Kum Renginde Ölüm

Sonra elinde avucunda ne varsa uzattı dilenciye. Dün aldıklarının fişi de kalmıştı paraların arasında. Şaşkın bakışlarıyla birlikte doldu dilencinin elleri. Genelde bozuk paralarla kapatırdı avuçlarını güne ama bugün bozuk olan şeyin para olmadığı ortadaydı. Karşısındaki adam bir tek hayatını koyamamıştı dilencinin ellerine. Ki yapabilse onu da koyacağından emindi dilenci.

Yolun sonuna kadar ilerledi Sinan. Bir adım daha atsa duramamaktan korkuyordu. Mutlaka alırdı hızla ilerleyen arabalardan biri canını. Sahile gitmeye karar verdi bu yüzden. Ne arabaların, ne de insanların karşısına çıkmama ihtimali olan tek yerdi sahil. Halbuki dikkatli olmazsa bir kum tanesi bile onu hayatla vedalaştırabilecek kadar tehlikeliydi Sinan için. Ölüme meyilli olan biri için, intihar aracı sadece bir bahane olarak kalıyordu.

Yalnız olmayı umarken, kendinden başka birinin daha olduğunu gördü kumsala geldiğinde. Ne esen meltemde savrulan eteği, ne uzun ve dalgalı saçları, ne de bakışlarını ayıramayacağı bir dekoltesi vardı o kişinin. Belki de görülebilecek en sıradan kızlardan biriydi. Bir şort. Uzun bir tişört. Omuzlarına bile dökülmeyen kısa saçlar. Onun bu sıradanlığı mı etkilemişti yoksa bu kadar? Halbuki bir aşkı daha yeni öldürmüştü Sinan. Ellerinde kanı kurumadan başka bir kadınla daha karşılaşmak, cesede haksızlık olurdu. Gençliğinde bir trene binmişti kaçak olarak. Boş bulduğu ilk kompartımana saklanmıştı. Görevli her kabini tek tek gezerken, Sinan da kapıyı aralayıp bakıyor ve görevlinin yaklaştığını gördükçe kalbi heyecandan duracak gibi oluyordu. Şimdi aynı hissi kadın sahilde yürüyerek Sinan'la arasındaki mesafeyi kapattıkça yaşıyordu. Sinan, kadının kendisini görmediğine emindi. Çünkü dalgın bir şekilde kuma ya da denize bakıyor, Sinan'ın olduğu yöne çevirmiyordu hiç bakışlarını. Faruk Nafiz'in bir şiiri geldi aklına. Sonra kendisi geldi. Faruk Nafiz'in ağzından dinledi aklına gelen satırları.

"Sen ki sahilde gezen kızların en solgunusun..."

"Bir saniye" dedi Sinan, Faruk Nafiz'e dönerek. Yıllardır aklına gelen her olayı, birinci kişilerin ağzından dinlemeyi sevmişti Sinan. Bu yüzden hatırladığı, her şiir, her konu, her yaşanmışlık, o olayın şairinden, ya da kahramanından aktarılırdı Sinan'a tekrardan. Kendine bu şekil bir yol çizmişti.

Hala öylece durup kızı seyrettiğini fark etti. Onu öldürmek için buradan daha sakin bir yer bulamazdı. Ama önce aşık olması gerekiyordu.

Bir süre şezlonglarda oturup sohbet ederlerdi. Ardından kız ona aşık olurdu -her zaman ki gibi, daha sonra cesedini gece yarısından sonra kumların arasından çıkacak olan yengeçlere parçalatabilirdi. Yani yine ölümle sonuçlanırdı, her zaman ki gibi.

Aradığım sıralı cümleydi. Düşüncemde adım atan her sözcük cümlenin bitişini seyredalıyordu. Ve cümle her bittiğinde sonuna nokta koyuyordum ya da bir bağlaç... Sıralamaktan aciz kaldığım cümlelerim ya kendini bitiriyor ya da bağlaç denen zehirle sarmaşığa dolanmıştı. İşte öyle bir gece ki bir bedene daha sızıyorum, hiç haberi bile olmadan...

