Kesitler 1
Hazanın ilk ayları; hava serin ama güneşli..Erken kalktım yataktan; uykumu alamadan. İçimde bir garip duygu. Birazdan terk edeceğim bu şehri. Rahatlığımı, özgürlüğümü, babamdan kalma bu sevimli minik evimi geride burada bırakarak...Odaları ne kadar da geniş oysa. Duvarlarına dokunamıyorum; ben yaklaştıkça uzağa gidiyorlar sanki...
Sabah sabah balkona çıkıyorum; üstümde hala pijamalarım... Herkese ne, canım böyle çıkmak istiyor işte!... Sandalyeye oturup karşı evin damındaki güvercinleri seyretmeye dalıyorum; hiç kımıldamıyorlar. Gecenin ayazında dondular mı acaba diye geçiriyorum içimden; donmamışlar meğerse... Bir çırpıda havalanıp tekrar konuyorlar aynı yere. Biraz daha birbirlerinden uzağa ama. Benim bilmediğim ve de duymadığım dilden kavga etmişler sonucuna varıyorum bu kez .Oysa ben onların kavga etmesini değil, öpüşmesini istiyorum gaga gagaya...Ne mümkün!..İkisi de alçıdan yapılmış!... Koca gökyüzünü, evin kocaman damını paylaşamadıklarından değil bu küsüş şüphesiz. Benim ne düşündüğümü bilmediklerinden böyle davranıyorlar. Bana inat olsun diye takınıyorlar bu tavrı!..Ne olacak kuş akıllı şeyler!..
Neden üşüdüğümü bilmeden üşüyorum birden; kalkıp içeri giriyorum.
Bir bardak çay dolduruyorum kendime açık renk,.İçine de beş tane şeker atıyorum.Çay mı, şerbet mi içeceğim belli değil. Olsun! Ben babamın kızıyım; çayı böyle içerim işte!... O da çok severdi şekerli çayı, tatlıyı ve reçeli... Yanımda babam olsun istiyorum birden. Ne yazık ki geçersiz bir hayal!..Odanın duvarlarında, kapısında, pencerelerinde dolaşıyor bakışlarım; hepsini babam yapmıştı.Dudaklarım bükülüyor. Koskocaman bir bulut gelip gözlerime oturuyor sonra. Biri gelip, dokunsa da ağlasam diyorum. Sonuçta bu da oluyor: En son baktığım duvara astığım babamın resmi canlanıyor ve ebeliyor beni. Dur, gitme dememe rağmen kayboluyor. Elini tutmak, sıkıca sarılmak istiyorum, ne mümkün!... Kenetleyip kollarımı, kapanıyorum duvara; ağlıyorum! ...
Onun yokluğunu taşıyamayacağım galiba. Kocaman bir dağmış meğer O; sırtımı yasladığım!... O dağın yıkılışında kapaklanmışım hayatın çekilmez yanına demek ki!..Oysa soluklanmak; bu evrenin oksijen denen gazını hücrelerimde yakarak hayatı sürdürmek zorundayım. Gidip yüzümü yıkıyorum ani bir kararla. Aynaya bakıyorum; göz kapaklarım suyunu emmiş tohum gibi şişmiş. Hüznüm yazılmış bakışlarıma ve tufan yemiş bir bahçeye dönmüş yüzüm. Ne çiçek kalmış üstünde, ne kuş, ne de gülüş!... Baharı özlüyorum! Bir göçmen kuşun gelip gönlümde yuva yapmasını,beni mekan olarak kabul etmesini istiyorum.Elimi sol yanıma bastırıp duruyorum öylece..
Hayır durmuyorum: pijamalarımı çıkartıyorum. Yatak odasındayım şimdi. Gece hiç uyumadım. Ne zaman bir yere gitmek istesem uyku tutmaz nedense.Ya geç kalırsam, ya kaçarsa otobüs, tren... Bir sonraki aracı, ya da bir sonraki günü beklemeye sabrım yetmez. Bu ruhla yedi aylık doğmam ve doğar doğmaz yürümem gerekirdi bence. Bu konuya aklımın takıldığı çok oldu.Hatta bir keresinde anneme sordum bunu. 'Hayır, sen dokuz aylık doğdun, dokuz aylık da yürüdün' dedi bana annem. Bu gecikmenin sebebi beslenme hatası olmalıydı. Yoksa ben garanti yedi aylık yürürdüm.
Fakat bu kez gecikmemeliydim. Saat 8.40` ta Haydarpaşa garından kalkan, bir sonraki durağı Söğütlüçeşme olan Doğu Ekspresi'ne yetişmeliydim. Saate baktım 8 di. 40 dakikalık zamanım vardı daha. Bu zamanı ikiye bölüp ilk yarısının sonunda çıkmalıydım evden.Küçük valizime üç-beş parça eşyamı tıkıştırdım hemen.Diş fırçamı,gece yatarken üstüne şiir karalayıp yastığın altına mayalansın diye koyduğum kağıtı, babamın canlanıp bana dokunan resmini unutarak...
Elektrikleri, muslukları, hava gazını kontrol edip, valizimi kapının dışına attım. İçi defter, kitap dolu olan çantamı omzuma takıp çıktım kapıdan. Adeta homurdanarak çektim kapının tokmağını,niyeyse? Koşar adımlarla merdivenleri inerken,saatime göz attım bir taraftan. Yaklaşık yirmi dakikam vardı trene yetişmem için. Acele etmeliydim. Devir, ekonomi devriydi, ucuza getirmeliydim bu dönüşü. Normalde beş dakika süren yolu iki dakikada yürüyüp, önümde duran ilk minibüse atladım. İstanbul'un trafiğinde yaklaşık beş dakika kadar süren bir kilometrelik yola yüz yirmi kuruş ödeyip indim
Söğütlüçeşme istasyonuna yakın bir yerde...Bu yol,
daha bir ay seksen kuruştu oysa. Ne çabuk
yüzde seksen zam görmüştü böyle(!) Aldığım emekli
maaşını düşünüp acıdım kendime. Bir minibüs
satın alıp bu hatta girmek, emeklileri bedava taşımak
geçti içimden...Ama nerde!.. Benim gibi züğürte mi kalmıştı bu
işi yapmak!.. DEVLET ZÜĞÜRTÜ' ne yani! .. Minibüsçünün
biraz daha zenginleştiğini,kendimin biraz daha
fakirleştiğini düşündüm bu bağlamda. Dua et sen erkek
olmadığıma,yoksa gösterirdim sana yüz yirmi kuruşun ön ve arka yüzünü, diye söylendim içimden. Onun
suçu yoktu aslında bu işte; suç benimdi!..
Suçu sırtıma yüklenip yürüdüm istasyona doğru... Nerelerden geçip de gişenin önüne geldiğimi hiç hatırlamıyorum. Gişede bulunan beyin 'Nereye kadar hanımefendi? 'diyen sesini duyunca irkildim. 'Adapazarı ama ben emekli öğretmenim, indiriminiz var mı? ' dedim. Bir dakika deyip eğildi bilgisayarının başına. Nihayet yüz yetmiş kuruşluk bileti uzattı elime; numarasız, indirimli. Karşılığını ödeyip, teşekkür ettim.
Perona çıkmak için konulmuş döner merdivenlere doğru
yöneldim; beni anlayan ve indirimli bilet veren, iyi
yürekli o beyi arkamda bırakıp... Merdivenler
çalışmıyordu. Ekonomik kriz onu da vurmuştu sanırım.İş bulamayan yorgun insanlar gibi yatıyordu: bir ucu yerde, bir ucu gökte hem de! .. Yıkılıvermesinden korktum; koşarak çıktım basamakları...
Peronda on kişiyi geçmeyen bir kalabalık,trenin
gelmesini bekliyordu. Ben de karıştım onlara. Derken,
gitgide arttı insan sayısı...Ters yönden gelen bir
tren durdu büyük bir gürültü yayarak. Açılan kapılardan
inen insan ayaklarının sesi aldı sonra, trenin
durmasından doğan sesin yerini!..Telaşla dağılıp,her
biri bir sokakta kayboldu.Kimi bir zile dokunacaktı
hasret gidermek için; kimi bir tuşa basacaktı iş yapmak, yeni dünyalar yaratmak için; kimi de yalnızlığa...
Kim bilebilirdi ki?..