Kırmızı Murat 124
Mahallede ilk arabayı Musa'nın babası almıştı. İkinci el bir Murat 124. Kırmızı. Cayır cayır bir kırmızı ama.
Yanımızdaki gecekonduda oturuyorlar. Öğleden önce kendi evlerinin önünde duruyor araba. Öğleye doğru arka tampondan birkaç santim güneş almaya başlıyor, Musa hemen çıkıp arabayı yarım metre öne alıyor. Bir saat sonra çıkıp yarım metre daha. Güneş batana kadar böyle yarım metre yarım metre derken arabayı getirip bizim kapının önüne park ediyor. Güneş vurmaya başlayınca direk gölgeye çekse ya! Olmaz! Bize hava atıyor puşt! Bir önceki yaz tatilinde oto tamircisinin yanında çalıştığında öğrenmişti araba kullanmayı. İçimizde araba kullanmayı tek bilen o. Mahallede arabası olan da tek o. Sahip olduğu bu iki özelliğin tüm avantajlarını kanırta kanırta kullanmaktan büyük zevk alıyor.
Bizde mahallenin arabası olmayan ailelerinin bebeleri olarak sürekli Musa'ya yaranma peşindeyiz. Belki bize araba kullanmayı öğretir diye. Nerde? Ehliyeti olmadığı için babası Musa'nın kullanmasına bile izin vermiyor. Geçtim Musa'yı, Şerafettin Amca'nın bile doğru dürüst kullandığı yok arabayı. Araba bütün gün evin önünde yatıyor. O zamanlar şimdiki gibi arabalara LPG filan takılmıyor. Benzin pahalı, o da bulabilirsen. Dünyada petrol krizi var, insanlar bir depo benzin alabilmek için geceden kuyruğa giriyorlar.
Musa'nın bütün numarası, evin önünde yarım metre ileri, bir metre geriden ibaret. Ama olsun, arabası var ya, Musa mutlu. Derler ya, "herkes sakız çiğner ama çingene kızı tadını çıkarır" diye. Musa da o hesap, araba sahibi olmanın tadını çıkarmasını biliyor. Musa sabahtan akşama kadar araba yıkamada. Hergün birkaç kere yıkanıyor o araba. Her an gıcır gıcır. Kullanılmaktan değil ama yıkanmaktan eskiyecek. Arabanın üzerine sinek konsa Musa üşenmiyor, evden çıkıp kovalıyor.
İyi gününde olduğu zamanlar Musa arabanın içinde kendisiyle birlikte oturmamıza izin veriyor. Arabaya değil de sanki camiye giriyoruz. Binmeden önce ayakkabılarımızı çıkarttırıyor. Karşılığında bizde Musa'ya gazoz ısmarlıyoruz. Dökeriz diye arabada içmemize izin vermiyor, dışarıda, duvarın üstünde muhabbet ederken içiyoruz gazozlarımızı. Muhabbetin konusu hep arabalar.
Birgün balkonda oturuyorum. Bu yine arabayı yıkıyor, siliyor, öpüyor, okşuyor. Bir yandan da söyleniyor, "Arkadaş bi temiz durmayacak mı şu araba ya! Daha sabah yıkadım, yağmurun yağacağı tuttu."
O anda kafamda bir şimşek çakıyor. Musa'ya yaranmak, onun en iyi arkadaşı olmak için bir fırsat yakaladığımı düşünüyorum.
"Ben" diyorum, "Arabaların yağmurdan nasıl korunacağını biliyorum.", "Nasıl olacak lan o iş? Yağmur başlayınca şemsiye mi tutacaz arabaya?" diyor alaylı. "Yok" diyorum, "Arabayı vazelinle silersen hem yağmur suyunu tutmaz hem de daha iyi parlar." Kulakları dikiliyor, "Valla mı?", "Valla. Dayım motosikletini vazelinle siliyo." Gerçekten de Dayımı motosikletinin metal aksamına vazelin sürerken görmüştüm. "Nerden bulacaz peki vazelini?" diyor en azmettirici bakışıyla.
Bir koşu Dayımların gecekonduya gidip motosikleti için garaj ve tamir atölyesi olarak da kullandığı kömürlükten vazelin kutusunu kapıp geliyorum.
Birkaç saat içinde arabanın her yerini, camları da dahil, vazelinle bir güzel parlatıyoruz. Nasıl oluyor ama! Şıkır şıkır. Götür kuyumcuya, elmas diye sat. Musa arabaya bakmaya doyamıyor. Önünden, arkasından, yanından defalarca bakıyor. O gün mahalle rekorunu kırıyorum, arabanın içinde neredeyse yarım saate yakın oturuyorum. Musa bir ara, belki bir gün bana da araba kullanmayı öğretebileceğini bile çıtlatıyor.
Ertesi sabah odamın camında patlayan bir taşla gözlerimi açıyorum. Ne oluyor diye balkona çıkmamla birlikte bir tane de alnımın ortasına yiyorum. Musa eline ne geçerse bana savuruyor, bir yanda avazı çıktığı kadar bağırıyor, küfürler ediyor, "Lan yavşak, bilerek yaptın bunu di mi? Senin araban yok diye kıskandığından yaptın!", "Ne yaptım oğlum? Manyak mısın lan sen?", "Daha n'apıcan şerefsiz! Arabanın haline baksana!"
Bakıyorum... ve gözlerime inanamıyorum. O cillop gibi yaptığımız, pırıl pırıl parıldayan arabadan eser yok. Orada gördüğüm; camları, farları, tamponları da dahil, heryeri ama heryeri simsiyah bir şey. Donup kaldığımı gören Musa "Senin yüzünden oldu hep! Akşamki rüzgar mahallenin bütün tozunu toprağını arabama yapıştırmış. Sen artık ömrünün geri kalan kısmını o evde geçir oğlum, sakın aşağıya inme." diye uluyor.
Üzerine titrediği arabasının mahallenin çöplüğüne döndüğüne mi yansın yoksa sabah arabayı görünce "Ne lan bu arabanın hali? Ne bok yedin sen?" diye küplere binen Şerafettin Amca'dan yediği dayağa mı?
Akşam üzeri hem öfkesi geçiyor hem de arabayı tek başına temizleyemeyeceğini anlıyor da aşağı inebiliyorum. Evlerimizden kovalarla taşıdığımız sıcak sularla iki günde ancak temizleyebiliyoruz arabayı.
Değişik bir çocukluk anısı. Şimdilerde kimsenin yüzüne bakmadığı murat, hatta Hacı Murat desem daha doğru olur böyle anılıyor çünkü, o zamanın en lüks arabalarından sayılırdı, şimdilerde zaten tek tük kalmıştır kaldıysa. Biz de çocukken can atardık pazar günleri pikniğe gitsek de çayır çimen de araba sürsek diye. Vazelin ile arabayı temizlemek, ne diyelim çocuk aklı işte hoş görmeli ama yağmurun azizliği de olmuş demek ki. Neticede güzel bir öykü çıkmış ortaya. Kutladım Mehmet bey beğenerek okudum...👍