Mezarlık Bekçisi

Bu işi o seçmedi. Hayır kesinlikle istediği iş bu değildi. Oysa çocukken, yani her şey daha güzel olacak yalanına çabucak inanırken hayalleri vardı. Bulutların beyazından kesip, denizlerin mavisi ile birleştirdiği hayalleri. Ellerini her sabah güneşte yıkarken, yeniden filizlenen umutları da vardı. Hiçsiz sayılırdı aslında, lakin çocukluk, ona göre her şeyi vardı.




Annesini hatırladı birden. Sabahları namazdan sonra kahvaltısını hazırlayan, önlüğünü ütüleyen gelip alnına dünyalara bedel bir öpücük konduran annesini. Babasının ölümünden sonra, alacaklılar yumruklarken gecekondusunun duvarlarını, oğlunu büyütmeye çalışan süt kokan annesini.




Onunla ilgili en sevdiği şey, okuldan döndüğünde birlikte içtikleri çayın tadıydı. Şimdi ne zaman çay içse bir yerlerde aynı hissi yakalamak istiyordu. Fakat olmuyordu, ruhunda aynı his bir türlü uyanmıyordu. Sanki ölüm uykusundaydı geçmişi ve her türlü üstüne abanan anıları bu noktada ona yardımcı olmuyordu.
Sonra bir zemheri günü eve geldiğinde, çaydanlığın kaynamadığını fark etmişti. Odalara bakındı merakla, annesine seslendi. Cevap veren yoktu ve evleri ondan bir sır saklıyordu. Neden sonra babasının ölümünün ardından, yıllardır kilitli duran odaya girmek aklına geldi.




Bu oda babasının, yani babasından aklında ne kaldıysa işte onun en sevdiği yerdi. Gün sıkıntısından firar, kurtuluş hali için hep buraya gelirdi o. Geldiğinde çoğunlukla gardırobu açar eskiyi yad ederdi.
Kendisi emekli olmuş, mezarlık bekçisiydi. İşine karşı büyük bir disiplini vardı. Hep aynı saatte giderdi mezarlığa. Çoğu insanın yoktu, lakin onun özel bir bekçi kıyafeti vardı. Karısı,yıllarca her zorluğa dayanması için yardım eden güçlü dalı dikmişti elbiseyi. Ne şenlikti o...Oğulları dikiş malzemelerinin etrafında koşarken, akıl almaz sorular soruyordu. Bazen onun zekasından korkardı ikisi de. İşte o zamanlar evde kahkahalar çınlardı. Resimler daha bir güleçti.
Bu odada, bu gardıropta babasının bekçi elbisesi vardı. Her zaman, yani emekliliğinden beri hep buraya girer saatlerce elbisesini ufak bir tebessümle izlerdi.
Yıllar sonra oğlu bu odaya girerken, yine babasının gür sesini duydu:
''Yaşayana saygı kalmamış, bari ölüleri kurtarayım.''
İşini hep bu sözle anlatırdı o, gök kuşağının bütün renklerinin siyah olduğu bir yerde çalışıyordu lakin işin gerçekten seviyordu.
Sonra genç adam ki on beşine yeni basmıştı o zaman, kapıyı yavaşça itti. Kapının acı ağıtı göreceklerinin habercisiydi sanki.
İçeriye girdiğinde annesini gardıroba dönük vaziyette hasır iskemlesinde buldu. Kucağında çerçeveli bir resim taşıyordu. Başı sol tarafa düşmüş, gözleri kapalıydı. Öldüğünü anladı, hatta daha eve girerken hissetmişti. Bir müddet kendi zihninin odalarında dolandı. Ardından annesini iskemleden kaldırdı. Resim bu sırada hayatın cam kırıklarından daha da tene batıcı bir halde yere düşmüştü.
Resme baktığında babasının ve kendisinin birlikte çekilen nadir resimlerden olduğunu gördü. Lunaparkta olmalıydılar, ışıklar hayatın gerçekçi tarafına ait olamazdı çünkü.
Annesini götürüp yatağına usulca yatırdı. Normalde pek yapmadığı bir şey yapıp, eline bir dua kitabı aldı. Kelimeler zorlasa da onu büyük bir imanla okudu. Sonra komşularına haber verdi.
Garipti ama ağlamamıştı, istemiş fakat yapamamıştı. Kendinden şüphelenmişti, yoksa annesini sevmiyor muydu? Alakası bile yoktu, sevgi eğer gerçekten varsa, o annesini çok seviyordu.
Cenaze, akraba ziyaretleri, yalancı teselliler derken bir ay geçti. Yalnız başına kalmıştı, bu ilk kez başına geliyordu. Yalnızlık her insanın ciğerini sökerdi fakat, alışmayana daha bir acımasızdı. Şimdi bir şeyler yapması gerekiyordu. Çalışmalıydı, evet hem de acilen.
Bunun farkına vardıktan, yani şu riyakar dünyanın merkezinde namert paranın olduğunu anlamasının ardından çeşitli işlere girip çalışmıştı. Yinede hiçbirinde dikiş tutturamadı. Ya girdiği çatık kaşlı işler onu sahiplenmedi, yada o onları istemedi.
Hayat zordu, hem de çok zor. Bir yandan alacaklılar sıkıştırıyor, diğer yandan erzak sıfırı tüketiyordu. Bu alacalı dünyanın örümcek ağında çırpınırken, bir gün yine babasının en sevdiği odaya düştü yolu. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Ardından gardırobun yarı açık olduğunu gördü. Kapatmaya yeltendiği sırada babasının üniformasını gördü. Aklına hemen bir fikir geldi. Mezarlıkları ürkütücü bulsa, hatta onu iliklerine kadar korkutuyor olsa da düşüncesi bile, babasının işini yapabilirdi.
Ertesi gün, güneş taze bir umutla pencereden sızarken uyandı. Hemen iş başvurusuna koştu, üstünde babasının üniforması ile. Allah'tan ölçüleri hemen hemen aynıydı babasıyla. Başından geçenleri başvuru için gittiği adama anlattı. Bunun yanı sıra babasının da ismini verdi. Neyse ki adam, babasının yakın bir dostu çıktı. İşi hemen ona verdi, zaten mezarlıkta boşta bekliyordu.
İşte bütün bunlar bir çırpıda gözünün önünden geçti. Yağmur sicim gibi yağıyor onu ıslatıyordu. Doğru bu işi kendi seçmemişti, hatta bazen yeri geldi mi isyan etmiyor da değildi içten içe.
Tam eve gitmeye hazırlanırken, babasının mezarı üzerinde bir karaltı gördü. Babasının vasiyetiydi buraya gömülmek. Ancak annesi burada yer olmadığı için başka bir yere gömülmüştü. Hemen harekete geçip, babasının mezarının başına gitti.




Gördüğü sadece bir güvercindi. Fakat daha da yaklaşınca dehşete düştü. Güvercinin yarısı beyaz, yarısı kan kırmızıydı. Onu avuçları arasına almaya çalıştı. Güvercin o lahzada ortadan kayboldu. Sonra mezarlık bekçisi, tam uzaklaşacak İken yeniden ortaya çıktı.
''Gözlerim bana oyun oynuyor.''diye düşündü adam. Alnındaki yara izi ve kırlaşmış saçlarının üstüne bir de topal ayağı ile, korkutucu görünüyordu.
Yeniden güvercine doğru yürüdü, fakat yine karavana.
Bu böyle bir süre devam etti. Yağmur şiddetini arttırmış, ortalık tamamen çamurlaşmıştı. Topal bekçi, yanlış bir adım atınca da çaresiz yere kapaklandı.
Yere düşünce, canına tak etti olan bitenler. Ellerini semaya kaldırdı, daha önce hiç yapmadığı gibi. Haykırdı:''Allah'ım neler oluyor? Bana bir çıkış yolu ver...'' sesi ürkütücü bir halde yankılandı.
İşte tam o sırada. Annesi ve babasının birbirlerine sırtını dönmüş bir şekilde ağladıklarını gördü, kafasının içinde. O an anladı, babasının bir şey istediğini. O an anladı, babasının eşini yanında istediğini.




Annesi ölünce ağlamayan bekçi, işte o zaman hüngür hüngür ağladı. Bir çocuktan farksız. Yağmurun bütün şiddetine isyan eden yaşlarla.
Sonra toparlandı, geç olmuştu lakin annesinin mezarı da fazla uzakta değildi. Şansa geçen ay babasının yanındaki mezar boşalmıştı. Aklından geçeni ilk kez bu kadar iyi biliyordu topal bekçi. Ayağının verdiği hızla, harekete geçti adam.
Bir saat sonra, yanında annesinin tabutu ile geri döndü. Yüzü, gözü çamur içindeydi, lakin gülümsemesi her halinden belli olurdu.Tabutu, bir dua mırıldanarak yavaşça yere bıraktı. Babasının mezarının yanını kazmaya başladı:
''Getirdim...Getirdim baba...''diye söyleniyordu arada.
Bütün işini bitirip annesini yavaşça, toprağa yerleştirdi. Üstünü hızla kapadı.
Çok yorulmuştu...




Babasının mezarı üstündeki güvercini yeniden fark etti. Dikkatlice ona bakarken, güvercinin kırmızı yanının da beyaza döndüğünü gördü. Yavaşça doğruldu, anne, babasının ve bütün ölülerin ruhuna bir Fatiha okudu. Sarma cigarasını çıkarıp yaktı, ardından geceye karıştı.




Mezarlık bekçisi eve döndüğünde hemen sızmıştı. Sabah uyandığında, annesi öldüğünden beri açmayan menekşelerin, çiçek verdiğini gördü. Büyük bir gülümseme, suratına yayıldı. Gidip kendine çay yaptı, uzun zamandır bunu yapmamıştı. Son olarak üniformasını büyük bir özenle giydi. Çayını bitirip, işine gitti.




Topal bekçi, ölene kadar gülümsedi. Ölülere ve işine saygısından, yaşayanlara karşı olan insanlığından.

01 Mayıs 2009 7-8 dakika 40 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 15 yıl önce

    büyük özenle hazırlanmış ve konu seçimi olarakta çok güzeldi.tebrikler.