Belki haksızlıktı, evde onu bekleyen bir ceset olmasına rağmen, yeni bir tanesini daha eklemek istemesi. Ama kime haksızlıktı buna emin değildi. Evde ki cesede mi, karşısında duran kadına mı, yoksa içinde ki neye olduğunu bilmediği ama bir türlü bitmek bilmeyen aşka mı?

En azından dürüst olmak istedi bu kez. Doğrudan kıza doğru yürüdü. Korkmasını istiyordu belki de. Ancak kızda hiç korku belirtisi yoktu. "Seni öldürdükten sonra nereye gömmemi istersin?" diye sordu Sinan. Kızın gözlerinin içinde küçük bir gülümseme yakaladı zor da olsa. Hoşuna gitmişti korkmaması. Etrafına bakındı kız. Sanki bedenine yer arıyor gibiydi. Sonra tekrar buluşturdu gözlerini Sinan'ınkilerle. Beğenmemişti sanki bulunduğu yeri. Bunu yüzünden okuyabiliyordu Sinan. Hatta elinde olsa yüzsüzlük edip, "Beni Paris'e göm!" bile diyebilecek gibiydi.

"Cesedime aşık olmayıp onu gömebileceğinden emin misin peki?" diye sordu kız gereğinden fazla narin olan ses tonuyla. Kelimeler yüzünü okşayarak geçti Sinan'ın. O an, öncesinde fark edemediği bir şey fark etti Sinan. Kızın, dünyanın bütün çirkinliklerine meydan okur gibi bir güzelliği vardı.

Şezlonglara doğru yürüdüler birlikte. Onu öldürmeden önce tanımak istiyordu. Adını bile bilmediği bir cesedin, hiçbir anlamı olamazdı elbette.

"Serpil" dedi oturur oturmaz. Sanki Sinan'ın bunu sormak istediğini bilir gibi. "Memnun oldum. Sinan ben de." Elini uzattı Sinan. Ölümün ilk dokunuşunu yaşatmak istedi. Çok soğuktu Serpil'in eli. Belki de gereğinden fazla soğuk. Sanki zaten ölmüş gibiydi önceden. Şimdi onu ikinci kez nasıl öldürebileceğini düşünüyordu Sinan. Ama o kadar güzeldi ki, ölüme yakışmayacak bir güzellikti.
Sinsi bir yılan gibi sokuluyordu Serpil'in güzelliği Sinan'ın damarlarından içeriye. Hava iyice kararmıştı. O saate kadar Serpil'le neler konuştuklarını, nelerden bahsettiklerini ya da neleri anlattığını bilmiyordu Sinan. Bu daha önce hiç başına gelmemişti. "Belki de bu kadar yakın oturmamalıyım ona." diye geçirdi içinden. Kayboluyordu Serpil'in kokusundan saçlarının arasına sızıp. Ayaklarının altı yosunlaşmış gibi hissetti Sinan. Sanki yıllardır hiç ayağa kalkmadan oturuyordu bu şezlongda. Kalksa kayıp düşeceğini düşündü. Bu sıradan kadın, sıradan güzelliğiyle nasıl büyülemişti kendisini aklı almıyordu. Zaten zorlukla düşünüyordu artık.

"Her gün gelir misin bu sahile?" diye sordu Serpil. Onun bu sorusuyla irkilmiş ve kendine gelmişti bir an Sinan. Kısa bir yutkunuşun ardından, "Hayır." diye cevap verdi sadece. İçinden sürekli, "Böyle olmamalıydı... Böyle olmamalıydı..." diye geçiriyordu Sinan. Bu gece titreyen biri olacaksa o da karşısında oturan kız olmalıydı, heyecandan ne yapacağını bilemeyen kendisi değil. "Bu şehre ilk defa geldim. Bir kızla buluşmak için. Yıllar önce tanıyordum onu. Aradan o kadar zaman geçtikten sonra bana ulaştı ve görüşmek istediğini söyledi. Ben de kalktım buraya geldim ertesi gün."
"Neden görüşmek istemiş peki seninle?"
"Beni seviyormuş. Yıllardır da sevmiş dediğine göre."
"Peki sonra?"
"Bilmem, çok konuşmadık. Aslında sevdiğini öğrendikten sonra ağzından başka bir kelime çıkmadı."
"Neden?"
"Çünkü onu öldürdüm."

