helgen Alneda'nın maskot papağanı biricik sevgilim dediği uluslar arası ticaret yönetmeni olan nişanlısı Ronney Shall'ye teslim edilirken, halen aynı şeyi söylüyordu: 'hoş geldiniz, iyi uçuşlar dilerim'
Robert kurduğu hayallerinde, atlı arabalarını koşup, aya yolculuk etmek istiyordu Helen'le. Hem de sonsuza dek yolculuk hayaliydi bu. Bir gün atlarını dizginleyen Robert, bir çeşme başında buluşmuştu Helen'le. Uzaklarda özlemle gelen Robert sıcak bir bakış fırlatmasını bekliyordu Helen'in. Çünkü okul yıllarında hep sıcak bakışlar fırlatmışlardı birbirlerine. Bu sıcak bakışları fark eden Awaşa; Helen ve Robert'i okul sıralarının tanıklık ettiği bir sınıfta bir araya gelmelerini sağlamıştı. Awaşa hem Helen'i hem de Robert'i çok sever, onların bir gün ayda buluşup sonsuza kadar birlikte yolculuk etmelerine dua ederdi. Tıpkı Awaşa'nın Remis'le olan aşkları hakkında düşündüğü gibi. Onlarda ayda buluşmanın sarhoşluğuna kapılıp, ay gecelerinde kalacaklardı gelecekte. Ama bunu hiç kimse bilemezdi.
Yüzünde hüzün, dilinde ayrılık olan bir Helen gelmişti o çeşme başına. Oysa Robert, Helen'e; o yaşamak gerek dediği aşkını ne ümitlerle besleyip de gelmişti Helen'i görmeye, onunla üç beş kelime konuşup, yalancı ayrılıkları yenmeye gelmemiş miydi? Helen daha çocuktu, Helen daha goncaydı. Ama Helen seviyordu. Kaç defa yazmıştı bu sevdayı satırlara. Her defasında uzun uzun mektuplar almıştı Robert'ten ve Robert onun tek sevgilisiydi. Bir şeyler oluyordu, yer sallanıyordu sanki. Ay bile kaybolmuştu sanki. Bu karmaşayla gündüz vakti geceye dönmüş, etrafa saran karanlığın kasvetiyle Helen de gitmişti sanki o karanlığın zifiriliğinde; bilinmedik uzaklara. Acılar içinde kalmış bir kalbin ızdırabıydı belki. Belki de üvey anne korkusu vardı ya da toplumun ağır baskısı yere yaslamıştı Helen'i. Robert, şöyle bir bakındıktan sonra etrafına, küt küt atan kalbindeki heyecanla;
--- Merhaba Helen, nasılsın?
İlk ve yalın sorulan soru buydu. Alışık değillerdi sokulup birbirlerini koklayarak sohbete ya da kuytu köşelerde aya yolculuk hakkında konuşmaya. Ama en azında Robert, bunca zaman içerisinde Helen'in nasıl olduğunu bilmek, onun o sıcak yüreğindeki sevgisini içine çekmek ve özlem kokan ifadeleri sıralamak istemişti görür görmez. Fakat Helen, kararlı bir duruşla, zehirli bir ok fırlatarak, hiç yıkılmaz denilebilecek dağları tuz buz etmişti. Çünkü Helen kendi yüreğini inkâr edercesine;
--- Benden sana hayır yok, bırak benim peşimi! demişti.
Acaba kulakları sağır olsaydı yine anlar mıydı Robert bilinmez ama duydukları karşısında şaşkına dönmüştü. Duyduklarına inanamayan Robert, aynı soruyu tekrar sormuştu: 'Nasılsın Helen' diye ve yine aynı cevabı almıştı. O gencecik çağında her kötü söze, her türlü kötülüğe kapalı, peş peşe koşan karıncaları bile incitmekten korkan Robert, tüm yüreğiyle sevmese, katiyen ne aynı soruyu tekrarlar ne de verilen cevaba ilgi göstermezdi. Evet, yer sallanıyordu sanki kulaklarında müthiş bir uğultu başlamış, sarsıntıdan kopan kayaların çaresizliği ile savrulmuştu etrafa. Kayaların rasgele savrulmasına çoğu kez tanıklık etmişti, ancak aynı kayalardan birisi gibi olacağını hiç düşünmemişti. Nitekim Ay gecelerinin başlangıcı olmuştu bu Robert için. Ağaçların yapraklarını dökme mevsimi değilse bile, birer birer dökülmüştü sevda yaprakları. O anda gözüne ilişen, yıllara tanıklık etmiş çeşmenin başında bulunan kavak ağaçlarına vuran serin rüzgârlar, o kızılımsı renge bürünmüş yaprakları da ardı ardına savuruyordu. Hatta dalından kopan her bir yaprakta savruluyordu Robert'in sevda dolu bedeni. Saçları ayağa kalkmış, içi kabarmıştı. Aya yolculuğun hayalleri de rasgele savrulan gazeller arasındaydı.
''Ağaçların yapraklarını dökme mevsimi değilse bile, birer birer dökülmüştü sevda yaprakları. O anda gözüne ilişen, yıllara tanıklık etmiş çeşmenin başında bulunan kavak ağaçlarına vuran serin rüzgârlar, o kızılımsı renge bürünmüş yaprakları da ardı ardına savuruyordu. Hatta dalından kopan her bir yaprakta savruluyordu Robert'in sevda dolu bedeni. Saçları ayağa kalkmış, içi kabarmıştı. Aya yolculuğun hayalleri de rasgele savrulan gazeller arasındaydı''
Güzel gidiyor...Devamını bekliyorum sabırsızlıkla...Eslim...