Mamudolu ve şiir çocuk
Sonbahar gününün kışı esneyen ilk ışıkları köyün doğusunu boydan boya kaplayan sırtların ardından belirirken, toprak peçkanın karşısına çömelen kadın oflayıp puflayarak, sabah çorbasını hazırlama telaşındaydı. Yanı başındaki çalı çırpı öbeğinden aldıklarını parmakları arasında çarçabuk kırarak, peçkanın küçük dört köşe ağzına tıkıştıran kadın, peçkanın ağzından yükselen yalazının ışığında ürkütücü masal kahramanlarını andırıyordu. Çömeldiği yerden arada bir doğrularak peçkanın üzerinde fokurdayan tencerenin içini tahta kaşıkla karıştırıyor, arkasındaki evin sol odasına başını çevirip bakmadan öfkeyle sesleniyordu:
'Kalk artıkın gavurun dölü... üstüne ölü topramı serildi? Gelirsem oraya etlerini kıymık kıymık edecem!..'
Çocuk çoktan kalkmış pencereden, kül rengi bir sis perdesinin ardındaymış gibi görünen kadına bakıyordu. Peçkanın ağzından yükselen yalazının aydınlığında kızıllaşan yüzün ürkütücü görünmediğine kendisini ikna etmeye çalışıyor, geçen yıl orta okula gitme isteğine, 'hayır' diyen babasına destek verdiği için anasına karşı duyduğu öfkeyle savaşarak, görmeyi özlediği sevgiyi canlı tutmaya çabalıyordu. Babası dövdüğünde sinir krizleri geçiren, ayılıp bayılan anasına yardıma koşar, babasına yalvarırdı. O ise kendisini dövmesi için babasını fiştikler, yerli yersiz kendisi de döverdi.
?Dövse de, sövse de o anan senin!..' diye sesleniyordu içinden birileri.
?İyi ama o seni çocuğu gibi sevmek yerine hep dövüyor!..' diyerek karşı çıkıyordu bir başka birileri.
Ve mutlu bir aile düşleyerek kendi kendisiyle konuşmaya başladı çocuk. Çocuğun kendiyle konuşması, çalı çırpı öbeğinden odun parçası kapan kadının eve doğru koşmasıyla kesildi. Anası kapısına ulaşmadan odadan dışarıya fırlayan çocuk soluğu ahırda almıştı bile.
Kadın belalar okuyarak peçkanın başına dönerken ahıra dalan çocuk iki ineğin, bir buzağı ve eşeğin bulunduğu ahırın yoğun dışkı ve sidik kokusuyla başı dönerken, alışkın devinimlerle pislikleri kürüyerek ahırın kapısına yığdı. El arabasına doldurarak gübre öbeğine boşalttı.
Çocuk ahırdaki işini bitirdiğinde, babası setresi omuzlarında sokak kapısından giriyordu.
Babası her sabah erken saatlerde uyanır, köy kahvesine giderek bisküvi eşliğinde sabah çayını içerdi. O gelene kadar da anası inekleri sağar, azık torbalarını hazırlar, sabah çorbasını pişirirdi.
Ekşi hamur ve gazyağı kokan odada oturup konuşmaksızın sabah çorbasını kaşıkladılar. Babası sofra başında konuşulmasına kızardı. Bu yüzden sofranın dilsiz sessizliğini, ağız şapırtıları ve kaşık sesleri bozardı.
Babası bir omzunda azık torbası diğerinde kosası ovaya yollanırken, çocuk ahıra girerek inekleri dışarı çıkardı. İki inek alışkın adımlarla sokağa çıkarken, çocuk samanlığa girerek, sakladığı kalem ile defterini azık torbasına tıkıştırdı, eşeğin üzerine binerek ineklerin peşine düştü.
Çocuk yedi yaşından beri şiir yazıyordu. Anası ile babasının, 'boş iş!..' saydıkları şiir yazmayı bu yüzden gizlice yapmak zorundaydı. Akşamları samanlığa sakladığı defter ile kalemini sabahları gizlice azık torbasına koyardı.
Evlerine iki ev uzaklıktaki yeri göğü, her yanı sarı olan evin önünden geçerken başını çevirip baktı. Görmek isteği elbette ki ortalıkta yoktu. Çünkü görmek istediği bu yıl orta okula başlamıştı. Sevgili giderek kendisinden uzaklaşıyordu. O okuyup öğretmen olacak, kendisi çiftçi olarak kalacaktı. Öğretmen kızın çiftçi delikanlıyla evlendiği nerede görülmüştü!..
Sıkıntıyla iç geçirerek sırtlara baktı. Boz aydınlığını ortalığa yayarak yükselen güneş, sırtların eteklerini kaplayan ve maktaya verildiği için giderek azalan meşelerin küskün renklerini ortaya çıkarıyordu.
İki yıl önce orta okula gitme sevinciyle mezun olduğu okulunun önünden geçerken okumaya, yazmaya ve resim yapmaya olan ilgisini gören öğretmenlerinin babasına yalvarmalarını bir kez daha hatırlayınca, üzüntüsü bir kat daha arttı. Köyün tozlu ana yoluna çıkarken, ?okumayı, yazmayı, resim yapmayı hiçbir zaman bırakmayacağım' diye mırıldandı.
Köyün tozlu ana yolu kıra çıkan koyun, keçi, inek ve öküz sürüleriyle doluydu. Koyun ve keçi sürülerinden yükselen çan sesleri, çobanların 'oooo!..' 'yeaaah!..' seslerine karışıyor, çifte giden arabaların çıkardıkları gıcırtılar ses karışımına katılarak, köyün toz bulutlarıyla kaplanan havasında yankılanıyordu.
Erkek çocuğu olmayan ailelerin kadınları ellerinde iki buçukluklar yol kenarında bekleşerek, hayvanlarını otlağa çıkaran erkek çocuklarına, onların hayvanlarını da kıra çıkarmaları için yalvar yakar oluşları, bu ses curcunasında duyulmuyordu. Sıkca sinek tutan yada zulum hayvanların sahiplerinin yalvarmaları otlağa varana dek sürüyor, iki buçukluk üç liraya çıkınca yalvarmaları sona eriyordu.
Çocuk kitap almak için para biriktirmesi yüzünden, bu kadınların bir çoğunun hayvanlarını otlağa çıkarmış, günü sinek tutan hayvanların peşinde sinirden ağlayarak koşmakla geçirdiği için artık, üç değil beş lira verseler bile hiç birini otlağa çıkarmaz olmuştu. Bu yüzden erkek çocuksuz kadınlar arasında adı, 'boz keçi!..'ye çıkmıştı.
Peşinde, iki hayvanını otlağa çıkarması için yalvaran bir kadın, Mahmudolu'nun evine vardığında, Mahmudolu evinin sundurmasında oturmuş her sabah olduğu gibi kahvesini yudumluyordu. Çocuğu gören Mahmudolu, 'vay vay vay!.. Bizim çilli sarı oğlan kıra çıkıyı!..' diye bağırmaya başladı. Mahmudolu, köyün eski muhtarlarındandı. Uzun yıllar köyde muhtarlık yapmış, yaşlanınca bacakları yapılı gövdesini taşıyamaz olduğu için, evinin sundurmasında sabahtan akşama dek oturarak, gelip geçenlere laf atardı. Laf atışları kırıcı olmadığı için, çocuk onu şakacı olarak görür, Nasrettin Hoca'ya benzetirdi.
Hoşlandıklarına kıssadan hisse fıkralar anlatır, hoşlanmadıklarına iğneli sözler sıralardı. Babasının, 'Deli bunak' dediği Mahmudolu'nun dedesi olmasını ne çok istemişti.
Kulaklarında çınlayan Mahmudolu'nun sözleri, öküz deresini geçerek otlak yoluna saptığında, beyninde gezinen dizeleri mırıldanmaya başlamıştı bile.