Kızların ve Erkeklerin Aşkı
EMİNE
Ucuzluk mağazalarının birinden aldığı halde, Beyoğlu malı dediği giysilerini düzeltti, eteğini minileştirdi. Dudaklarını kirazlaştırıp yanaklarını elmalaştırdıktan sonra, annesine arkadaşlarıyla ders çalışacağı yalanını attı ve sokağa fırladı. Koltuğunun altına birkaç kitap sıkıştırmış, böylece ne kadar kültürlü bir kişi olduğunu göstermişti. Kalçalarını sallayarak da dişiliğini sergiliyordu. Annesi, kızının pek ders çalışmadığını, kendisine yalan söylediğini biliyordu ama bir şey demiyordu. Kendisi gençliğini yaşayamamıştı. Bari kızı yaşasın. Hem belli mi olur, biricik umudu belki iyi bir kısmet bulur da yoksulluktan kurtulur, hüzzam makamından cüzdan makamına atlardı kızının sayesinde...
Keklik gibi sekerekten, tek tek basaraktan ve de inci dizerekten çalımla yürüdü Emine kız. Bakkalın oğlu çıktı karşısına. Derin bir ah çekti Sedat; “Her seher, her sabah gelir geçersin/Kanımı kadehe koyar içersin” dedi. “Hıh, dedi Emine. Sen devam et cam silmene, ortalığı süpürmene. Bakkallık öldü, süpermarket devri başladı. A cebi delik, sevmek senin neyine? Hadi yürü bakalım, herkes dengi dengine.”
Sedat bir of çekti ama karşı dağlar yıkılmadı, kız kendisine göz ucuyla bile bakmadı. Bakkalın oğlu arabesk bir tükürük fırlattı yere, “Bozuk para gibi harcadın gene zalim kız beni” diye homurdandı. Tükürdü de ne oldu sanki? Boşu boşuna yolu kirletti. Hırçın bir yel esti, tükürüğü kuruttu. Üstelik Emine’nin eteklerini havalandırarak bacaklarını olduğu gibi meydana çıkardı kızın, oğlanı da kudurttu...
Babasının son model arabasına kurulmuş, onu bekliyordu Cemal. Dilinde yabancı bir şarkı, elinde çiçek, torpido gözünde bira, votka vesaire ile bekliyordu avını. Yani kız tavlamak için her şeyi vardı. Görünce ufukta cici Emine’yi, yapmacık bir kibarlıkla hemen yerinden fırladı, açtı otonun kapısını, kızı arabasına davet etti:
“Hoş geldin Mine! Hello may darling!” dedi.
“Hay!” diye kırıttı Emine. “Hav ar yu Cimi?”
Bu adı ölen babaannesinin adını yaşatmak için koymuştu babası ona ama o adını banal ve de köylü işi buluyor, bu yüzden herkese kendisini Mine diye tanıtıyordu. Cimi de Cemal’in alafrangasıydı! Pek bilmeseler de yabancı dille konuşmayı seviyorlar, yanlarında yabancı dergiler, kitaplar taşıyorlardı. Giyim kuşamları da yabancı malı, yabancı markalıydı...
Attı kızı arabasına delikanlı, attı elini kızın omzuna, bacaklarına. Bir hoş geldin öpücüğü aldıktan sonra sevgilisinden, hemen fiyakalı bir dönüş yaptı, Boğaz yoluna saptı. Tenha bir yerde kızın üstünü başını yokladı, sarıp sarmaladı, kucakladı. Her şey yerli yerindeydi. Boy 1.65, göğüs, bel, kalça 90- 60- 90 idi. Kızın boyu bosu uzamamış, kilosunda bir değişiklik olmamıştı. Kiraz dudaklar, elma yanaklar ye beni ye demekteydi. O da bu davete hayır diyecek kadar enayi değildi...
Bir süre sonra, Emine saçları ve düğmeleri çözük, solmaktaydı kesik kesik. Kitapları yere saçılmış, giysisi açılmıştı. Külliyetli miktarda morarmalar, kızarmalar vardı vücudunda. Gerisi pilav ile zerde! Ar namus, utanma sıkılma nerde diyen moruklara cevap: Müzede. ..
Akşam oldu, evli evine, evi olmayan fare deliğine girdi. Emine koşar adım Sedat’ın önünden geçti. Bir yüz verse kendisini başının tacı, kalbinin sultanı yapacaktı bakkalın oğlu ama... Aması vardı işte! Araba şöyle dursun, bir bisikleti bile yoktu çulsuzun.
Cemal beyzade ise, geceyi boş geçirmemek için başka bir kıza telefon ediyordu...
