Manend-i Bimisal Memleket
Sabah güneşi kara bulutların arasından kendine yol bulmuş odaya yansıtıyordu tüm aydınlığını ben ise masamda bir kenara uzanmış hala yaprak yırtıp, karalamakla meşguldüm. Bir sayfa bir tane daha beş on... Bir türlü gelmiyordu sonu bu meşgalenin ama kararlıydım, doğmalıydı bu yazı güne ya da geceye...
Uzun bir gecenin ardından ayaklandım yerimden mahmur gözlerle aynanın karşısında buldum kendimi altı açık kalmış çaydanlık buğulamış her bir yanı küçücük odamda. Aynada ne kendimi ne de pencereden odamı selamlayan Beşparmak'ın yansımasını görebiliyordum. Ayna, Beşparmak'ı buğusuna saklamıştı. Sokaklar ne kadar soğuksa, odam da bir o kadar sıcaktı. Aslında Kıbrıs dedikleri o Akdeniz'in yaramaz çocuğu sıcakkanlı bir mevsime kapılarını çoktan açmış olmalıydı. Bilakis hava çok sert; bir savaş alanını andırıyordu dışarısı. Top, tüfek yeryüzüne hücum ediyordu, kara bulutların ardından gökyüzünün askerleri. Aynayı şöyle bir hamle ile silecekken Beşparmak dağlarının selamını aldım. Merhaba Beşparmak; merhaba Lefkoşa...
Lakin garip bir sitem içinde verdi selamını Beşparmak. Zira üzerini öyle bir sis kaplamıştı ki zirvelerden tepelere doğru inen ve indikçe öfkesinden daha da kararan bir sis, kara-sis. Adayı dağlarından sarmaya başlamıştı. Adayı dört bir yandan sarmak gökyüzünün bir oyunu mu? Yoksa bir turan taktiği miydi. Karpaz'dan, Güzelyurt'a; Girne'den-Lefkoşa'ya...
Her yer sis her yer karanlık ne o ulu güneşin zerresi geçiyordu habais bulutlarının arasından ne de sıcaklığı... Tek görüntü, tek gerçek vardı. O da yeryüzünün sis altındaki hayali görüntüsü. Bu da neydi böyle nereden çıktı bu kargaşa? Etrafı kararttığı yetmiyormuş gibi bir de üzerimize saldığı o göğün askerleri... kimi soldan geliyor kimi sağdan amaçları yıpratmaktı direnen ağaçları. Zaten sis sarmıştı etrafı bu büyü bu sitem neden bu tek taraflı savaş demeye bile yer vermiyordu patlatıyordu gümbürtüyü sanki bitmek, yorulmak bilmeyen başka bir ordu daha salmıştı daha sert daha kararlı. Yoksa taş mı yağdırıyordu bu kara kuşaklılar bir sıra dizilmiş Beşparmak'lara...
Pencereye yaklaştım seyretmeye başladım bu hengameyi. Görülüyordu ki karalı bir çıkartma vardı adanın üzerine. 974 geldi bir anda yalayıp yuttuğum Kıbrıs tarihinden. Ama bu topraklar zaten bizim değil miydi? Evet, öyleydi. Ama 974'ten bu güne ne değişmişti de bu saldırı yeniden başlamıştı. Evet, şimdi anlıyorum. Nankörlüğün cezasıydı bu. Yozlaşmış, hatta eski yıllarına geri dönmüştü cilveli, manend-i bimisal memleket. Sokaklarda gezen vurdum duymaz yarım Türkçe ile İngiliz hayranı, zenginliğin gözlerini kör etmiş hırslı genci; bir yandan dine kapılarını kapatmış, Allah'ın selamını almaya mecali olmayan otuz-beş yaş. Haksız değildi 74 kuşağı, Kanlı Noeli yaşayan da onlardı, savaşta toprakları uğruna can feda eden de. Şimdi anlıyorum bu sisli saldırıyı. Bu Allah'ın uyarısıydı. Beklide yutup yok edecekti Gönyeli sırtlarındaki amele mekanlarını, belki de sınırdaki gereksiz şahsiyetleri.
Şimdi daha da karardı memleket, gökyüzü güneşi vermemeğe kararlıydı. Sis şehre iniyordu yavaş yavaş etrafta ne kuş cıvıltısı ne de bir insan sessiz, sukut her yer. Ne bu sessizlik uyan artık diyecektim ve ben uyandım. Bu olamaz Kıbrıs dedikleri yüzyılların Türk cevheri. Yine olmamıştı aklımdan bir sayfa daha yırtıp yere attım. Kalkıp pencereye yanaştım.Toprak kokusu yeni çıkmıştı güneş ile birlikte gökkuşağı ta ki göğe dokunuyordu alnı. Birden gözüm çarptı gülümseyen muzip Beşparmak'lara, şimdi anlıyorum yağmur sonrası barışın simgesiydi bu gökkuşağı.