Mahpus ve Özgür Duygular
Yıllar önce mahpus damına düşmüştüm. Dünyamın kararmaya başlayacağını, sessizliğe gömüleceğimi, ağzımın tadının tuzunun kaçacağını ve psikolojimin bozulacağını o gün nereden bilebilirdim ki...
Daha içeri girer girmez bütün duvarların üzerime yürümeye başladığını hissettim. Kolay değil elbet, hoyratça geçirilen onca özgür yılın ardından dört duvar arasına sıkışıp kalmak.
İlk günler ne zordu! Saniyeler saate yayılıyor, dakikalar sanki zamana inat ediyordu. Sevdiklerimden ayrılmış ve tanımadığım bir ortamda, tanımadığım insanlarla birlikte yaşamaya mecbur bırakılmış olmanın verdiği sıkıntıyı, geçirdiğim mide ağrıları eşliğinde atlatmaya çalışıyordum. Lakin ne mümkün! Her geçen gün, yeni bir sıkıntıya açılan kapı hükmündeydi sanki.
Artık eskisi gibi yemek yiyemez olmuş, belirli şeyleri, belirli miktarda yiyebilir olmuştum. Hapishane beni ilk midemden vurmuştu.
Her ne kadar dirense de sonunda aylara kavuşmuştu günler. Yalnızlığımı gidermek ve ferah bulmak için kendimi limanına attığım kitapların da bana arka çıkmadığı olmuştu. Hapishanenin loş ışığında okumak için adeta içine girdiğim kitapları, günden güne okumakta zorlanmaya ve artık gözlerimi kısarak okumaya başlamıştım. Yanıyordu adeta gözlerim. Göz yangınımı söndürmek için serptiğim sular kifayet etmiyordu. Yangından korunmak için siper ettiğim gözlük de bir süre sonra ateşe yandaş çıktı. Ve sonunda bir gözüm karanlık salonlardan ayrılan koltuğuna kuruluverdi. Öteki gözüm mü? O da ona kavuşmak için çırpınıp durdu... Ve ben artık eşten-dosttan nadir de olsa gelen mektupları okuyamaz olmuştum.
Takvimler henüz bir buçuk yıl dört duvar arasında kaldığımı bana haykırıyordu ki hapishane arkadaşlarımı duyma güçlüğü çekmeye başlamıştım.
Üst üste gelen bunca şeye çok şaşıran ama bir anlam veremeyen hapishane yetkilileri, yerimi değiştirmek ve beni başka bir yere sevk etmek için çok uğraştı. Ama neticede, bu günden sonra hiçbir şeyin fayda veremeyeceğine hükmedildi ve ben tahliye edildim.
O günden sonra dışarı çıkmanın pek bir farkı kalmamıştı. Göremedikten sonra ha dört duvar arasında kalmışım, ha cennet ortasında. Duyamadıktan sonra ha canavar bağırtıları gelmiş, ha en güzel nağmeler. Yiyemedikten sonra dünyanın en güzel ve gıdalı yiyeceklerinin arasında olsam ne ifade ederdi ki? Eskisi gibi arkadaş canlısı da değildim hem... Etrafım insan kaynıyordu; ama ben, yalnızlık dehlizinde, rüzgârdan savrulan yaprak gibi uçuşuyordum tek başıma.
Görebilmeyi ne çok isterdim! Eşimi, oğlumu, arkadaşlarımı... Görüyordum; ama saldıran düşmandan korunmak için sipere yatmış ve kendini belli ettirmemek için çer-çöp arasından etrafa bakıyormuş gibi...
Duymak ne büyük bir güzellikmiş! Eşimin ?Kahvaltı hazır!? diye seslenmesini, oğlumun kahkahalarını ne çok özlemişim...
Ya eşimin hazırladığı kuymaktan mideme dokunur korkusuyla yiyememek... Ya o yaptığı ve kokusu her türlü önemli işten elimi çekip mutfağa koşmama yeten hünkârbeğendi?.. Dayanamayıp aldığım bir lokmanın bir lezzetinin on acı kıvranmaya zemin hazırlamasına ne demeli?
Daha önceden bende olup da sonradan elimden alınan bu nimetleri tekrar elde etmek için neler vermezdim ki... Geri gelme imkânı olsa bütün servetimi hiç çekinmeden verirdim. Öyle ya, ben göremedikten, duyamadıktan, tadamadıktan sonra olsa neye yarar!
Ve içten içe yalvarmalar, Rabbime niyazda bulunmalar peşi sıra takip ediyor:
?Ne olur Allah'ım! Geri ver bu nimetlerini, kıymetini bilemedim varken. Ama çok zor oluyor onlar yokken. Güneş doğuyor ama ben bihaberim yaydığı yedi renkten. Acizim kuşların ruh dolduran nağmelerini duymaktan... Ne yapabilirim ki ben, eğer Sen vermezsen!.. Geri ver, n'olur!..?
...
Yok, yok... Hapishane diye bir şey yok. Gözlerden, kulaktan, mideden olmak da yok.
Bütün bunlar bir mizansendi. Kendi iç dünyamdaki bazı düşüncelerin dışarıya vurmuş haliydi. Sahip olduğum bunca nimetin bir an olsun elimden alındığını kurguladığım bir senaryo...
Şu an elimizde olan ve hiç de kıymetini bilmeden kullandığımız bu nimetler elimizden alınacak olsa hayat ne kadar da zorlaşırdı, değil mi? Tekrar elde etmek için neler vermezdik ki?
Olayı şöyle düşünebiliriz: Bu nimetler bizden alındı. Bir deprem, bir yangın, bir kaza, nedenin bilmediğimiz bir ağrıyla hastaneye kaldırılma... Bir şekilde bu duygularımız görevlerini yerine getiremez oldu. Sonra biz o kadar içten dualar ettik ki!.. Rabbimiz duamızı kabul etti ve bu nimetleri tekrar geri verdi.
Evet, şu an bu nimetler bizde ve Rabbimiz her gün yeniden veriyor bu nimetleri. Her gün yeni bir gün başlıyor, yeni bir âlem inşa ediliyor. Bu âlemle irtibat kurabildiğimiz duyular, duygular görevlerini mükemmel bir şekilde ifa ediyorlar. Göz, en kaliteli fotoğraf makinelerini kıskandıracak güzellikle kareler yakalamakta; kulak, en ince sesleri yakalayıp hemen ayırt etmekte; mide, gönderilen envai çeşit gıdaları en güzel şekilde halledip bir sonraki aşamaya tevdi etmekte... Bunları her gün yapmaktalar.
Öyleyse her gün verilen nimetlerin şükrünü eda gerekmez mi? Her nimetin şükrü kendi cinsindendir denir. Artık, bu nimetlerin şükrünü kim ne derece eda edebildiğini herkes kendisi hesap edebilir... Çünkü nimet şükür görmedi mi çabuk kayboluyor. Şükür, nimeti ziyadeleştiren sırlı bir iksirdir. Nankörlükse tam tersi...
Bir ışık yakmak, muhayyilemde dalgalanan düşünceleri sesli olarak, hatta yazılı olarak ifade etmek ve belki de bir nebzecik faydalı olmak temennisiyle kaleme aldığım bu yazı, umarım istifadeye medar olur diyorum...
Ve şunu da belirtmek istiyorum. Dünyayı seviyorum, hayatı seviyorum ve hayatla bağlantı kurmamı sağlayan, yeryüzündeki bütün servetlerden kıymetli olan bütün özelliklerimi seviyorum. Gözlerimi, kulaklarımı, midemi... her şeyimi seviyorum. Ayrıca insanları seviyorum, sizleri seviyorum, eşimi, oğlumu, anne-babamı, çocukları, çiçekleri, sevmeyi seviyorum...
Sahip olduğumuz nimetlerin değerini bilmek ve kaybetmemek ümidiyle...