ZEYNEP
Zeynep, aynanın karşısında kendini şöyle bir süzdü. Saçını kıvırdı
Entarisinin yakasını biraz açtı, dudaklarını ıslattı. Daha sonra da dolaptaki eski bir gazetede bulunan Türkan Şoray’ın resmine baktı. “Benin ondan neyim eksik?” diye dudak büktü. Anasına çeşme başına, arkadaşlarının yanına gideceğini söyledi. Anası, “Oraya böyle tiyatora köçeği gibi mi gidilir kız?” diye bağırmasına aldırmadı. Böyle çağdışı sözleri dinleyecek vakti yoktu. “Senin hiçbir şeyden haberin yok. Köydeki bütün kızlar artist gibi geziyorlar” diye diklendi anasına ve koşarak çıktı gitti oradan. Annesi üzüntüyle başını salladı:
“Bu kız kabarmaya başladı. Başına bir iş gelmeden, şöyle varlıklı biriyle evlendirivermeli. Hem o hem biz rahat etmeliyiz. Bakarsın, meteliksiz birine kapılıverir de şapa otururuz. Güzelliğine yazık olur. Başımız da belaya girer” diye söylendi.
Zeynep görünür görünmez hemen telaşla harekete geçti kahveci Emin. Teybin düğmesini sonuna kadar açtı. Zeynepli bir türkü başladı:
“Zeyneb’im zeynebim, allı zeynebim/ Yedi köy içinde şanlı zeyneb’im...”
Ama delikanlının kendisi için o kadar yanıp tutuştuğunu bildiği halde, oralı bile olmadı kız. Hiç o tarafa bakmadı, kaşlarını yıktı geçti, Emin’in kalbini yaktı gitti. Arkasından baktı bakakaldı Emin, iki çift laf etmeye bulamadı zemin. Oysa ne güzel şeyler hazırlamıştı söylemek için. Geçenlerde gittiği bir filmden öğrendiği parlak sözleri ezberlemişti.
“Gavurun kızı! Bir kere bakıversen günaha mı girersin? Kul köle olurdum sana bir kerecik benim olsaydın. Anlı şanlı düğün yapardım. Kurtulurdun tarlaya bahçeye gitmekten, güneşin bağrında çapa sallamaktan. Esnaf karısı olur; elini sıcak sudan soğuk suya sokmazdın. İstersen kasabaya da taşınırdık...”
Çeşmenin başında kimsecikler yoktu. Gerçi çoğu kişi evine çeşme bağlatmıştı ama alışkanlıktan olacak, kadınlar, kızlar burada toplanırlardı. Sevgililer de burada buluşurlardı. Zeynep testisini doldururken Ali geldi yanına. Bıyıklarını burdu, kıza ne yaptığını sordu.
“Hiç” diye kırıttı Zeynep. “Görmüyor musun ne yaptığımı?”
“Görmüyorum ya.”
“Ne var bunda görmeyecek?”
“Gözüm senden başkasını görmüyor da ondan.”
Bu söz Zeyneb’e hoş geldi. Yüzü kızardı. “Hadi ordan yalancı” deyip delikanlının “yalan değil, gerçek” demesini bekledi. Ama o karşısındakinin tava geldiğini anlamıştı. Fırsatı kaçırmak istemedi. Kızın ellerini sımsıkı tuttu, onu kucaklayıp öpmeye çalıştı.
Kız telaşla, “Ne yapıyorsun? Görecekler” diyerek sıyrılmak istedi mengene gibi kollardan. Erkek bırakmadı, “Görsünler!” diye konuştu.
“Dedikodu ederler.”
“Etsinler.”
“Senin için hava hoş, erkeksin nasıl olsa ama benim adım çıkarsa dokuza, inmez sekize. Anam kemiklerimi kırar vallahi!”
Boş gezenin boş kalfası arsız bir gülüşle, “Etin benim olsun, yeter” dedikten sonra, “Gel seni ata bindireyim, biraz gezdireyim” diye konuştu.
“Dünyada olmaz. Geç kalırsam anam merak eder sonra.”
“Öyleyse bu gece dam başına gel.”
“Gelemem. Her yanlarımı çürütüyorsun.”
“Her zaman gelmiyorsun da ondan. Hasretinden ne yaptığımı bilmiyorum.”
“Kesin söz veremem.”
“Sen bilirsin o zaman.”
Babası zengindi Ali’nin. Bütün kızlar gözünün içine bakıyorlardı, “Beni sevsin, beni alsın” diye haber gönderiyorlar, yolunu gözlüyorlardı. Bu bakımdan ısrar etmedi ve kızın yanağından bir makas alıp yönünü çevirdi. Zaten bir gelen vardı. Çok naz da âşık usandırırdı.
Zeynep kırıtarak kahvenin önünden geçti. Kahveciye göz ucuyla bile bakmadı. Oysa Kahveci Emin, onun için canını bile verirdi...