Kıymet-i Kıyamet
Yalnızlık, duvarlardan başlar dört bir yanını sarmaya, kulaklarında mütemadiyen duyulan bir ses ve önündeki sisli yola eşlik eden, gözlerindeki yağmur damlalarıyla kapatmaya çalışırsın dudaklarındaki çatlakları. Ayyaş bir derviş gibi dilinden dökülen nasihatler, bir tek sana anlamlı gelmeye başlar artık. Dilin acıdıkça kağıdın aklığına aldanıp elindeki kalem ile vakitsiz harfler dağıtırsın dört bir yana. Üstelik kimin eline kimin diline sakız olacağından habersiz ve bir o kadar umarsızca. Çocukken duyduğun bir Karadeniz fıkrasına aldanırsın sonra, ‘Kırık parmağınla nereye dokunsan oranın acıdığını sanacak kadar çocuklaştığının farkına bile varamazsın. Avunmak için sarıldığın, ‘acı paylaştıkça hafifler’ sözünün yersizliğini koyarsak bir kenara unutma ki o parmağın acısını kesmedikçe geçmeyecek dokunduğun hiçbir yerdeki yara.
Bir durup düşünür kendine kızarsın sonra, dudaklarından dökülen ‘Bu ne ki, sen daha acılarına layıksın’ cümlesine engel olamazsın lokmalar dizilirken bir bir kalemin ucuna. Tutamazsın kendini yazarsın
Ulu orta neyin var neyin yoksa. Yazdıkça üşür, üşüdükçe yakar, yandıkça bir daha yazarsın. Yazarsın çocuk, elin kalem tutmaya muktedir olduysa, yüreğine gömdüğün acıyı uyandırmak, vaciptir artık sana. Der ve eklerdi Üstad: ‘Eli kalem tutana ayrılık bahane’…
Ha bir de Aşk’ı acıyla anlatanlara çok kızardı Belki de onun hayat felsefesiydi bu bilemiyorum. ‘Dili acıyana kalem acımaz’ dı onun doğasında. Ne vakit bir bardak çayın buğusunda aramaya kalksak Aşk’ı, dayanamaz eline aldığı kalem ile oynamaya başlar ve göz altından bana bakarak ‘Çıkar kalemi kınından çocuk ve müsaade et gül yarığından sızan ışığın odanı aydınlatmasına’ der dururdu.
Bir an nutkum tutulur iki kelimeyi yan yana getirip cevap bile veremezdim her defasında.
- ‘Üstad !’ der , susar ve tüm dilsizliğimi yakarcasına sarılırdım çaya. Avuçlarımla sıkıca sararken bardağı, talepkar bir edayla bakardım hocamın göz pınarlarına. Belki birkaç şey söyler de yıkanırdı kalbimin kiri pası, hem kim bilir belki bu vesile ile bulabilirdim aradığım vuslatı.
Durdu, bıraktı kalemi masaya usulca, göz göze geldik o an. Anlamış olacak ki neyi arayamadığımı, çayından bir yudum alarak, yaslandı arkasına ve tekrar baktı, içindeki vurgundan dayak yemişçesine kızaran suratıma.
- ‘ Sen ‘ dedi.
Çok benziyorsun, O kadar çok benziyorsun ki çocuk, taş atılmış kuyunun başındaki insana. Gel yapma, elindeki taşlarla kuyu madem dolmayacaksa, gel dök kağıtlara. Ve çocuk, bil ki vuslat ile aran yazamadığın satırlar kadardır unutma.
Daha idrakına varamamış iken üzerime atılan toprağın, sanki bir çiçek filizlendi üstadın kurduğu son cümle ile kalbimin en acıyan yanına.
‘ Hayat bir şiir evlat, acın ise yazılamadığı için ketum kesilen üç beş mısra. Gel bırak inadı, yaz.
Yoksa ne sensiz tam olacak şiir, ne de şiirsiz sen erebilirsin vuslata. ‘
Ağır gelmiş olsa gerek dayanamadım daha fazla üstadın karşısında oturmaya, müsaade isteyerek kalktım yerimden yürümeye başladım başı boş sokaklarda.
Elim cebimde, gözümde vuslat, dilim ise ayaklar altında….
Vesselam….