Kurt Timi
Bana hayal kurduracak değil, gerçekleri gösterecek, kendimi gösterecek Tanrı lazım…Onu bekliyorum bu dünyada.
Ya siz, neyi bekliyorsunuz? Bir hayal bir dileme, seçmiş olduğunuz bu mu?
“ Allah, ağız tadıyla yedirmeyi nasip etsin.” Böyle büyük bir dilemede gizli olan bir çok şey, fakir söyleyişlerin Tanrı’yı aracı kılarak, dilemeden ziyade nazik bir dilenme midir? Yoksa Tanrı buyruğunun varoluşsal gereği midir, gerçeği midir?
Sizi bilmiyorum ama ben hayal kurmaktan çoktan vazgeçtim.
Kuzucapınar kampı, 1977
Henüz on yedi yaşındaydım…
Sabaha karşı uyandırıldım, daha gün doğmamıştı. Ranzamın altından ince döşeğin kaburga kemiklerime gelişini önleyemediği, savrulan sert bir tekme ile kendimi yerde bularak uyandırıldım. Gözlerimi ovuşturmaya bile fırsat bulamadan birkaç tokat indi yüzüme. Öyle böyle değil…
“Hadi! Hadi! Hadi!... diye bağırıyorlardı. Gitme vakti!”
Gece bir ara uyandığımda fısıltılar şeklinde garip sesler duymuştum koridorlardan, yürüme seslerine eşlik eden. Beton zemindeki çıkan gıcırtılı ayakkabı seslerinden “postal giyen insanlar” olduğunu anlamıştım, anlam vermeye çalışırken, hayallerimle birlikte uykuya dalmışım.
On üç yaşımdan beri hep aynı yaşam aynı rüya aynı hayal.
Rüyamda yine annemi gördüm, gerçekte hiç görmediğim. On üç yaşımdan sonra hep bir anne hayal ettim zihnimde, nasıl bir şeymiş ki daha önce zihnimde hiç şekillendiremediğim. Az aklım başıma gelince her gördüğümü kendi anneme benzettiğim, sabahları sevgi dolu öpücükle uyandıran ipek saçlı…mis gibi poğaçalar eşliğinde, çocuksu nazlarımla oynayan sözcükler saklı, dilinde.
Böyle mi olur anneler…bilenler çok şanslı olmalı.
Bir kova su boca ettiler başımdan aşağı hem de buz gibi. Titremeye başladım… Ve arkasından karartma uygulandı gözlerime, kalın bandajlarla ışığımı da kesmişlerdi.
Kavgalarımı hatırlamaya çalıştım. Elime tutuşturdukları “barabellumu” en son kime doğrultmuştum ki anımsamaya çalıştım. Cezadan muafsın diyenler bana ne güzel bir yaşam hayali kurdurmuşlardı. Ama dememem gereken bir şey mi söylemiş olmalıyım ya da kimin tavuğuna“kış” demiştim ki böylesine palas pandıras paketlenmiştim.
Bir eşya gibi…ama onun da yani eşyanın, nesnenin, maddenin bir hakikatı vardı, öyle değil mi? Kutsal kitaplar böyle demiyor mu? Aslında eşyanın hakikati, Tanrı’nın hakikatıdır. Peki benim hakikatim ne?
Ey koruyucu olan babamız! Ey her çeşit yiyecekleri büyükçe bir tepsi içinde bize sunan Tanrımız! Ey altlarından ırmaklar akıtan, şarabı ve hurisi bol cennetler vaat eden Tanrımız!
Ben mi yanlış biliyorum?
Hayallerimiz olmasa gerçek olan bu zorluklara nasıl dayanırız…Bir hayalim olmalı benim de.
Söyledim ya henüz on yedisindeydim, yirmiye yakın göstersem de.
Üşüdüğümü unuttum.
Lan açım! Hem de çok açım, diye bağırdım birkaç kez canımın fena halde yanmasını unutarak. Bir hayvan gibi, aç bir kurt gibi açım…
Sadece gülüyorlardı, yerde sürüklenircesine götürülürken. Basamakla çıkılan bir araca atılmıştım, yerleri tahta döşemeli olduğunu ahşap kokusundan anladım. Bandajlarımı açtıklarında gözüme tuttukları keskin parlaklıklı fener ışığından bir an kör oldum sandım.