Bu sözlerin Serpil'in ürkmesine neden olması gerekirken, en ufak bir korku belirtisi sezemiyordu Sinan. Her dalga sesinde, öldürdüğü aşklardan birinin cesedi vuruyordu sahile. Hepsi de tertemiz ve mutlu bir şekilde geliyordu oldukları yerden. Hiç kirlenmemişler, hiç ihanete uğramamışlar ve hiç yalnız kalmamışlar gibi.

Birbirlerini tanımak için uzun bir gece vardı önlerinde. Bunun farkındalardı elbette ama birbirlerini tanımak isteyip istemediklerine emin değillerdi. Bir kadın, ilk defa gördüğü bir adam tarafından ikinci kez öldürülebilir miydi ki? Bunu gecenin sonu gösterecekti elbette.

Serpil kalktı oturduğu şezlongdan ve Sinan'ın uzandığı şezlongda gidip yanına oturdu. 'İlk defa geldiğin bir sahilde, benimle karşılaşıyorsun. Ve aşık oluyorsun bana. Dışarıda bir savaş var. Bu kumların sonu, ateşlere çıkıyor. İkimiz de kahraman olamayız bu savaşta. Elbet birimiz öleceğiz. Ancak ölenin mi yoksa kalanın mı kahraman olacağına bu kumlar karar verecek.' Serpil elini yanağına uzattı Sinan'ın. Dokunur dokunmaz gözlerini kapattı Sinan. Belki de ölmek isteyen kendisiydi. Yüzündeki elin soğukluğu, vücudunda bütün sinir sistemini dolaşıyor ve kalbine gidecek bir yol arıyordu kendine. Kalbini titreten her üşümede, bir şiir dökülüyordu aklının ucuna;

'Geceyi kessen bıçak sözlerinle, üzerime örtü yapsan...
Kalanıyla elbise kendine...
Ve en güzel yine sen olsan...'

Belki de kimse ölmeyecekti bu gece. Ölmemesini istiyordu Sinan. En çok da Serpil'in dudakları kendi dudaklarına değdiğinde istedi bunu...

'Tanrım! Bu kez alma onu!
Söz, sabah uyandığımda hala elini tutacak içimin kaybolan çocukluğu
Söz, ona yaklaşan herkesi öldüreceğim
Söz, bir daha cennetine girmeyeceğim...'

Önlerinden bir adam geçiyordu o sırada. Dönüp bıçağını çıkarttı onlara doğru. Ve gittikçe yaklaştı. Sinan, Serpil'in gözlerine baktı bir korku belirtisi göreceğini umarak. Sonra gittikçe yaklaşan ve yüzünü karanlıkta tam seçemediği adama çevirdi bakışlarını. Üzerinin tamamen yırtık olduğunu gördü Sinan. Her yanı yırtık hayatlarla doluydu. Tir tir titriyordu elleri, hayatın içip tükürdüğü sönmek üzere olan izmaritin başında ısınmaya çalışır gibi. Birden bağırdı adam. Tanrı'nın elinden kayıp yere düşen kıyamet gibi bir gürültü çıktı ağzından gecenin içine doğru. Ardından Sinan da tanıdı adamı. 'Çok özür dilerim!' dedi dilenci bıçağı yere düşürüp. Eğilip aramaya koyuldu ani bir refleksle. Onun, bugün sokakta bütün parasını verdiği dilenci olduğunu anlayınca hayalleri yıkıldı bir anda Sinan'ın da. Serpil'le birlikte öleceğine inandığı umut yavaş yavaş gömülmeye başladı denizde buzların bile üşüyebileceği derinliklere doğru. Dilenci arkasını döndü ve hızla koşarak uzaklaştı oradan. İkisi de dalıp gitti ardından dilencinin. 'O dilenciyi gördüğümde ona bir şeyler verebileceğimi hissetmiştim. Keşke bunlar para olmasaydı...' dedi Sinan ölümden özür diler gibi. Serpil'in kokusu yeniden vurdu Sinan'ın burnuna ve dönüp sarıldı Sinan seni hiç bırakmayacağım der gibi. Ruhları sarmaş dolaş bir halde uykuya daldı, gecenin en serin yerinden yakalayıp birbirlerinin dudaklarında ısınmayı umarak...

23 Mart 2013 8-9 dakika 3 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar