Kim Neye Sahip
- Aylardan mayıs ayı sıkıntılı bir gün! Kaygılıydı it gölgesinde kayısının, o hızar dişlerinin arasından sarkıttığı bir karış dilinden salyalarını akıtıyor, İnip inip kalkan karnı sanırsın ki kalaycı körüğünü çekiyor, gözlerini kırpmadan soluyor o sıcak havayı.
- Kapısının önünden bir gelin geçti! Ayı günü, koynu dolu yüklü sırtında da odun şeleği, ayıptır! Yanında yürümez sahibi! Gelinin önünde iki eşek, eşeklerin yükünde de deste deste herifiyle biçtikleri ot yüklü. Gelin de herifinin olmadığı yerde eşeklerin sahibi. Traktör bürüm bürüm bükülerek İniyor karşı yamaçtan, tepe tepe ot yüklü, yükün üstünde de kadın kız çoluk çocuk ırgat yüklü. Traktörün sahibi Kalender, Irgatların da sahibi!
- Avurdu avurduna geçmiş fesli başı sahipsiz, dişsiz çenesi birbirine vuran, eşikliğinde oturan çaresiz nine endişe yüklü! Pörsümüş o dudakları gelip geçen kem küm ediyor...
- 'Bu hava iyi hava değil' diyor. Derisi sarkmış, damarları çıkmış, elleri bir kuru tahta döşünde. Bir kuru kemik dizinde kurulmuş oyuncak, pilli bebek gibi trampet çalıyor, kendi kendine vuruyor. 'Motoru indirmen dereye, sele gideceksiniz' diye. Bağır bağır bağırarak yırtınıp duruyor!
- Traktördekiler: 'Sıcak başına vurdu herhalde esiridi' deyip dalga geçip gülüyorlardı...
- Ak bulut kuşun bir kanadında, kara bulut kuşun diğer kanadında gelip gelip gidiyordular, kaynaştıkça kaynaştı güneşi yuttu yağmur yüklü bulutlar bir anda kayıp oldu gökte kuşlar sessiz sukut oldu, dağlar taşlar, aniden bir yel, fırtına geldi geçti. Neredeyse koca koca ağaçları yere öptürecekti, tutmasaydı kızlar eteklerini açılmadık yerleri kalmayacaktı.
- Kalender başından zor kaptığı şapkasını 'Ben buna bin lira saydım' diyerek bağrına bastı yıldırımlar çaktı gök çatladı. 'Teşttir inşallah' diye hepsi mırıldandı. Boşaldı bulutlar oluktan boşalır gibi Ve porsadı eşeklerin yükleri urganlardan boşaldı! Ve yeşil otlar arasında selde çırpınarak yüzen eşeklerdi. Gelin kayısı ağacının gövdesine bir dost bir sevgili gibi sarıldı kurtarmak için tatlı canını. Feryatlar içinde boşalırken gözlerinden, elindeydi utangaç sahibinin utanmaz eli! Ve altından da boşaldı korkudan, daha nefes bile alamadan, dünyaya göz açamadan bebesiydi sellere kapılan! Kız mıydı oğlan mıydı? Canlı mıydı cansız mıydı bilinemedi! Sahibi sırtına vurdu yüksüz gelini. Selden de kurtardı namusunu... Vardı gitti evine tepeden tepeden yinede kimselere hesap vermeden.
- Ve coştukça kabaran, kabardıkça coşan sel yatağına sığmaz oldu. Bak işte ağaçtan köprü derenin üstünde şimdi köprü selin altında, Hayır! Daha da ötede selin üstünde yüzüyor kızağa konmuş tomruk gibi gidiyor köprü! Dere boyu kavaklar sıra sıra İdama dizilmiş esirler gibi beyinlerinden birer kurşun yemişler gibi o koskoca bedenleriyle, dalıyla budağıyla devrile devrile yutula yutula uzaklaştılar... Direksiyonun başında Kalender frene basarak durdurdu traktörü dereye yakın, sel traktöre her geçen saniye daha yakın, bir römork ırgat ki canları ölüme yakın! Birden gerilen yüzlere ki şimdi korku ve çığlıklar, feryatlar hâkim! Kalender yüreği ağzında atlayarak 'Canınızı kurtarın der' Der demesine de geç der!
- Traktörün altından uçtu yer. Traktör atladı sele burnunun dikine Trrrrıırt tarrruut tarr tar tuurt sustu motor. Boşaldı römorktan yükler ırgatlar patır patır her geçen saniye tükenip bitti çığlıklar çamurlu selin içinde hiçbir şeye tutunamayan eller, çırpına çırpına uzaklaştılar ve selam verip selam almadan biraz daha çok yüzdü o sahipsiz şapkalar!
- Traktörde gitmek istemiyordu sahipsiz selde, yüzecek kadar da hafif değildi hani! İnadından sırtüstü yattı. Epeyce zaman sonra boşa dönen o kocaman tekerleriyle birlikte yutulan büyük bir lokma oldu sele. Lokmalardan yutulmayan ise sert kabuklu tosbağa idi gidiyordu o sıfır kilometre hızla... Ancak hızla geçiyordu tepelerden baktığı içlerinde olmak istediği o yeşil bağların kıyısından bostanların içinden içinden, karşılıklı koca koca dağların dibinde virajlı yolda, bir o dağın eteğini öpüyor bir bu dağın eteğini öpüyordu. Kumandası elinde değildi biliyordu, hızla çaresiz ilerliyordu ve için için gülüyordu tosbağa. Yanı başındaki can derdinde düşmüş tavşan ve tilkinin de çırpınarak aynı hızla ilerlemelerine.
- Yağmur durdu bulutlar yükseldi. Güneş, ayakta kalmış çiçeklerde şavkılanıyordu, börböcek kıpırdıyordu hâlâ yaşıyoruz mu diye! Çamura belenmiş otların arasından üste çıkmaya, nefes almaya çalışıyorlardı. Ve en ilk bir kartal uçtu geldi, kızıl kayanın tepesinden aşağı... Dere boyu sakinleşmiş selden ne kapabilirim diye. Ve iri bir balığın ciynaklarında çırpınışlarıyla zevkle uçtu gitti yuvasına. Kızıl kayada aleğemseğmen (gök kuşağı) ışıl ışıl rengârenk bir büyük çember Kızılyalımı da, çatıyla bayırıyla içine alacak biçimde kaplıyordu. Ve dokunacakmışsın gibi yakın güzel. Ama kaç ömür uzaktı acı! Az zamanda çok şey doğanın yapısı değişmişti. Dilim dilim dilinmişti o toprak sahipsiz, akıp akıp gidiyordu dere dere, toprak kum çakıl yığıntısı oluyordu çaylara aşağı.
- Yerinde yoktu ağaçların birileri ve birileri çayın ortasında yatıyordu sahipsiz ve birer süzgeç olmuşlardı, çalı çırpı çerçöp bir dağ biçiminde. Ayakta kalan ağaçların dalları eğilmişti, ıslanan yaprakların ağırlığı ile Ve her su birikintisinde ayrı bir güneş parlıyor, ateş üstünde kaynayan kazan gibi buharlaşarak buram buram kokuyordu toprak. Ve her bir çiçek, çamurlar içinde ayrı bir biçimde cansız yatıyordu. Tomurcuklu fidanlar el uzatılmasını bekliyordu.
- Nine durdurmuştu kendini, pili bitmiş oyuncak gibi. Ve suskundu... Şöyle karşıdan bakınca... Eşikliğin dibine konulmuş. Dört çerçeve arasında antika bir portre gibi tarihin gerçekliğini anlatamamışlığıyla solgundu. Acı acı anımsıyordu şu karşı ki dağların çalı çırpı yer yer ormanlık olduğunu. Ormanın toprağı koruduğunu da anlatamamıştı. Kendine ihtiyar moruk diyenlere! Şu kapısının önündeki bahçe kenarından birer birer devrilerek sele kapılıp giden servi kavaklarını kendi elleriyle dikmişti ve o kavaklarda nine kadar tarihe tanıktı. Sevişmeleri de olmuştu kavgası da, açta yatmıştı açıkta onların o servilerin gölgesinde! Üç ayrı harmanda altı düven dönüyordu. Servilerin ve düveni süren çocukların sahibiydi nine. Oysa ninenin çocukları kendini tanımayacak kadar kentliydi sayısını bilemediği kadarda torunları vardı. Torununun torunu da vardı. Fakat hiç birine sahiplenememişti. O servilere sahiplendiği kadar, İşte o yüzden. Her bir servi devrilirken! Evladının ölümü gibi çaresizlik içinde acı duydu. Ama yinede insan öndeydi. Kaç kere kaç kere dizinin dibinde duran bastonuna uzandı. Dizleri tutsa kalkıp şu traktördekilerin yardımına koşacaktı.
-Felâketin büyüklüğü sel dindikçe daha da çok anlaşılıyordu. Devrilmeyen dutların, kayısıların gövdelerinde üç metre boyunda selin izleri zibildendi çamur! Ne bağ ne bostan ne ekin her şey mırıl içinde derya deniz. Irgatlar boy boy sahipsiz birer sel kütüğü gibiydiler. Zayıf çelimsiz o Kalender'e ilk defa dar geliyordu o gıcır Alman gömleği, başı da şapkasız. Çevirdiler sırtüstü, don bir ağaç gibi kaskatı! Yüzünde de hiçbir ifade yoktu çamurlu milden başka.
- Köşkerin kızı Haççe'nin altında deste deste ot, bacağını sıkıyor kot. Açıktı pırıl pırıl canlı gibi gözleri hâlâ yaşama hasret Haççe'nin elleri yumruk, öfke nefret İçi kum toprak doluydu. Bir yılanda yuvasında bir kuş, ya da yumurtasını yerim diye değil. Selden kurtulurum hesabıyla sarılmış çalıya, ak karınları havada yatıyor balıklar da aynı mırıllı çamurda! Eşek dört kıçlı semersiz yatıyordu boylu boyunca kulakları düşük, fakat şiştikçe, sahra obüsü toplarının namlusu gibi daha da havaya kalkıyordu. Hedef Gözetmeden o nallı ayakları...
- Aynı mırıl çamur içinde, dünyamız yok oluyor işte. Ya öyle, ya böyle bir şeylerin sahibiyiz... Hiçbir şeyin sahibi değiliz aslında! Ben sahibiyim bir canımın şu bilinç ve becerimin özünü kayıp etmeden sürdürebilirsem yaşamımı. Dünyanın ve her şeyin sahibi sayacağım kendimi!
20 ? 7 ? 1994