Başımı iki ellerinin arasına alıp sertçe bir o yana bir bu yana çeviriyorlardı. Anlaşılan kontrol ediyorlardı her bir yanımı. Sonra kulaklarıma bakıldı. Bir başparmak hareketiyle ağzımı açmaya çalışırlarken, canım yandı dudaklarımdan acı yükselirken dişlerim açıldı “kocaman aç” komutuna uyarak. Fırsatı kaçırır mıyım baş parmak içerdeyken dişlerimi olanca gücümle kenetledim kara yılan gibi ama gözüme tutulan fener ışık ne ki…Zonklayan beynime eşlik eden peş peşe çakan şimşeklerin şavkını hala görüyorum beynimde zaman zaman.
Ne çok patakladılar beni.
“Söylemiştim lan çok acıktım” diye.
“Lan bu insan yavrusu olamaz…şu kaşlara, şu dişler bakın. Yamyamlık karışmış olmalı bunun soyuna sopuna, parmağımı kopartıyordu …… … piçi.”
“Küfretme lan! Acıktım!... Hem de “Kurt” gibi acıktım. Sesin de kulaklarıma kazındı, söylemiş olayım.”
“Bir de tehdit ha!”deyip yine patakladılar, ateş bastı her yanımı.
Tangır tungur yola girdik, toprak yol bitmek bilmiyor her çukura düşüş ve her tümsekten geçiş kemiklerimi kırıyor sanki, her yanım ağrıyor uyuşması için içimden dua ediyorum. Şimdilik hayalim bu!
Başıma geleni anlamak için de düşünmeye çalışıyorum masal gibi, rüya gibi gerçek gibi.
Ama ben rüyalarımda hep annemi görürdüm, gerçekte ise annesizliği. Kimi zaman esmer, kimi zaman sarışın, kimi zaman sıska, kimi zaman uzun, kimi zaman zayıf, kimi zaman şişman…kimi zaman genç, kimi zaman yaşlı. Ama hep hayallerimdeydi.
Ne güzel hayallerim vardı.
Olsun…
Rüya da olsa hayal de olsa bir annem var ya benim, derim hep kendi kendime. Tanrı’dan daha çok somut ve daha çok güvendiğim. Beni yalnız başıma, her türlü tehlikeye açık bırakıp gitmiş olsa da varlığının var olduğunu kendi varlığımdan biliyorum.
Epey daha gittik…
Radyo dinliyorlardı, bir kaza haberi veriliyordu, bir kaleci ölmüş adını bu gün bile hatırlıyorum Kayganiç’ti. Kederli sözcükler, hüzünlü sözcükler söylüyorlardı sözcükleri ağlatıyorlardı ama duygu yoktu. Onun için üzülüyorlardı. Ne garip! Bir an için ben de üzüldüğümü hissetim, kendi bulunduğum ortamı, acılarımı, sızılarımı hatta açlığımı unutarak. Çünkü O, tutuğum takımın kalecisiydi ismini de oradan biliyorum. Sonra üzülmemin ne aptalca bir şey olduğunu anladım, sanırım bunu anlatmak istiyorlardı…
İçimdeki hayalde kalan insanlığı gerçeğimde yok ettim…
Epey sonra indirdiler. Yokuş yukarı yürümeye başladık. Yürüdükçe anlatıyorlardı. Artık gözünü unut, kulaklarına ve aklına güvenmelisin, bu daha önemli hayatta kalmak için.
Ne garip sevinmişti. Çünkü verdikleri öğütler ölümümün daha uzakta olduğunu şimdilik yaşayacağımın müjdesiydi sanki.
Öyle mi oldu…I ııh!
Bir süre sonra toprak yoldan ayrıldığımızı hissettim, yorulmuştum sesler kesildi, uzaklaşan ayak seslerinin gittikçe azaldığını anlayabiliyordum. Ellerim hala bağlı sanıyordum oysa çözülmüş, çözüldüğünü uyuşmuş ellerimde hissetmiyordum. Hızla gözlerimi açtım, ışık rahatsız etmişti.
Çok ilginç! Hemen aklıma söyledikleri söz geldi, “gözüne değil kulaklarına güven” dediklerini hatırladım. Ne demek istemişlerdi, çok geçmeden anlayacaktım.
Çevreme bakındım bir ormanın içindeyim, hem de yapayalnız. Her yer birbirine benziyordu. Korkmaya başladım, sanki sallanan her çalılığın arkasından yabani hayvanlar çıkacakmış gibi korkuya kapılıyordum. Çevreme bir kez daha bakındım in cin kimsecikler yok. Sadece rüzgarın sesi ve hafiften yağan yağmurun yapraklarda çıkardığı tıpırtı sesleri vardı.
Ayaklarımın dibine küçük bir paket bırakılmıştı. İçinde kabaca çizilmiş bir kroki, kasatura büyüklüğüne yakın damasküs bir bıçak, su geçirmez bir örtü parçası ve gözlerime inanamadım. Sıcacık bir poğaça…tıpkı “anne” gibi”. Krokiye baktım bulunduğum yer çarpı ile işaretlenmişti, kuzey yönünde çadır şeklinde bir sembol ve sembolün hemen altında dereyi sembolize eden eğri çizgi uzayıp gidiyordu. Verdikleri öğüt bir kez daha zihnimde yankılandı. “ Gözlerine değil kulaklarına güven!”
Ve bir not “ Burada Habil de sensin Kabil’de. Adem de yok ve Havva da. Kovulacağın Cennet de yok gideceğin cehennem de.”, “ Sadece sen varsın.”
Ama yakında…
Onların daha ötesi olduğumu anlayacaktım. Çünkü bendeki katılaşma hareketi başlamıştı artık.
İnsanın katılaşması için aşağıya bir düşüş ya da yukarıya yükseliş, bu durumu değiştirmez. Ancak hızlandırır veya yavaşlatır. Çünkü her iki durumda da bulunduğunuz merkezden uzaklaşma eylemi vardır, kendimizden uzaklaşmadır. Bu basit ilkeden ya da kompleks bir ideadan, bir yetişmiş olma durumundan da olsa fark etmez. Önemli olan kendi özünüzden kendi merkezimizden uzaklaşmanın başlamış olmasıdır. Olumlu ya da olumsuz olması yargısına da biz karar veremeyiz. Yargılanan şeyler bütünü “biz” merkezli olmadığı gibi süreçte biz merkezli değildir.
Gözlerimi kapatırken derin bir soluk aldım, daha şimdiden kulağıma derinlerden gelen derenin suyunun cılız sesini duyabiliyordum. Hızlanan yağmurun doğada çıkardığı ses, şırıl şırıl akan derenin sesini henüz bastıramamıştı. Sese ilerlemeye başladım attığım adımlarımı da sayarak, daha sonra oradan çadır işaretli yere geçmeye çalışmam daha kolay olacaktı, öyle düşünüyordum. Birkaç yüz metre bile ilerlemem epeyce zorlu idi, nihayet dereyi görebiliyordum bulunduğum tepecikten. Yağmur damlalarının akan derenin yüzeyinde çıkardığı kabarcıklara derenin akışı engel olamıyordu. Bir damla su nasıl da bu derece etki ediyordu akan suya…
Kabarcıklı fraktalize motiflerin kısa yaşamında, olayın akışına bırakıp varılması zorunlu sona doğru kendilerini bırakıyorlardı. Bu düşünceme hayret ettim kendi kendime. Doğa, düşünmeyi öğretmeye başlamıştı.
Yaşamımız da böyle mi olmalıydı? Karışıp gittiğimiz “topluluk ve yön” bizi kendi istediğine mi biçimlendiriyor, dönüştürüyordu. Kurallar koyarak kendimiz olmaktan vaz mı geçirtiyor bizi. Etkilerin istediği olmak daha mı kolay geliyor bize.
Hızla gelişen bir şehirde ne kadar hareket özgürlüğünüz ki var hiç düşündünüz mü? Gelişmenin daralttığı, katılaşmanın yükseldiği bireylere dönüştüğümüzün farkında değil misiniz?
“Tek biçime dönüş ve rahat et”…bunu mu seçmeliyiz. Buna karşı olmak ise ceza ve günahla mı karşılık buluyordu…
Tanrı da kurallarını gönderirken, bunu mu istiyordu bizden. “kurallar itaatı, itaat et ve rahat et.” Sosyal yaşamımız boyunca üniformal bir itaatin içinde değil miyiz ki zaten.Yaşamı, bu haliyle düşünürseniz belki de aptalca bulabilirsiniz, tıpkı benim gibi...
Derenin geliş yönüne baktığımda, küçük bir tepenin hemen önündeki küçük düzlükte büyük parçalı alaca bulacalı yeşil ve gri renklerin tonlarıyla kamufle edilmiş minicik bir çadır görüyordum. Geldiğimden beri ilk defa korkularımda azalma olmuş, içimde küçük de olsa yaşama dair sevinç duymuştum.
Öyle ya…
Orada bir şeyler olmalıydı, yaşama tutunmaya dair. Gittiğimiz yerde hep bir şeyler bulmanın güvenini mi duymak ister insan? Bu kısacık zaman diliminde ne çok şeyler düşünmeye başlamıştım. Düşüncelerim gibi duygularımda açığa çıkmak isterlerse bu “korkunçluğa” neden olabilir miydi?
Çadırdan içeri girdiğimde yağan yağmur damlaları brandadan içeriye sızarak çadırın toprak zeminini yeni yeni ıslatmaya başlamıştı. Alelacele dışarı fırladım, çevremde bulunan bol geniş yapraklı ağaç dallarını çadırın üstüne örtmeye çalışırken, devrilmeye yakın sallanan çadırın dengesi iyice bozulmuş, üzerinde biriken minik gölcüklerin suları da içeriye girmek için pek istekli görünüyorlardı. Bu bir saldırıydı…
Paniklemiştim ve ilk hatamı yapmıştım. İçeriye ilk baktığımda kalın naylondan yapılmış üç torba vardı bir tanesinde bir kalıp sabun, çeyrek sayfalar halinde bükülmüş birkaç gazete ve üzerinde “Hayati İdame Kılavuzu” yazan küçük bir kitapçık vardı, diğerinde sanırım bir miktar kuru gıda olmalıydı. Üçüncüsünde ise sıkıca sarmalanmış uyku tulumu vardı. Elimi hemen yaşam kılavuzunun olduğu naylon torbaya atmıştım.
Önceliğime ne kadar hızlı, ne çabuk karar vermiştim yoksa verdirilmiş miydim? Ne garip…bulunduğum zor durumda bile aklımdan ilk bunlar geçiyordu. Yanımda bulunan su geçirmez branda parçasının altına başımı da sokarak torbayı açtım, hızla çeviriyordum. Ne yapmam gerektiğini açıklayan yeri buldum. Sabunu alarak hızla dışarı fırladım, kalın tabakalar halinde çadıra sürüyordum ve üzerine gazete sayfalarını yapıştırmaya başladım. Nihayet içeriye sızmaya çalışan yağmur sularını engellemeyi başarmıştım. Saldırı şimdilik püskürtülmüştü.
Yalnız başıma ilk başarıyla birlikte, ilkleri de yaşamaya başlamıştım. Geri kalan gazeteleri yere yaydım alttan gelen ıslaklık duygusu ve soğuğu nispeten kesmişti. Elimi diğer poşete attım yarım paket bisküvi, bir avuç kuruyemiş ve birkaç parça kuru peksimet. Hepsi bu.
Vay ağzına sıçtıklarım! Lan bunlar ne? Açım aç! Kaç kere bağırdım ya size… Doyar mıyım ben hiç bunlarla!
Buradaki ilk küfrümü de etmiştim. Nedense ettiğim bu küfür, küfürden çok kendime olan güvenin bir ifadesi gibi çıkmıştı ağzımdan.
Ve katılaşma ilk ürününü vermişti.
İçinde bulunduğum şartlardan ziyade içinde bulunduğum imkanlar düşünceme hakim olmuştu. Elimi tekrar tekrar her iki torbaya atarak bulmayı umduğum gereci aradım ama yoktu. Yani bir çakmak veya kibrit. Bir tutuşturucu.
İyi de en önemli gereç neden yoktu? Yağışlı ve soğuğa yakın serinlikteki havada nasıl ısınacaktım, bu haksızlık çok kolay bir şekilde sonumu getirebilirdi.
Panik halim kısa sürede yerini daha soğukkanlı düşünmeye bıraktı. Acaba dedim uyku tulumunun arasına saklamasınlar.
“Düşün yoksa öl” mü demek istemiş olabilirlerdi.
Kolumu uyku tulumunun kıvrımlaşmış orta yerinden sokarak umuda uzanmak istiyordum. Parmaklarım soğuk sert bir nesneye dokunduğunda sevincime diyecek yoktu. Evet, bu bir muhtar çakmağı idi.
Lütfedilen büyük bir nimet gibi, beni buraya getirenlere şükredesim geliyordu.
Ne çok sevinmiştim…
Kuru dal parçalarını, likenlerle tutuşturduğumda sevincim bir kat daha arttı. Isınmaya başlamıştım, hoş yağmurda yerini bulutların arasından ara ara gözüken yarı güneşli bir havaya terketmişti. Barınma, bir miktar yiyecek ve ateşe sahiptim artık. Bu bana güven vermeye başlamıştı. Sıra daha fazla yiyecek bulmaya gelmişti.
Aşağıda akan derenin havuz oluşturduğu durgunlaşan yelerinde bulanıklık azalıyordu. Soyunup yüzmeye başladığımda soğukluktan ziyade dudaklarımda çamur tadı hislerimde daha baskındı. Çevresindeki büyük ağaçların altında oluşan kovuklarda, elimle balık yakalamayı denedim. Her seferinde ellerimde hissettiğim balıkları kayganlığından dolayı tutamıyordum. Ne ilginç ki avuçlarımın arasında küçücük bir bekir balığı yavrusu sıkışmıştı. Elimle sıkıca kavrayıp bir müddet hayranlıkla izledim. Öyle güzeldi ki. Nefes almak için çabalayışı, tıpkı benim gibi yaşamda kalma mücadelesinin çabasıydı. Bırakıp bırakmamakta tereddüt yaşıyordum. Bir canlının yaşamı hakkında karar vermek insanlara bırakılmamalıydı.
Birden yavru balığı ağzıma atıp dişlerimin arasında ezmeye başladım, çok fazla tepki veremeden çiğneye başladım. Ve yuttum…
Bir canlıyı ilk defa diri diri yiyordum. Hiçbir suçluluk duygusu ya da pişmanlık yaşamadım. Bu çok garipti…
Ve o günden sonra annemi bir daha rüyalarımda görmedim.
Tarih bilindi bilineli kanı akıtılan kurbanlar, adaklar kutsal ibadet olarak Tanrı’nın beğenisine sunulmuyor muydu? Öyleyse ben neden suçluluk duyayım ki? Hele hele cariyeleşme ve köleleştirilmeye açık kapı bırakılmış kutsal metinler benim bu yaptığımı cezalandırabilir miydi?
Çok mu zordu kılıç gibi keskin bir ayetle “kölelelerini azadlaştırmayıp, hür bırakmayanlar cehennemde sonsuza dek köle olarak kalırlar” sözü eşi benzeri olmayan muazzam güç ve zeka sembolü Tanrı için zor olmamalıydı.
Bu bir katılaşma değil de nedir? Tanrı’nın katılaşması…
Aslında merhamet ve vicdan duyacağımız olaylar ve nesneler, kendinden kaynaklı değil sonradan oluşmadır. Oluşmuş bir şeye, bizden duygular üretilerek çözüme katkı sağlamamızın beklentisini zorlayan duygular, insanları duygusal yapar. Bu duygusallık insanı mantıktan ve ortaya koyması gereken davranışlarını engeller.
Kaldı ki bunu genel kaderin yani evrensel düzenin neresine oturtacağız?
Eğer kozmik zuhurun içinde insani bir zuhurdan bahsedeceksek, iç içe geçmiş düşünce ve eylemler birbirini etkiler. Büyük olaylar büyük etki yaratır, küçük olaylar küçük etki yaratır ama illaki bir etki yaratır. Bu bir çevrim etkisidir, çevrimin özelliğidir. Tanrı’nın yeryüzünde zuhurunun kısmen müstakil, bağımsız örneği olan insan, bu yönüyle kozmik zuhuru kaçınılmaz olarak etkiler. Bu bir iniş olsa bile, katılaşma olsa bile, somutlaşma olsa bile… Ha! Bunu varlığın ilk ilkesinden bir uzaklaşma olarak da algılayabiliriz. Maddecilik yani materyalizm bu uzaklaşmaya güzel bir örnektir. Materyalizm, zuhurun katılaşmış olması haliyle uğraşır, alanı burasıdır.
Ne yapalım sorgulamayalım mı, düşündüklerimizi söylemeyelim mi…sanço panço deyip keyfimize mi bakalım yani.
Çadıra döndüğümde son kırıntıları da tüketmiştim. Dizlerimi kırarak uyku tulumuna yasladığımda yerdeki gazetenin tam önüme düşen parçasında dikkatimi çeken bir haber duruyordu. Haber görselinde eli silahlı kar maskeli adamlar vardı. Yaklaşık bir yıl önce yapılan “Entebbe Baskını”ndan söz ediyordu. Kendi ülkelerinin sivil karar vericilerinden yani hükümetinden habersiz yapılan uluslar arası bir baskından söz ediliyordu.
Böyle bir şeye kim karar verebilirdi?...
Ne kadar ilginç. Ama asıl ilginç olan ise bu baskında İsrail tarafının tek kaybı olan, bu gurubu yani Sayeret Matkal grubunu yöneten tim komutanı Yonatan Netenyahu’nun bu baskında ölmüş olmasıdır. Bu Yonatan, daha sonra kendisi gibi Sayeret Matkal ekibinden olan onlarca operasyona katılmış, insan öldürmeyi meslek edinmiş, en uzun süreli İsrail başbakanı olacak Binyamin Netanyahu’nun ağabeyi olmasıdır.
Ölüm ve yaşama karar vericiler böyle istemiştir…
Çoraplarımın kısmen ıslandığı yerlerini kurması için sıvazlarken çorabın bir zımpara gibi ellerimi tutuşu beynimde müthiş bir fikrin çakmasına yetmişti..
Tabi ya balıkları çoraplarımla tutabilirdim. Hızla tekrar çaya yöneldim. Düşünmemin mükafatı iki koca balık olmuştu.
O gün ve daha sonraları çevreye yaptığım keşif gezileri bir çok bilgiyi de beraberinde getiriyordu. Orman hayvanlarının hareket tarzları ve yaşam biçimlerini öğreniyordum bu kısa zamanda.
Korkarak bulunduğum bu ortamda, korkulan olmaya dönüştüğümü anlamam çok uzun sürmedi.
Getirildiğimin yedinci günü, ilk defa gece keşfine çıkıp avlanmaya karar vermiştim. Yüzümün ve ellerimin çıplak yerlerinin yansıma yapmaması için küllerle sıvayıp ava çıktım. Henüz beş yüz metre kadar ilerlemiştim. Her birkaç adım atışta durup çevreyi dinliyordum. Ağaçtan kendiliğinden düşen kuru bir dal parçasının çıkardığı sesle, başka bir etkiyle kırılarak düşen dal parçasının çıkardığı sesi ayırt edebilecek kadar kulaklarıma güveniyordum.
Uzaklardan öyle bir ses duydum. Sesin geldiği yöne hareket etmek üzere henüz ilk adımımı attığımda gözüme tutulan parlak ışıkla adeta kör olmuştum ve arkasından üzerime çullanan iki kişi tarafından yine paketlenmiştim.
Hay lanet olası nasıl da fark edemedim!...
Gözlerim kapatılmış, ellerim arkadan bağlanmıştı. Ne garip…içinde bulunduğum ortamda aklıma ilk gelen şey, gazetede okuduğum haberdi.
İteklemelerle verilen komutlara uyarak yol alıyordum. Ayak seslerinden çevremde beş ya da altı kişinin olduğunu anlıyordum. Bir süre sonra düz bir patikaya geldiğimizde ayak sesleri kesildi. Defalarca çevreyi dinlediğimde çevremdekilerin sessiz sedasız ayrıldıklarını anladım. Gözlerim kapalı, ellerim arkadan bağlı şekilde patikayı takip ediyordum. Ayaklarımla hissederek patikadan ayrılmadığıma emin oluyordum. Yaklaşık bir kilometre kadar gittim, bunu attığım adımların sayısından tahmin edebiliyordum. Uzaklardan araç motorunun sesini duyuyordum.
Araca bindirildiğimde ellerim çözülmüş ve gözüm açılmıştı üstelik arkası yarı açık kamyonetin karşılıklı bulunan tahta sırasına oturtulmuştum. Her iki yanımda ve karşımda kar başlıklı siyah giyimli adamlar duruyordu. Öylesine sessizce bana bakıyorlardı.
“Çok acıktım” dediğimde sadece birbirlerinin gözlerine baktılar. Oysa ben gülmeleri ya da sesli bir tepki vermeleri için söylemiştim.
Bir müddet ilerledikten sonra giymem işaret edilerek siyah kar başlığı attılar önüme. Kafama geçirdiğimde göz yerini bulabilmek için birkaç defa kafamda çevirdim ama yoktu, her tarafı kapalı idi.
Araçtan indirilirken hemen iki koluma girilerek adeta sürüklenircesine hızlıca ilerliyorduk. Duyabildiğim sadece beton zeminden yürürken çıkan postal sesleri ve metal sürgülerin çıkardığı gıcırdamalardı. Sonra durduk ağı metal bir kapı açıldı ve içeriye iteklendim. Başım kar başlığını çıkardığımda zifiri karanlık ve soğuk ve ıslak ve yapayalnızlık duygusuydu. Gözlerim henüz karanlığa alışamadan cılız florasan yanmasıyla bulunduğum çevreyi görebiliyordum. Paslı metallerden oluşmuş bir hücreydi. Kapının alt sürgüsü açılıp içeriye tabldotta bolca ve çeşitlice yemek bırakılınca gözlerime inanmadım.
Gördüğüm en güzel şeydi…
Üzerinde Demir bir ranza bozmasının üzerine bırakılmış, kullanılmamaktan yapış yapış olmuş, nem kokulu iki battaniye, lavabo ve tuvalet. Her yer nem ve pas içindeydi. Duvarlar bile pas rengine bürünmüştü.
Gözlerimi kapatıp kulağıma güvendiğimde çok derinlerden gelen inleme seslerini duyabiliyordum. Tabldottan metal kaşığı alıp duvara vurmaya başladım. Üç beş denemeden sonra karşılık verilmişti. Aklıma mors alfabesi geldi. Karşı tarafın da bunu bilmesini umuyordum. Birkaç denemeden sonra karşılık verildi. Parmağımı ıslatarak çevirisini yere yazıyordum.
Dil yani söz oluşmuştu…Karanlık, ışık ve ses. Yeni bir evrenin doğuşu gibi yeni bir umut.
Öyküsü tıpatıp benimle aynıydı.
Ertesi sabah, sabah olduğunu kahvaltı verdiklerinden öyle zannediyordum yoksa zaman mefhumu zihnimde tamamen kaybolmuştu, zaman silinmişti adeta. Hücremin kapısı açıldı. Önlerine düşüp yürümemi işaret ettiler. Koridorun sonunda oldukça iri, her tarafı kapalı, ağır bir kapı duruyordu.
Kapı, genişçe spor salonun andıran alana açılıyordu. Birkaç metre önümde bir sehpa ve üzerinde kısa namlulu Smith Wesson marka toplu tabanca duruyordu. Onun beş altı metre sağ tarafında aynı marka bir başka tabanca daha vardı. Yaklaşık oyuz metre önlerinde ise kalınca bir iğneye geçirilmiş. Kırmızı filtreli Samsun sigarası duruyordu. Hedef olarak koyulmuştu. Sehpaya yanaştırılırken metal kapının yeniden açıldığını duyuyordum kafamı çevirmeme sertçe müdahale edilerek engellendim. Diğer sehpayı gözümün yan tarafıyla görebiliyordum. Tekerlekli sandalyede sivil giyimli yüzü açık biri getirilmişti. Son derece saygılı ve çekinerek davranıyorlardı. Anladım ki rütbeli biri olmalıydı.
Adam kendi çabasıyla zorlanarak da olsa ayağa kalktığında sol bacağının olmadığını fark ettim. Sağ eliyle silahı alıp sigaraya ateş ettiğinde sigarayı filtre kısmından vurmuştu. Tek atış yapıp yerine oturdu, bana doğru yan döndü. Yüzünü tam olarak göremiyordum ama normal bir yüz olmadığını tahmin edebiliyordum. Ormanda ilk gece kutlar tarafından izlendiğim duygusu ile aynı duyguyu yaşıyordum.
Benim de atış yapmam için işaret ettiler. Kurtulmak için fırsat ayağım mı gelmişti. Ama eminim tabancada tek kurşun vardı, onu da ancak kendime sıkabilirdim. Sonra vazgeçtim hedefe nişan alıp tetiğe bastım. Sigarayı tutan iğneden vurmuştum. Nişanı zaten oraya almıştım. Silahı sehpaya bırakırken namlu yere eğik durumda yeniden tetiğe dokunduğumda boş olduğunu anlamamla birlikte üzerime çullandılar. Sağ kulağımdan yere bastırılırken yan taraftaki adamın yüzünü daha iyi görebiliyordum. Kaşlarının kalkıklığı ve yüzünde derin yaralarla parça parça yapıştırılmıştı sanki. Gözleri çakmak gibi ateş püskürüyordu. Yüzü tıpkı ormanda gördüğüm kurtların yüzüne benziyordu. Kurt yüzlü bir adamdı.
Böyle bir yüze bakmak bile cesaret isterdi…
İkinci kez tetiğe dokunmamın cezası oldukça ağır oldu üç gün yemek ve iki gün susuz bırakıldım. Hem de zifiri karanlıkta… Bu duruma dayanmak için annemin hayallerinden yardım istedim ama yoktu.
Cezam bitmişti. Kapının açılması ne büyük mutluluktu. Bir bardak şekerli su verildikten sonra yine aynı yere götürüldüm. Bu sefer tek sehpa ve yan yana iki hedef vardı. Atış için pek uygun durumda değildim zihnim açlıktan dağınık durumdaydı. Atış yapmamı işaret ettiler. Peş peşe iki hedefe de ateş ettim. İkisinin de düştüğünü gördüm. Silahı usulca sehpaya bıraktım. Arkamdan bir el silaha uzandı, kulağımın hemen dibinden dört el daha ateş etti. Silah bu sefer tam doluydu.
Komutlara tam uymuştum. Ödülümü bekliyordum, yani verilecek yiyeceğimi. Tıpkı açlıkla terbiye edilen bir hayvan gibi kendimi öyle hissediyordum.
Hisler değişebilir miydi bunu da yakında öğrenecektim. Nitelikten, ekonomik niceliğin ölçülebilirlik ölçütü haline gelen “para” ilk başlangıcında saf halde iken kutsallık yüklü değil miydi? Keltler’de para sembollerinin, Drüidler’in kutsal öğretisel bilgileriyle yüklü olduğu bilinmektedir. Bu daha sonraki kadim gelenekler için de geçerliydi.
Öyleyse hisler neden değişmesin ki… Hisler değişirse hayallerde değişirdi. Ve dilemeler de...
Bitti
Sayın Kına yine çok güzel ve anlamlı bir esere imzanızın izi düşmüş içtenlikle kutluyorum Sevgi ve saygılarımla