Mezarlığa Hoşgeldin

Cumhuriyet dönemi ilk öğretmen mezunlarını vermişti.
Bunlardan biriside Hüseyin öğretmendi ve hemen Anadolu'nun öğretmensiz bir köyüne ataması yapıldı.
Hüseyin tayin olduğu yere nasıl, gideceğini araştırmaya başladı.
Kasabanın uzağından tren geçtiğini öğrenmişti ama tren istasyonu kasabaya uzaktı.
İstasyondan direk köye doğru yürümek daha mantıklı geliyordu.
Bu ulaşımı zor köye tayininin çıkması Hüseyin'in mesleğini yapması için hiçbir engel teşkil etmiyordu.
Artık o bir öğretmendi ve vatan ondan hizmet bekliyordu.
Bu duygularla İçi içine sığmıyor kalbi heyecanla atıyordu.
Görev yapacağı tarih gelip çatmıştı.
Tahta bavulunu hazırladı ve yaşlı annesi ve babasının elini öptü.
Onlarla helalleşti bir hafta önceden tayininin çıktığı köye gitmek için tren garına gitti.
İlk defa trene binecekti ve bir hafta önceden biletini almıştı.
Görev yapacağı bölgeyi hiç bilmiyordu. Trene bindi kompartımanları şöyle bir dolaştı. Tren boş sayılırdı ve hava hala aydınlanmamıştı.
Pencere tarafında bir yeri gözüne kestirdi ve tahta bavulunu yüksekteki yük bölümüne zorla koydu. Yerine oturdu saatine baktı, trenin hareket saati gelmişti. Kara trenin acı düdüğü duyuldu. Ama tren hareket etmemişti, saniyeler, dakikaları kovaladı. Trenin keskin çığlığı yeniden duyuldu. Tren rayların üzerinde hafifçe kımıldadı. Tekrar tekrar keskin çığlıklar attı. Garı bir duman tabakası kaplamıştı. Kara tren gürültüyle ve homurdanarak, yavaş yavaş hareket etti. Hüseyin raylardan gelen gürültüye şöyle bir kulak kesildi.
Birkaç dakika sonra trenin ilk kalkışta bıraktığı duman arkalarında kalmıştı.
Hüseyin merakla pencereye adeta yapıştı ve etrafına bakmaya başladı.
Hava aydınlandıkça dışarısını daha rahat görür olmuştu.
Yol boyunca tek tük ağaçlar, birkaç koyun, dağların eteklerinde keçi sürüleri zaman zaman bu siyah beyaz manzaraya renk veriyordu.
Hüseyin biraz uyumalıyım diye düşündü, trenin raylardan çıkardığı ses ninni gibi gelmişti.
Tam uykuyu yakalamışken birden kara trenin çığlığı duyuldu.
Tekrar pencereden dışarıya baktı.
Tren bir tünele girmek üzereydi.
Bir süre içeriyi karanlık sardı, karanlığı tünelin ucunda ki ışık kovaladı ve gözkapakları gözlerini örttü.
Yine o keskin düdük uyanmasına sebep oldu.
Hemen saatine baktı, tren hareket edeli sekiz saat olmuştu.
Tekrar pencereye dayandı, bu sefer kıraç topraklara değil, gökyüzüne bakıyordu.
Mavi gökyüzünde küçük beyaz bir bulut dikkatini çekti.
Sanki trenle yarışıyordu.
Tren bazen onu geçiyor, bazen de bulut treni geçiyordu.
Bu yarış canı sıkılıncaya kadar devam etti.
Kompartımana şöyle bir göz gezdirdi.
İki veya üç kişi vardı.
Uyurken acaba ineceğim istasyonu geçtik mi diye birden telaşlandı.
Ayağa kalktı, kompartımanları gezmeye başladı.
Bir görevli arıyordu, sonunda en dip kompartımanda şapkasını yanına koymuş ve uyuyan görevliyi gördü.
Görevlinin kolunu tuttu ve yavaşça kendine doğru çekti.
Adam korku dolu gözlerle Hüseyin'e baktı ve hemen toparlanarak, şapkasını başına geçirdi
*Hayrola?
*Sarıçiçekli'yi geçtik mi?
Adam saatine baktı..
*Daha oraya üç saat var.
Kuş uçmaz kervan geçmez yerde ne işin var.
*Ben öğretmenim tayinim oranın bir köyüne çıktı, görev işte.
*Seninki de amma şansmış, bula bula orayı mı buldun.
On sekiz senedir bu trende görev yaparım.
O istasyondan ne binen olur, nede inen.
Vallahi yalanım yok, on sekiz senedir o istasyonda ilk sen ineceksin.
Ne diyeyim, şansın açık olsun.
*Bana istasyona yaklaştığımızda haber verir misin?
*Vermesine veririm de, sen oradan köye nasıl gideceksin.
*İstasyona kasaba uzak mı?
İstasyonun ismi Sarıçiçekli de kasaba istasyona çok ters kalır, onun için Sarıçiçekliler bu istasyonu kullanmazlar.
Keşke otobüsle gitseydin.
*Demesi kolay harcırah anca trene yetiyordu.
*Sende haklısın, istasyonda inince hangi tarafa yürüyeceğini biliyor musun?
*Haritadan bakmıştım, karşı dağlara doğru yürüyeceğim ve direk köye gideceğim.
Kasaba köyün tam tersinde en iyisi köye doğru yürümek.
*Daha çok gençsin, kurdu, kuşu, maazallah eşkıyası var.
Aman dikkatli ol, kendine dikkat et.
Geceye de kalma!
*Böyle gidişle mecbur geceye kalacağım, kendime artık uygun bir yer bulur, geceyi orada geçiririm.
*Yıldızlar yorganım, toprak yatağım desene.
Ah, gençlik ah.
Bende gençliğimde tek başıma çok arazide yattım.
Serde gençlik var ya, korku nedir bilmezdim.
Ama şimdi öyle mi?
Her şeyden korkar oldum.
Hadi sen yerine git, biraz uyumaya çalış.
Sen hiç merak etme, ben sana istasyona yaklaşırken haber veririm.
Hüseyin görevliye teşekkür ederek yerine döndü. Tahta bavulunu açtı ve annesinin kendisine hazırladığı yol azığını çıkardı.
Kendisini okutmak için fedakâr, yaşlı anası ve babasını düşündü.
Onların hakkını ödeyemem dedi. Evin tek çocuğuydu.




Ağabeyi Çanakkale savaşından dönmemişti, ablası da ince hastalıktan ölmüştü.Annesi yavrularının acısından sonra az konuşur olmuştu.
Maaşımdan onlara her ay para göndereceğim, bu yaştan sonra onları rahat ettirmek boynumun borcu diye söylendi.
Birden trenin penceresine bir gölge düştü.
Hüseyin gölgeyi sözlüsü Sibel'e benzetti.
Elini dudaklarına götürdü ve camda ki hayali sözlüsünün dudaklarının üzerine elini koydu. Sibel ile öğretmen okulunda tanışmıştı.
Zamanla birbirlerini sevmişler ve evlenme kararı almışlardı.
Hüseyin ona söz yüzüğü olarak, kendi elleriyle yaptığı gümüş bir yüzük takmıştı.
Sibel'in tayini de Anadolu'nun başka tarafına çıkmıştı.
Ama birbirlerine söz vermişlerdi.
Türkiye'nin neresinde olursak olalım, mektupla bildirilecek tarihte Ankara'da buluşarak evleneceklerdi.
Bu iki sevdalı için, gerisi Allah kerimdi...
Hüseyin evlendikten sonra gerisi kolay
Bakanlığa karşılıklı dilekçe veririz, ikimizin aynı yere tayini çıkar diye düşündü.
Trenin camına yine güneş hakim olmuştu.
Sibel'e benzeyen, gölge bu yüzden, onu terk etmişti.
Uzun süre o gölge tekrar gelir mi diye cama dikkatlice baktı.
Sibel'in hayalini tekrar görür gibi oldu.
Ama görüntü bu sefer cama net düşmemişti.
Beynim aklımdan geçenleri bana ayna vazifesi yapıyor diye söylendi ve dudaklarına keyifli bir gülücük oturttu.
Bir süre Sibel'i düşündü onunla beraber mutlu hayaller kurdu.
Kompartımanın kapısının açıldığını fark etti ve hayallerini bölmek zorunda kaldı.
Başını çevirerek, kapıya doğru baktı.
Kendisine doğru yaklaşan görevliyi gördü.
Hüseyin ineceği istasyona yaklaştığını anlamıştı.
Ayağa kalktı ve valizini koyduğu yerden aldı.
Görevli ona babacan bir tavırla baktı ve yanına yaklaşmasını bekledi.
Hüseyin görevlinin yanına geldi hiç konuşmadan kompartımanın kapısında trenin istasyonda durmasını beklemeye başladılar.




Kara tren yavaşladı ve gürültüler çıkararak durdu.
Görevli ona kapıyı açtı ve oğlum kendine dikkat et, kuşa, kurda yem olma dedi.
Hüseyin onun elini öptü ve trenden aşağıya indi.
Tren bir süre hareket etmeden bekledi, sonra korkunç bir düdük sesi duyuldu,
arkasından etrafı simsiyah bir duman kapladı.
Tren yavaş yavaş hızlandı ve gözden kayboldu.
Hüseyin karşı dağlara, sonra saatine baktı.
Havanın kararmasına daha üç saat var diye söylendi ve hızlı hızlı dağlara doğru yürümeye başladı.
Patika bir yol bulmuştu, o yoldan hızlıca yürümeye başladı.
Herhalde hayvan sürüleri bu yoldan geçiyor diye düşündü.
Saatler geçmiş, hava kararmaya başlamıştı.
Gökyüzüne baktı, bu gece dolunay var.
Etrafımı daha rahat görürüm diye sevindi.
Bir süre daha hızlı hızlı patika yolda ilerledi tahta bavulu artık kendine ağır gelmeye başlamıştı.
Geceyi geçirecek bir yer aramaya başladı ve sonunda düz bir arazide karar kıldı.
Yorgunluktan bacakları ağrımıştı.
Ayakkabılarını çıkarıp, hemen sırt üstü uzandı, yıldızlara bakarken bir yandan da sabah ola hayrola diye içinden geçirdi.
Şu büyük ayı, şu küçük ayı, şu da kutup yıldızı diye yıldızların yerini parmağı ile göstermeye başladı.
Birden bir ayak sesi duydu, hemen yattığı yerden doğrularak, ayakkabılarını aceleyle giydi ve ayak seslerinin geldiği tarafa dikkatlice bakmaya başladı.
Kendisine doğru karanlığın içinden uzun boylu birisinin yaklaştığını gördü.
Kalbi korkudan gürültüyle atmaya başladı.
Beklide köye giden birisidir diye düşündü ve biraz olsun, korkusunu yendi.
Ayak sesleri gecenin sessizliğini bozarak kendisine yaklaştı ve ayakların sahibi tam karşısında durdu.
*Selamınaleyküm
*Aleykümselâm
*Hayrola gecenin bu vaktinde yolunu mu kaybettin?
*Yok! ben öğretmenin, şu dağların arkasındaki köye tayinim çıktı.
Gece çökünce burada mola verdim.
Allah kısmet ederse, sabah kuşluk vakti yola koyulurum.
Sen buralı mısın?
Yok! buraları bilmem, bende yabancıyım.
Adam Hüseyin'in tam karşısına oturdu, omzunda ki tüfeği kucağına aldı.
Hüseyin tüfeğe dikkatlice baktı, tüfek çok eski bir modeldi.
Bu eski tüfekle buralarda ne yapıyor diye düşündü, karşısında oturan kişiyi incelemeye başladı.
Adamın uzun sakalı ve üzerinde eski bir asker elbisesi omzunda rengi solmuş çavuş rütbesi vardı.
Hüseyin kendini toparladı ve
*Asker misin?
*He askerim hem de çavuşum.
Hüseyin adamın hareketlerinden dolayı tedirgin olmuştu, herhalde deli diye düşündü.
Adama nerelisin diye sordu
*Ben balkanlardanım Deliorman tarafı, oraları bilir misin?
Hüseyin Deliorman'ın Bulgaristan tarafında olduğunu hatırladı ve
*Yok! O tarafları hiç bilmem, ben Anadolu'nun iç tarafındanım.
*Abe bizde bu tarafları bilmezdik, savaş çıkınca bizim taburu bu tarafa gönderdiler.
*Bu gece vakti, nereye gidiyorsun?
*Kaybettiğim bölüğümü arıyorum.
Abe Rüstem çavuş bölüğünü bulamadı kimseye dedirtmem, benim yerim silah arkadaşlarımın yanı.
Hüseyin zavallı kafayı fena üşütmüş inşallah, bana zarar vermez diye düşündü.
*Rüstem çavuş
*Buyur kurban..
*Bölüğünü nerede kaybettin?
*Allahuekber dağlarında Sarıkamış'ta moskofla çarpışırken, ben hastalandım, bölüğün en arkasında kaldım.
Abe bildiğin gibi değildi korkunç bir soğuk vardı. Üstelik buz gibi esen rüzgar, insanın kemiklerinin arasına kasatura sokarsın yaa işte namussuz vücudumuza öyle sinsice yılan gibi giriyordu.




Haa!
Birde lanet tipi, o tipi var ya, o rüzgarla beraber yağan tipi yüzünden göz gözü görmüyordu.
Hüseyin Sarıkamış faciasını okumuştu ve o korkunç olayı biliyordu.
Bu deli adam bunları demek ki birisinden dinlemiş diye düşündü.
Rüstem çavuş anlatmaya devam ediyordu...
*Allahuekber dağının zirvesinde adım atacak halim kalmamıştı ormanlık bir arazideydik, sırtımı bir çam ağacına dayadım ve oraya oturdum.
Abe Allah seni inandırsın.
Bir öksürük, bir öksürük sanki boğuluyordum.
Donmamak için direnmeye başladım.
Komutanlarımız bize eğer uykuya yenilirsek, donacağımızı söylemişti.
Uykuya direniyordum ama göz kapaklarıma hakim olamıyordum.
Göz kapaklarım kendini taşıyamaz olmuştu. Sanki ağırlık bağlanmış gibi devamlı aşağıya düşüyordu.
Bu ara içim geçmiş, birden bir hırıltı duydum, gözlerimi hemen açtım, birde ne göreyim.
Bana bakan, birçok kıpkırmızı ateş gibi yanan gözler gördüm.
Bu çıra gibi yanan gözler, aç kurtların gözleriydi.
Hüseyin istemeden birden irkildi.
İçlerinden en irisi boynuma dişlerini geçirmişti ama onlara karşı koyacak gücüm yoktu.
İşte şu boynumda gördüğün izler kurtların bıraktığı izler.
Hüseyin adamın gösterdiği yere dikkatlice baktı ve birden gözlerini kapattı.
Gördüğü manzara korkunçtu.
Gözünü hiç açmadan bu adam yalan anlatmasına yalan anlatıyor da, boynunda ki izler nasıl olmuş diye düşündü.
Gözlerini açtı.
Bir süre hiç konuşmadan karşısında oturan adamı süzmeye başladı. Elinde eski bir çakaralmaz tüfek, Üzerinde yırtık pırtık Osmanlı döneminin asker elbisesi, parçalanmış bir boyun.
bu adamın şah damarı parçalanmış, bu yaralarla ölmesi gerek diye düşündü.
*Senin anlayacağın, o günden beri kaybettiğim bölüğümü silah arkadaşlarımı ararım.
Hüseyin şaşırmış kalmıştı.
Bir süre ne söyleyeceğini düşündü ama söyleyecek hiçbir şey bulamadı.
Yine gecenin sessizliğini ayak sesleri bozdu, birisi kendilerine doğru koşuyordu.
Rüstem çavuş gelene şöyle bir baktı ve hiç bir şey yokmuş gibi tekrar Hüseyin'e kafasını çevirdi. Hüseyin korkudan adeta donmuş kalmıştı kafası olmayan bir adam üzerlerine doğru koşuyordu, birden istem dışı ayağa kalktı.
Buradan kaçmalıyım diye düşündü. Bir adım attı. Rüstem çavuşun sesini duydu.
*Abe! bu zavallı da kaybettiği kafasını arar. Başı olmayan adam, yanlarından hızlıca koşarak geçti.




Hüseyin paniklemişti, acaba hayal mi görüyorum diye gözlerini ovuşturdu, dilini ısırdı. Hayır hayal görmüyordu.
Kafası olmayan çırılçıplak bir adam hala ay ışığının altında karşı ki dağlara doğru koşuyordu.
Hüseyin'in korkudan dizleri tutmaz olmuştu, istemeden olduğu yere tekrar çöktü.
*Abe o kadar korkma! bu kesik başın kimseye zararı dokunmaz.
Zavallı adam, kesilmiş başını arıyor.
Hüseyin duyduklarına inanamıyordu..
Bu kesikbaş benim komşum olur.
*O da mı Deliormanlı?
*Abe! yok be...
Bu zamanında bir ağanın kızını kaçırmış, ağanın adamları bunu saklandığı delikte kıstırmışlar, kızı elinden almışlar, bununda kafasını kesmişler.
O günden beri her gece kafasını arar. Başını ağanın adamları nereye attılarsa zavallı bulamıyor.
Hüseyin buradan hemen gitmeliyim, ne olursa olsun hemen gitmeliyim diye düşündü ve ayağa kalkarak bavuluna uzandı.
O sırada bacağında bir acı duydu.
Hemen pantolonunun paçasını yukarıya doğru sıyırdı.
Bacağından yere bir şey düştü eğildi düşen şeye dikkatlice baktı.
Yerde yürüyen siyah ve irice bir akrepti.
Hüseyin bir bu eksikti diye söylendi.
Rüstem çavuş da akrebi görmüştü.
*Soktu mu?
*Soktu..
*Bizim o tarafta buna kuyruğu ölü derler soktuğu adam, sabaha sağ çıkmaz.
*Ne yani şimdi ben ölecek miyim?
*Bunlar çok zehirli olur, belki şansın varsa kurtulursun.
Hüseyin hırsla yerde yürüyen akrebin üzerine baştı ve ayağını üzerinde döndürerek onu ezdi.
Pantolonu çıkarttı, akrebin soktuğu yerde bir kızarıklık ve hafif bir şişme vardı.
Ceketinin cebinden çakısını çıkarttı, şişliğin altından ve üstünden bacağını kesti.
Kanın ayak bileğine doğru akışına baktı.
*Abe! çocuk bacağını niye kestin.
*Zehir kanla beraber dışarı aksın diye.
*Ama şimdi kan emiciler, taze kan kokusunu alırlar.
Birazdan tepene üşüşürler.
*Kan emiciler mi?
Vampir mi bunlar?
*Ben vampir falan bilmem, burada iki tane kan emici var.
Eskiden bunlar, yeni doğan bebeğin bile kanını emerlermişti.
Zehir etkisini göstermeye başlamıştı.
Hüseyin etrafını bulanık görmeye başlamıştı ve bacağını hissetmez olmuştu.
Kolunu kaldırmak istedi ama o gücü kendinde bulamadı...
O sırada iki kişi üzerine abandı ve başladı kanını emmeye
Hüseyin onlara karşı koyamadı, yalnız Rüstem çavuşa bunların elinden, beni Allah rızası için kurtar diye yalvardı.
Rüstem çavuş bu olay beni ilgilendirmez, benim görevim kaybolan bölüğümü bulmak diye cevap veriyordu.
Hüseyin öğretmen damarlarından artık kanın çekildiğini hissetmez olmuştu ve kendini kaybetti, sesi hiç çıkmıyordu.
Gün doğmuştu, güneş iyece yükselmiş etrafı cayır cayır yakmaya başlamıştı.
Hüseyin güneşin verdiği sıcaklıkla yattığı yerde gözlerini açtı.
Sabah olduğunu anladı, bir süre etrafı dinledi hiç ses yoktu.
Gözleri ile Rüstem çavuşu aradı o da ortadan kaybolmuştu.
Ölmemişim diye fısıldadı, kanımı emerlerken, demek ki zehiride emmişler diye düşündü.
Yattığı yerden etrafındaki duran taşlara bakmaya başladı.
Bende ki şanssa bak, bunlar mezar taşı geceyi bir mezarlıkta geçirmişim.

Yerinden kıpırdamaya çalıştı, kıpırdayamıyordu, çok güçsüzüm bu şekilde ayağa kalkıp, görev yerime gidemem.
Bu geceyi de burada geçirmekten başka çarem yok.
Yarın sabah gücümü toplarım, öyle yola çıkarım diye planlar yaptı.
Bütün gün kızgın güneşin altında yattı, birkaç kere denemesine rağmen kolunu kaldıramamıştı.
Yine karanlık bastırmış, dolunay etrafı aydınlatmaya başlamıştı.
Hüseyin kendine yaklaşan ayak seslerini duydu.
Bütün gün güneşin altında kendini bilmez bir şekilde yatan, sanki o değilmiş gibi yattığı yerden kalkarak, gelen kişiye baktı.
Kendisine doğru yaklaşan kişi Rüstem çavuştu.
*Selamünaleyküm
*Aleykümselâm.
*Abe! sen köye gideceğim diyordun gitmedin mi?
*Bütün gün güneşin altında yattım, parmağımı kımıldatmaya gücüm yoktu.
Ama şimdi daha iyiyim, bu geceyi de burada geçirip, sabah yola çıkacağım.
Rüstem çavuş sen nereye gittin, Ortalıklarda yoktun?
*Abe! bölüğümü aramak için şu karşı ki dağlara kendimi vurdum ama orada da silah arkadaşlarımı bulamadım.




Hüseyin kendilerine doğru karanlığı delerek gelen, birisini gördü.
Yıldızlar sanki gelen kişinin uzun saçlarına düşmüştü, saçları yıldız gibi parlıyordu.
Parlak yıldız kendilerine iyice yaklaştı ve yanlarında durdu.
*Rüstem çavuş yeni komşun bu mu?
*He öğretmenmiş, şu karşı ki dağların arkasındaki köye tayini çıkmış oraya gidecek.
Hüseyin saçları yıldız gibi parlayan, karşısında duran kıza baktı.
Henüz on üç, on dört yaşlarındaydı.
Hüseyin dayanamadı ve merakına yenildi.
* Senin kimin, kimsen yok mu? ne arıyorsun, gecenin bu vakti burada?
*Şimdi kimsem yok, eskiden yaşlı bir anam ve babam vardı.
O gecede işte böyle havada dolunay asılıydı. Köyümüzü geç vakit eşkıyalar bastı.
Anamı ve babamı gözümün önünde öldürdüler, beni de yanlarına alarak dağ, tepe, günlerce oradan, araya gezdirdiler. Namussuzlar, durmadan sırayla ırzıma geçiyorlardı.
Bir gece ellerinden kurtuldum ve kaçmaya başladım, kaçtığımı fark etmişlerdi ve peşime takıldılar, yakalanacağımı anlayınca kendimi yalçın kayalıkların tepesinden aşağıya attım.
İşte o günden beri o ırz düşmanlarını ararım, bir gün onları bulacağım. Anamın, babamın ve körpe vücudumun intikamını alacağım.
*Sen ne zaman gideceksin tayin olduğun köye
*Sabah yola çıkacağım.
*Sabah gidemezsin de geceleri belki gidersin
Öğretmen, öğretmen! aramıza hoş geldin.

23 Haziran 2012 17-18 dakika 67 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar