Kanayan

- Bir insan ne kadar sevebilir? dedi kadın.
- Acı çekebildiği kadar, kanayabildiği kadar .dedi adam.
....................................................................................................
Kadının düşleri büyüktü. O kadar büyüktü ki kendini bir zerre tanesi gibi hissediyordu düşlerinde.
Ve ağladı, ağlayabildiği için şanslı hissediyordu kendisini. Yoksa nasıl insan olabilirdi bir insan. Gökyüzüne baktı uzun uzun. Avuçlarında hissetti yıldızları. Tatlı bir tebessüm döküldü dudaklarından. Ellerini uzattı önündeki uçsuz bucaksız geceye. Sonra ağlaya güle yürüdü yürüdü.
...........................................................................................................
Uzak iklimlerde tükendi adam. Şiirler okudu, şarkılar mırıldandı, yapayalnız geçen bir sürü doğumgünü biriktirdi.
Ve hep sol yanı acıdı.
Pencerede üşüyen serçelerle titredi, sabah güneşlerine vurdu yüzünü, paramparça uykular uyudu bomboş bir odanın en köşesinde. Her uyandığında duvarlara çarpa çarpa bölündü ömrünün en orta yerinden. Ve hep acıdı en sol yanı.
..........................................................................................................
Bir geceyarısı sıyrılıp geldi kadın bir çığlık gibi.
Kör bir kuyunun dibinde susuzluktan kurumuş dudaklarıyla çöktü sabahın kenarına. Sızladı tepeden tırnağa. Cümleleri hep biraz eksik, ünlemlerle ürperdi içi. Gönlünü söküp atmak istedi. Yolları yakmayı, dağları kurşunlamayı, kuşları kanatmayı istedi. Ardına bile bakmadan koştu aybakan tarlalarından sonra. Aybakan tarlalarında düşürdü sevincini. Bu yüzden cümleleri hep eksik olacaktı bundan sonra.
Bir yanı hep eksik...
...........................................................................................................
Çobandı adam.
Dünyadaki tek varlığı 18 koyun ve birkaç keçiden ibaretti. Uçsuz bucaksız bir köyde yalnız yaşıyordu.Yapayalnız gecelerin içinde kaybolur kaybolur giderdi. Derme çatma, kerpiçten yapılmış bir evde küçük bir televizyondu tek dünyası. Tek bir kanalı vardı televizyonunun. Dış dünyayla bağlantılı tek nesneydi bu. Bunun dışında kocaman hiçler arasında gelip geçiyordu ömrü. Nasır tutmuş elleri, uzun zaman önce bir yılanın ısırdığı aksayan bir sol bacağı ve kocaman gözleri vardı insanın içine işleyen.
Akşamüzeriydi ...Mevsimlerden yazın en kavurucu anları...Adam sürüsünü ağıla koyup ellerini yüzünü yıkadıktan sonra odaya girdi.
Her zamanki gibi televizyonunu açıp yorgunluktan bitap düşmüş halde hasırın üstüne devrildi.
Hayır uyuyamıyordu adam. Gözkapakları birbirine o kadar uzaktı ki şimdi. Adam o kadar uzaktı ki televizyonda başlayan filmdeki o masum bakışlı kadına. Her şey birbirine o kadar uzaktı ki. Ürperdi adam. Sonra o da filmdeki sevimli kadına gülümsedi. Kah üzüldüler aynı şeylere, kah ağladılar. Bu birkaç saat sürdü. Sonra film bitti. Kadın gitti. Adam birşeyini kaybetmiş gibi odada saatlerce dolandı durdu. Asırlarca aradı kadını. Pencere camlarına dayadı yüzünü. Ağladı... Birkaç bin yıl daha geçti aradan. Kadın bir daha uğramadı o odaya.
Sonra sabah oldu.
......................................................................................................
Oyuncuydu kadın.
Şöhretliydi. Onu tanımayan insan neredeyse yoktu. O kadar insan tanıyordu ki onu; bu çok korkunç bir şeydi. Çok güzel gülerdi , çok güzel bakardı.
Yalnızdı... öyle ki her gece bir yıldız düşerdi avuçlarına o yalnız
kalmasın diye.
Kadın ,dünyada sadece 9 tane üretilen özel üretim Lamborghini Veneno Roadster arabasına bindi. Yeni başlayacağı bir film çekimi için Amerikaya gidecekti. Pek güneşi olmayan bir şehirde nedense güneş gözlüğünü takıp arabanın navigasyonuna Londra havalimanı yazdı. Sonra gaza bastı.Araba Londra caddelerinden havalimanına doğru yol aldı.
.........................................................................................................
Çok çok uzaklarda bir çoban unutamadı o kadını. Artık yalnız değildi. Artık hatırlayabildiği tek şey o bakışlar, o gülümseme, insanın içini ürperten o hüzünlü yüz. Bunun dışında herşeyi unutmuştu. Herşeyi...
Birkaç haftalık bir kuzuyu kucağına alıp o çok sevdiği şarkıyı mırıldandı. Defalarca, çıldırasıya, her kelimesinde biraz daha tükenerek.
''Aşk diyarlarında
Yolcuyum bugün dost
Gidiyorum gidiyorum sonu yok
O uzak yolların
Gittikçe uzuyor
Daha fazla derinleşiyor
Daha fazla uzak
Yürek sızlıyor
Yürek sızlıyor feryat ediyor dost
Aşk diyarlarında
Kederliyim bugün dost.
Tüm yollarım çetindir denizler gibi
Gittikçe yükseliyor gökyüzü gibi
Yürek sızlıyor
Yürek sızlıyor feryat ediyor dost.''

Birgün adam kasabaya indi. Tüm koyunlarını ve keçilerini sattı. Sonra şehrin otobüs garına gidip İstanbul'a bir bilet aldı.
.............................................................................................................
1985 doğumluydu kadın. Teddington School ve Esher College gibi okullarda eğitim görmüştü. Eğitiminin ilk yıllarında okuma ve yazma zorlukları çekmişti, disleksi hastasıydı.
Şimdi"Melekler Şehri" Los Angeles'ta idi ve Los Angeles İstanbula çok uzaktı.
......................................................................................................
Kadına yaklaşık 13000 km uzakta olan adam İstanbul'a gelmişti.
Herşeyi unutmak için , yalnızlığına bir perde çekmek ve kalabalıklaşmak adına kendine yeni bir yol çizmişti. Aylarca inşaatlarda çalıştı, bir ev kiraladı. Ama bir türlü yalnızlığından vazgeçemedi. Tanıdığı bütün insanlara mesafeli durdu. Sadece o filmdeki kadın vardı hayatında. Sinema önlerinde saatlerce kadının afişlerine baktı. Her gün şiirler yazdı, her gün yazdığı şiirleri yırttı, yabancı dil kurslarına gitti ,bir gün kadınla karşılaşmak ümidiyle İngilizce öğrendi .Bir gün kurs hocasına:
- Los Angeles buraya çok uzak mıdır? dedi.
..................................................................................................................
Kadının herşeyi vardı ama hiçbir şeyi yoktu.Sürekli içinde bir boşluk hissediyordu. Sadece filmlerde ara sıra mutlu kadın rolü oynuyordu. Hepsi o kadar.
Sonra bir gün bir müzisyenle tanıştı.Bir kaç ay sonra İstanbul uçağıyla Los Angeles'a gelen aksak bir adamın uçaktan indiği saatlerde; Paris'te o müzisyenle sade bir düğünle evlendi.Ama aksanlı İngilizcesiyle cümleleri hep eksik oldu kadının.
Bir tarafı hep eksik...
.........................................................................................................
Adam Los Angeles sokaklarında kayboldu.
Gündelik işlerde çalıştı. Çoğu zaman aç kaldı. Yürüdüğü her caddede kadından bir iz aradı. Yağan her yağmurda onunla aynı anda ıslanmayı, aynı gökyüzüne bakmayı, aynı şeye inanmayı diledi. Ama kadın ateistti. Ve hiçbirşeye inanacak hali kalmamıştı kadının. Oysa bir sevdanın kanatlarına takılıp herşeyi ardında bırakarak gökyüzünde kaybolmayı o kadar çok isterdi ki ... Birşeylere inanarak .
Birşeylere aldanmaya bile razıydı. Yoksa bu boşluk onu yutacaktı.
Kadın Tanrı'ya inanmıyordu.
Ama tanrı kadına inanıyordu.
Ve 2 yıl sonra kadın sessiz sedasız boşandı bir zamanlar çok inandığı o müzisyenden.
....................................................................................................
Adam bir kitapçıda iş bulmuştu.
Çalışmadığı zamanlarda sürekli kitap okuyordu.
Arthur Koestlerin (darkness at noon a novel ), Steinbeck in (grapes of wrath) , Carson McCullers in (the heart ıs a lonely hunter) kitaplarını bir çırpıda okumuştu. Şimdi Jane Austen in (pride and prejudice) eserini okuyordu.
Adam 17 milyonluk o şehirde kadını görme umudunu hiçbir zaman yitirmedi. Çalıştı , okudu . Cadde cadde dolaştı, okudu. Lunaparklara gitti, çocuklarla basketbol oynadı ve okudu okudu. Son zamanlarda sol gözünde bir görme problemi başgöstermişti. Doktor dereceli gözlük vermişti. Artık gözlük takmadan sağlıklı göremiyordu hiçbirşeyi.
Bir gün mağazanın açık televizyonunda kocaman puntolarla breaking news yazıyordu. Ve altında şu açıklama geçiyordu:
'' ünlü aktris k.... geçirdiği elim trafik kazasında hayatını kaybetti.'' Sağ kenarda kadının resmi vardı.
Adam televizyonun karşısında donmuş bir halde kadının resminden gözlerini alamadı.
İki damla gözyaşı döküldü gözlerinden.

.....................................................................


Birkaç gün sonra adam köyüne döndü. Yıllar geçti. Adam hiç evlenmedi. Yeniden çobanlık yapmaya başladı. Dağ dağ , bayır bayır, yayla yayla dolaştı.
Bir akşam küçücük televizyonunda kadının eski filmlerinden birine denk geldi.

Kadın:
- Bir insan ne kadar sevebilir ? dedi.

Adam soru kendine sorulmuş gibi:
- Kanayabildiği kadar dedi.

- Siz hiç kanadınız mı? diye tekrar sordu kadın.

Adam sırtını televizyona dönüp olduğu yere çöktü.

.

Loş odada pek birşey farkedilmiyordu.

Galiba ağlıyordu.

.


.

bkrçkmktmmz29'urfa

29 Temmuz 2017 7-8 dakika 3 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar