Mine'l Aşk
*Mine'l aynî ilel aynî vecd…
Kan ter içinde uyandı Asya. Birbirine karışan saçlarının arasından alnına ve boynuna ter damlacıkları düşüyor, bütün bedenini kontrol edemediği bir titreme alıyordu. Yataktan kalkmaya, dik durmaya, gözlerini açık tutmaya çalıştı. Oda soğuktu ve karanlık. Perdeler çekilmişti. Pencereye vuran sokak lambasının ışığı kalın perdelerden içeri sızıyordu. Işığı yakmadı. Karanlıkta kendini daha güvende hissediyor canı daha az yanıyordu. Hiçbir şeye tahammülü yoktu şu anda. Işığın korkusunu daha da belirginleştireceğini düşünüyordu. Üşümeye başladığını hissetti. Üstelik karnı da ağrımaya başlamıştı. Yatağın içinde doğruldu, elleriyle bacaklarını kavrayıp, dizlerini karnına çekti, kollarıyla bacaklarını sardı ve yüzünü dizlerine gömdü. El yordamıyla şifonyerin üzerinde duran sigara paketini aldı. Sigaradan başka bir şey düşünemiyordu o an. Kimi zaman sigara isteğinin kriz haline geldiği anlar oluyordu fakat şimdi, şu anda sigara içmezse öleceğini hissediyordu.
Sigarasını karanlıkta yaktı. Kibrit alevinin bir anlık ışığıyla beraber, yanında yorgana kıvrılmış yatan kocasının saçları, gözleri, teni, dudakları aydınladı birden. Asya, yanında uyuyan adamın kocası değil de bir yabancı olduğunu düşünmeye başladı. Bir başka bedendi bu beden, evliliğinin ilk yıllarında bu bedenin kendi vücudunun bir parçası olduğunu hissederdi. Bunun için çaba sarf etmezdi bile; yatağın içinde elleri ve ayakları büyük bir ustalıkla birbirine dokunur, kenetlenirdi. Şimdi ise uzansa da dokunamayacağı derin bir uçurum vardı aralarında. Bir yabancıya tekrar aşık olmak istercesine uzun uzun baktı yüzüne. Asya, kocasının dudaklarının kıvrımında çıplak ve yalnız kalmış bir ter damlacığına dokunmak için dayanılmaz bir istek duydu o an. Elini uzattı yavaşça, ona dokunur dokunmaz damlacık yok olup gitti.
- Uyuyor musun?
- Hıı hıı...
-Günlerdir hep aynı kâbusla uyanıyorum.
-Daha çok erken sevgilim. Lütfen uyumaya çalış... Seni seviyorum.
Asya, kibrit çöplerini parmaklarının arasında büyük bir öfkeyle ovalayıp, un ufak ediyor, toz haline getirdiği her çöpten sonra bir diğer parçayı ovalamaya başlıyordu. Yanında küçük bir kibrit tepeciği oluşmuştu. Bedeni karanlığın ortasında kıpırtısız yatarken, düzenli bir şekilde kasılıp açılan sağ eli odadaki tek yaşam belirtisiydi. Elindeki sigaranın bitmesine müsaade etmeden bir yenisini yaktı Asya. Aynaya düşen aksiyle oyalandı bir müddet. Telkarisi çalınmış boş beşikler gibiydi aynaya yansıyan bakışları. Hiçbir zamana ve mekâna ait olmayacak kadar sıradan. Neden hep aynı kâbusu gördüğünü biliyordu. Rüyaları, içinde bir yerlerde uyuyan ya da kasıtlı şekilde uyuşturduğu korkularını uyandırmakla tehdit ediyordu onu. Tam anlamıyla ayıkmış, diri ve dinç bir beden gibi de değil üstelik. Gözlerindeki sis çapaklarını temizlememiş, mahmur ve uyuşuk bir şehir kadar varla yok arası bir ritimle.
Asya, rüyasında gövdesinden ayrılan bacaklarına baktı, hala orada duruyor olmalarını yadırgadı. Sonra ağır ağır kapandı göz kapakları.
Tekrar gözlerini araladığında kocası yanında yoktu. Kaç zamandır yalnız uyanmaya alışmıştı ama kocasının, kendisine sezdirmeden sessizce işe gitmesine bir türlü anlam veremiyordu. Kocası, o güzelim uykusunu bölmekten imtina eden üstelik kursağından tek bir lokma geçmeden çalışmayı göze alan fedakâr eşlerden miydi? Yoksa yanı başında yatan kadının acı çekmesinden tarifsiz bir mutluluk duyan, onu uyandırmak yerine kâbuslarıyla baş başa bırakan sadist bir yabacı mı? Asya, her zaman olduğu gibi tercihini ilk olasılıktan yana kullandı. Mimiklerine yapmacık bir tebessüm kondurarak yataktan kalktı.
Acıktığını hissediyordu. Çayı koydu ocağa. Ocağın altını kıstı. Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Yüzünü kuruladı. Sonra dış kapıya doğru yöneldi ve kapının kolunu yavaşça büküp eşikte duran nergisleri itinayla kucağına taşıdı. Kokusunu ciğerlerine hapsetmek istercesine derin bir soluk aldı. Altı aydır, mütemadiyen kapının önüne bırakılan bu çiçekler kocasıyla arasındaki uçurumu yok eden, onları birbirlerine yakınlaştıran yegâne varlıklardı.
Asya, çiçeklere her bakışında, kocasının bunca sene geçmesine rağmen kendisini hala ilk günkü gibi sevdiğini, ona güvenebileceğini, bedenini ve ruhunu koşulsuzca ona teslim edebileceğini görüyordu. Bu konuda kocasıyla hiç konuşmamışlardı üstelik; ne Asya çiçeklerin kendisini ne kadar mutlu ettiğinden bahsetmişti kocasına, ne de kocası küçük sürprizler yaparak karısını ne kadar çok sevdiğinden. İkisi de ketumdu, ikisi de bu küçük sırrın hayatlarına kattığı o pembe renkten hoşnuttu. Sırrı açık etmek, büyünün bozulması demekti onlar için.
Asya derin bir soluk daha aldı ve sonra tekrar mutfağa gidip kahvaltı sofrasını hazırlamaya başladı. Peynir tabaklarını, bergamot kokulu kayısı reçelini, yeşil zeytinlerini masaya taşıdı, yumurtaları suya koydu. Bir sap nergisi, masanın ortasında duran vazonun içine özenle bıraktı. Elinin tersiyle yapraklarını okşadı. Onun için bir şarkı söyledi. Sesi güzel değildi. Menteşeleri eskimiş mutfak kapısından yükselen detone gıcırtılar, Asya’nın tiz sesiyle el ele verip tahammülü zor bir armoni yaratıyordu mutfakta. Önce çayından bir yudum aldı sonra yumurtasından bir ısırık. Bir dilim beyaz peynir, iki adet zeytin… Reçel kavanozunu açmadı bile. Asya’nın mekanikleşmiş bu sıralaması hiç değişmezdi. Ezbere alınmış bir şarkının nakaratları gibi istikrarlı. Özenle hazırladığı kahvaltı sofrasını özensizce yüzüstü bırakıyordu her sabah. Asya’nın ritüel halini alan bu davranışları yalnızca kahvaltıyla sınırlı değildi üstelik: Günde en az bir kitap okuyup, bitirdiği kitabı anında hayatından çıkarmak, her gün aynı saatte babasını arayıp, annesinin nasıl olduğunu sormak ve cevabını beklemeden telefonu kapamak, yürüyen, koşan her varlığa nefret dolu bakışlarla bakıp küfür etmek onun için, takıntılı bir zihnin ürünü değil aksine çağrışımlarını yalnızca kendisinin anlayabileceği ve kim bilir belki de bir ibadet gibi yaptıkça ruhunu ışıtan, yaşamaya olan inancını pekiştiren küçücük, zararsız alışkanlıklardı sadece.
Son zamanlarda bu zararsız alışkanlıklarına bir yenisini eklemişti Asya; kim olduğunu bilmediği bir kadını dakikalarca seyretmek... Yavaş hareketlerle saatine baktı, vakit tamamdı. Önce koridora oradan da balkona doğru yöneldi. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Rüyasında tanık olduğu manzaranın aksine; gökyüzü iliklerine değin miskindi ve bulutlar sanki havada asılı durmuyor adeta orada pinekliyorlardı. Asya, başını balkonun sütununa dayayıp çevresini izlemeye başladı. Beton yapıların arasından yükselen, iri gövdeli ağaçları gördü. Rüzgârın hareketiyle birlikte ağaçlar da biçim değiştiriyor, bir mutlu bir ağlamaklı oluyorlardı. Bir minibüs yanaşıyordu durağa; Yolcularını alıyor, yolcularını bırakıyordu. Minibüsün arka koltuğunda camdan dışarı bakan bir adam vardı. Orta yaşlı bir adam; ne uzun ne kısa. Ne esmer ne sarışın. Belki soğukkanlı bir katildi ya da kendisini karısına ve çocuklarına adamış sevgili bir eş. Hırçın, asabi bakıyordu etrafına; gülen insanlara, canlı renklere, arkası dönük mezheplere, çöplüklere. Ve sonra çocuklar...
Asya tiksintiyle baktı neşeyle koşan çocukların yüzüne, ağız dolusu küfürler savurdu her biri için. Sonra duruldu. Karşısındaki ağaçların arasından, zayıf bir kadın etekliğinin içinde iki asma dalı gibi duran bacaklarıyla yavaş yavaş kendisine doğru geliyordu. Adım attıkça bacakları giysinin içinde görülmüyor, ama hissediliyordu. O kadar ağır ve isteksizce yürüyordu ki, idam sehpasına ilerleyen bir mahkûmu andırıyordu. Saçları, tütün tiryakisi parmaklar ne kadar sararmışsa o kadar sarı, gözleri, bakir ormanlar ne kadar yeşilse o kadar yeşildi. Uzaktan dahi seçilebilen yaralar ve morluklar vardı yüzünde. Ama onlar bile yüzündeki güzelliği gölgelemeye yetmiyordu... Kadın, altı aydır, her gün aynı saatte oraya gelip, aynı bankta hiçbir şey yapmadan oturuyor sonra da çekip gidiyordu. Asya’nın içinde bu kadına karşı sonsuz bir merak vardı. Kadının adını, kim olduğunu ya da ne iş yaptığını umursadığı yoktu. Onun hayranlık duyduğu, kadının bacaklarından nefret edercesine yürüyüşü ve kendi zararsız alışkanlıklarına benzeyen dakikliğiydi sadece.
Kadın, her zamanki gibi on beş dakika oturdu bankta. Sonra geldiği gibi ayaklarını sürüye sürüye gitti. Asya gözden kayboluncaya değin onu izledi. Elini, hırkasının yan cebinde duran telefonuna uzattı. Babasını aradı, annesinin nasıl olduğunu sorup cevabı beklemeden telefonu kapattı...
*Mine'l nefsi ilêl nefsi beraa…
Sokağın karanlığı katre katre evin içine yayılıyordu perdesiz pencereden. Eşyalar özensizce, çalakalem bir duyguyla serpiştirilmişti odaya; Yalnızca bir boşluğu doldurmakla vazifeli, kenarları işlemeli ahşap sehpa, can sıkıntısını törpülemek için orada duran eski televizyon, kabarmış tahta döşemeleri saklayan halı ve çift kapılı, aynalı bir vitrin. Aynalarından biri kırılmıştı, yüzeyinde zamana direnemeyen derin oyuklar vardı. Kurt yeniği olmalıydı ya da başka bir şey. İçine doldurulan envai çeşit bardaklara, tabaklara ve ne idüğü belirsiz onca eşyaya rağmen, yapayalnız, kötürüm bir yaşlı gibi öleceği günü bekliyordu.
Hasret, odanın bir köşesinde, koltuğunda iki büklüm olmuş oturuyordu. Kızını henüz uyutmuştu. Yapmakla yükümlü olduğu gündelik işlerinden arta kalan bu kısa dinlenme anlarında, bedeni rehavete kapılıp gevşemek yerine mesnetsiz bir korkuyla geriliyor, kaskatı kesiliyordu. Öylesi anlarda, kızını ve babasını düşünüp gevşemeye çalışıyor, biraz daha rahatlayarak kendi kendine gülüyor, bir sonraki korku dalgası için cesaret biriktiriyordu kalbinde.
Korkularının kaynağını bilmiyordu. Bu bile onun korkması için yeterli bir sebepti. Bütün vücudunu esir alan bu iğrenç duyguyu gizleyebilmesinin tek yolu tükenmek bilmeyen bir enerjiyle çalışmaktı. Evet, sadece gizleyebilirdi bu duyguyu, söküp içinden atamazdı. Giysilerin temiz ya da kirli olduğuna aldırmaksızın her gün çamaşır yıkar, saatlerce ütü yapar, eşyaların yerlerini değiştirirdi. Evdeki eşyaların eğreti duruşu, onun dağınık ruh halinin yansımalarıydı yalnızca. Kendisine anlık hafıza kaybı yaşatan tüm bu uğraşlar, kibrit alevi gibi geçici bir aydınlık yayıyor içine sonra yorgunluktan parmağını kıpırdatamaz hale geldiğinde, kibrit sönüyor, karanlık başlıyor, korkuları kaldığı yerden devam ediyordu...
Elleriyle alnını ovaladıktan sonra yavaş hareketlerle televizyonun kumandasına uzandı Hasret. Televizyonu açtı. Ekranda bir kadın, kahkahalar atıyordu. Hasret, kadını o denli mutlu eden şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı bir müddet. Düşündükçe, kadının gülmesini ve mutlu olmasını anlamsız buluyor, sonra da bütün bunları anlamsız bulduğu için dehşete kapılıyordu. Kadının kahkahalarına eşlik etmek istediyse de olmadı, sustu. O esnada, oturduğu koltuğun kenarında bir hamam böceği, titrek antenleriyle yürüyerek, ayağına doğru yaklaşıyordu. Hiç kımıldamadı Hasret. Böcek yavaş yavaş geldi, ayağından yukarı tırmanmaya başladı. Böceğin vücudunda dolaşmasından iğreniyor, korkuları bu iğrenmeyle depreşiyordu, ama böceği ayağından atmak için bir hareket yapmıyordu. Şimdi yaşadığı korkunun diğerlerine hiç benzemediğini fark etti Hasret. Böcekler sadece kendisi için değil pek çok insan için de korkutucuydu, bu da onu diğer insanlar gibi olağan, sıradan yapabilirdi pekâlâ. Çevresindeki diğer insanlara benzediğini hissetmek, onlarla ortak bir korkuyu paylaştığını bilmek Hasret’i rahatlatmıştı... Hasret, tam hamam böceğine dokunacakken, anahtarın kilitte dönerken çıkardığı ses, evin içinde yankılandı. Gelen kocasıydı. Çoğu geceler olduğu gibi o gece de sarhoştu. Sendeleyerek, ağır adımlarla Hasret’e doğru yürümeye başladı. Esmerdi; ince, orantılı bir vücudu, siyah gözleri ve üst dudağına değin inen kıvrımlı, iri bir burnu vardı.
-Neden uyumadın?
- Korkuyorum.
- Bıktım senin bu korkularından deli kadın... Ne var korkacak?
Hasret sustu. Geçen yıllarla birlikte o kadar çok korku kök salmıştı ki içine, hangisini yatıştıracağını, hangisini anlatacağını, hangisini ebediyen susturacağını bilemiyordu. Hem hiçbir korku uzun süre bilincinde barınamıyor, yatılı bir misafir gibi kısa bir an konakladıktan sonra, silikleşip yerini bir başkasına bırakıyordu. Bütün bunları kocasına anlatamazdı. Konuşmamak için dudaklarını ısırdı; katmerli güller gibi taç taç açtı, kırmızıya kesti dudakları.
Hasret’in bu sessizliği kocasını daha da öfkelendiriyordu. Kocası, Hasret’in zayıf, ince bedenini tepeden tırnağa süzdü, abartılı bir tavırla gözlerini eski vitrinden yana devirip, sabrının taşmasına artık ramak kaldığını ima eden asabi bir bakışla tekrar Hasret’e baktı. Dişlerini sıktı ve ani bir hareketle Hasret’in omuzlarından kavrayıp, oturduğu koltuktan ayağa kaldırdı. Ne olduğunu bile anlamadan soğuk ve iri biri elin yüzünde öfkeyle patladığını hissetti Hasret. Soluğu kesilip yere düştü ve var gücüyle doğrulmaya çalışırken, kocasının öfkeden deliye dönen bakışlarını, sehpanın üzerinde duran kül tablasını almak için uzanışını, kül tablasının duvara çarpışını, dağılan her bir parçanın ampulden yayılan ışığa nispet yaparcasına delice ışıldayışını gördü.
Kocası, acımasız bir iştahla tekmelemeye başladı Hasret’i. Artık en çok neresinin acıdığını bilmiyordu, bir acı yumağına dönmüştü bedeni. Son bir hamle yapıp kaçmaya çalışırken, kocası bütün hacmiyle üzerine çullandı. Hasret’in bütün vücudu kasılıp kalmış, kıpırdayamaz olmuştu. Kendini, bir bataklık tarafından yutuluyormuş gibi hissetti. Öylece kıpırdamadan durup, kocasının sakinleşmesini beklerken, kalçalarında hissettiği hoyratça dokunuşlarla irkildi. Kocası tarafından dövülmeye, korkutulmaya alışmıştı ancak bu kez bedeninin yalnızca bunlarla aşağılanmayacağını, hayvani bir cinsellikle ruhunun da aynı muameleye maruz kalacağını anladı.
Kocasına engel olamayacağını bildiği için hiç direnmedi. Gözlerini kapayıp babasını düşündü: Çocukken ne zaman nedenini bilmediği bir korkuyla çepeçevre kuşatılsa, babası bu ablukayı yarıp kendisini kurtarırdı. Sonsuz, tükenmez bir sabrı vardı onun. Öldüğü güne dek geceleri hep babasına sarılıp uyumuştu. Hasret, babasının sigaran kokan ellerine sıkıca sarılır, onları öper babası da ona en sevdiği şarkıyı söylerdi: “Küçücük bir aslancık varmışşş...” Bu şarkının sözleri, Hasret’in gün içindeki davranışlarına göre değişirdi; şımarıp da babasını üzdüğü günler, Yaramaz Aslancık, uslu bir çocuk olduğun da ise, Terbiyeli Aslancık...
Kocası, Hasret’in çenesinden tutup, başını kendisine doğru çevirdi, dudaklarına yumuldu. Sonra bacaklarını ayırdı, nefesi hızlandı, gözleri şehvetle daha da bir karardı. Hasret’in gözlerinden bir damla yaş sessizce dudaklarına doğru aktı. Dört bir yanını hamam böcekleri kapladı Hasret’in. Bağırsa ağzına kaçacak, bir yere tutunmaya çalışsa sert kabukları çıtırdayacak, kaçmaya çalışsa binlercesi çiğnenecekti... Öylece durdu. Binlercesinin antenini vücudunun en ücra beldelerinde hissetti. Kocası üzerinden kalkıp, sırt üstü halının üzerine yığılınca, Hasret’in vücudu da suları çekilmiş bir göl gibi çırılçıplak ortada kaldı. Bütün uzuvlarını telaşla bir araya getiren Hasret hızla banyoya doğru koştu.
Banyodan çıktığında kocasını hala halının üzerinde kıpırdamadan yatarken gördü. Ölmüş olmasını diledi o an. Korku dolu adımlarla kızının odasına doğru yöneldi. Kızının yanına yattı, küçücük bedenini sımsıkı sardı. Karanlığın içinde dahi kolayca seçilebilen berrak bir huzur vardı çocuğun yüzünde. İki kaşının arasındaki doğum lekesi, uykunun koruyuculuğu içinde silinmişti. Hasret, kızının soluklarını dinledi, şefkatle saçlarını okşadı, parmaklarını boynunda gezdirdi ve kadifemsi sesiyle kızının en sevdiği şarkıyı mırıldandı: “Küçücük bir aslancık varmışşş...”
Günün ilk ışıklarıyla beraber uyandı Hasret. Gözlerini ovuştururken, kızının tebessüm ederek kendisine baktığını gördü. Eğilip yanağından öptü. Yatağından uyuşuk hareketlerle kalktı, gözleri terliklerini aradı ama bulamadı. Perdeyi çekti. Odadaki seslere kulak verdi, kocasının evde olmadığını anlayınca mutfağa gidip kızı ve kendisi için kahvaltı hazırladı. Sonra kızını uyandırdı, giydirdi, elini yüzünü yıkadı, sofraya oturttu, yedirdi ve kapıda bekleyen servis arabasına bindirip okula gönderdi. Sokak oldukça tenhaydı, havadaki sevimsiz güneş, bomboş duran park yerleri, kapalı panjurlar ve şüpheli bir sessizlik, ona biraz sonra iyice yalnız kalacağını hatırlatıyordu sanki. Bütün bu gördükleri onu korkutmuştu. Apartman kapısına doğru yöneldi, hızla merdivenleri çıkıp sığınağına, evine ulaştı. Oyalanarak kahvaltısını yapmaya devam etti; çayına üç şeker attı, hızlıca karıştırdı. Çayından bir yudum alacakken dün gece yaşadığı iğrenç olayı ve kocasını anımsadı, başı döndü.
Midesinden göğsüne doğru bir kasılma yükseldi, kusmamak için iki eliyle ağzını sıkıca kapattı. Şu anda hissettiği basit bir mide bulantısı ya da herhangi bir korku değildi. Utanıyordu Hasret. Yaşadıklarını tümüyle unutmak istese de başaramıyor, düşünceleri, kalbindeki yaranın oluşturduğu o garip utanç havuzuna akıyor, yüzü aniden kızarıyor, yok olup gitmek istiyordu. Hasret, teni ve ruhundaki onarılmaz yaralara, karmaşaya ve karışıklılara rağmen ne yaptığını bilen, kendine güvenen bir kadın gibi güçlü kalktı sofradan. Kirli bulaşıkları yıkadı. Kızı için pasta yaptı. Her zamanki gibi kirli ya da temiz olduğuna aldırmaksızın bütün giysileri yıkadı. Ütü yaptı, eşyaların tozunu aldı. Ayakları üşüdü, patik giydi… Sonra saatine baktı, vakit tamamdı. Kızını okuldan almak için dışarı çıktı.
Hasret ayaklarını sürüye sürüye yürüdükçe zaman da ona uyum sağlıyordu; güneş yorgun bir ikindiden saçları kınalı bir akşamüstüne eviriliyor, caddeleri dolduran insan kalabalığı uyuşuk uğultular besteliyor, temizlik işçileri çalı süpürgelerinde düşlerini yitiriyor, kuşlar kuşku dolu cıvıldıyordu… Hasret okulun bulunduğu sokağa geldiğinde yavaşça durdu. Gülümsedi.
Evet, O adam karşısındaydı yine. Yorgunluğu ve korkuları geçmişti, dingin bir huzur sarmıştı her yanını, bedenini tüy gibi hafif hissediyordu. Yan yana sıralanmış iri gövdeli ağaçların arasından geçip, onu tam karşıdan görebileceği bir banka oturdu. Adam, sürekli aynı bankta oturduğu için kendisi de bu sürekliliğe ayak uydurmak zorunda kalmıştı. Altı aydır aynı bankta oturan Hasret, bu ayrıntının ise çok sonraları farkına vardı. Her zamanki gibi elinde bir elma vardı adamın. Uzun boyluydu, kendisi gibi yeşil gözlü, açık tenli. Yüzü biçimliydi. Ama Hasret’i etkileyen şey bunların hiçbiri değildi. Adama karşı hissettiği duygu sevgi, aşk ya da cinsellikten çok uzaktı. Hasret’i büyüleyen, şaşkına çeviren, adamın, babasına olan inanılmaz benzerliğiydi. Uzun süredir göz hapsinde tuttuğu, mimiklerine değin bütün hareketlerini hatmettiği bu adam sadece fiziksel görünüşüyle değil tavırlarıyla da babasının bir kopyasıydı. Hasret, kendi varlığını bir an olsun sezmeyen, bakışlarını bir boşluğa çivilemiş, öylece duran bu adamı kimi zaman düşlerinde de görüyordu. Babasının ellerine sarılır gibi sarılıyordu ellerine. Onları öpüyor, göğsüne bastırıyordu. Adam da tüm bunlara karşılık, ona en sevdiği şarkıyı söylüyordu… Hasret, okul zilinin çalmasıyla irkildi aniden, kızını okuldan almak için oturduğu yerden kalktı. Bütün güzel şeyler gibi bu da kısa sürüyordu; yalnızca on beş dakika. Ağır ağır ilerlerken, arkasını dönüp son bir kez daha adama baktı. Adamın bakışları ise aynı boşlukta oyalanmaya devam ediyordu…
*Minel hubbî ilel hubbî ebed…
Kül rengi, puslu bir sabah... Daha ortalık iyice aydınlanmamıştı. Usulca kalktım yataktan, elimi ve yüzümü yıkamak için banyoya doğru yöneldim. Salondan koridora doğru zayıf ve haleli bir ışık yayılıyordu. Uzun ve geniş koridordaki tek aydınlık, bu erinçsiz ışıktı; duvarları olduğundan daha kirli ve yapışkan gösteren bir ışık…
Babaanneme seslendim, cevap vermedi. Salona baktım, babaannem titrek ampul ışının aydınlattığı salonda rahlenin karşısına bağdaş kurmuş, omuzlarını dikmiş, kollarını karnında kavuşturmuştu. Kuran’ı okurken, kendinden geçmiş bir edayla sallanıyor; rahlenin üzerine doğru eğiliyor sonra tekrar doğruluyor, gölgesi duvarın yüzeyinde bir büyüyüp bir küçülüyordu. Dudakları mükemmel bir ahenkle kımıldıyor, hızlanıp hızlanıp aniden duruyor ve sonra kesif bir solukla yeniden eski temposuna geri dönüyordu.
Güzel kadındı babaannem. Kuran okurken daha da güzelleştiğini, betimsiz bir huzurun yüzündeki o derin çizgileri nurla doldurup, yetmiş yıllık tevellüdü bir anda yok ettiğini ise o an fark ettim. Aniden çevik bir hareketle oturduğu yerden kalktı ve aynı anda sanki onun bu hareketini bekliyormuşçasına, camiden yükselen sabah ezanı odanın içindeki sessizliği dağıttı. Babaannem, rahlenin üzerinde duran Kuran’ı yavaşça eline aldı, öpüp alnına koydu. Seccadesini, halının üzerine serip namazını kılmaya başladı. Parmaklarımın ucuna basıp, usulca ona doğru yaklaştım ve karşısındaki koltuğun önünde bağdaş kurup onu izlemeye başladım; ellerini omuz hizasına kadar kaldırıp sonra sağ elini sol elinin üzerinde kenetledi. Bir müddet öyle durduktan sonra yavaşça belini büküp, rükuya eğildi. Doğruldu, dizlerini kırıp alnını yavaşça seccadenin üzerine bıraktı… Babaannemin kirpikleri seccadenin sıcak ve güvenli kokusuyla kapanırken ben de gözlerimi yumdum: Aylardır kalbimi ve zihnimi cendereye alıp, paramparça eden kadın yine karşımda belirdi. Tenindeki o ölgün beyazlığın aksine saçları gecenin tüm karanlığını hapsetmişçesine siyahtı. Bir çiçeğe su verir gibi bakıyordu bana; şefkatle, incitmeden, kırıp dökmeden. Dipsiz bir uçurumun kenarında yan yana yürüyorduk. Saçlarının o esmer uğultusu tüm Dünyayı karanlığa boğmuştu, göz gözü görmüyordu. Yalnızca gözlerinin aydınlık akı ve teninin ışıltısı seçiliyordu. Her an göğe yükselecek gibi duran, yarı saydam bir ruha benziyordu… Babaannemin, saçlarımda dolaşan ellerinin şefkati ve huzuruyla gözlerimi açtım. Karşımda durmuş bütün güzelliği ve bilgeliğiyle bana gülümsüyordu:
-Hazırlan artık deli çocuk. İşine geç kalacaksın.
-Emredersiniz kraliçem, derhal hazırlanıyorum.
-Kraliçe de ne yahu? Sultan de bari…
Yüzümde yayvan bir tebessümle banyoya girdim. Geceliklerimi çıkarıp, tüm çıplaklığım ve yalnızlığımla sıcak suyun rehavetine bıraktım vücudumu. Su, başımdan ayaklarıma doğru kesintisizce ilerliyor kimi zaman da yorulup damlacıklar halinde mola veriyordu. Kafamı kaldırıp, buğulanmış aynaya bakınca bir yabancıyla karşılaştım. İrkildim. Bakışlarım haddinden fazla yorgundu, yüzümdeki çizgilerin derinleşip beni olduğumdan daha yaşlı gösterdiğine hayretle tanıklık ettim. Bu ben olamazdım, aynanın içinde rengi paslı, uzak bir gezegen gibi duran bu yüz bana ait olamazdı. Kendini anlat deseler, asla anlatamayacağım belki de utanacağım bir yüz. Yüzyıllar önce ölmüş bir adamın çehremde tekrar doğuşunu andıran, her an her şeye gebe, sancılı bir yüz…
Banyodan çıkıp yatak odasına geçtim. Saçlarımı kuruladım, elbiselerimi giydim. Mutfaktan yükselen sesler, babaannemin kahvaltı hazırladığını işaret ediyordu. Yavaşça mutfağa süzülüp, ellerimle belinden sımsıkı kavradım ve yanağına kocaman bir öpücük bıraktım. Ona tutunmak, yaşama tutunmak, ölüm de dâhil bütün kötülüklere karşı büyülü bir zırh kuşanmak gibiydi. Yaşlı kadınlara özgü bir bahtiyarlık vardı; duruşunda, susuşunda, konuşmalarında. Yaşlı ama hala delicoş bir nehri andırıyordu. Onun tek bir bakışıyla, usul usul akan, menderesler çizen bu nehre kayıtsızca teslim edebilirdim tüm bedenimi ve ruhumu. Simsiyah gözlerini, gözlerime dikip en sevdiğim gülümseyişini boca etti üzerime. Beni en mutlu eden, en dipsiz kuyulara atan, en kötü anlarımda dahi en şen düşlere boğan, en güzel, en uçsuz, en bucaksız gülümseyişi…
Kahvaltımı yaptıktan sonra işe gitmek için dış kapıya doğru yöneldim. O esnada babaannem, her zaman olduğu gibi avucunda sımsıkı tuttuğu yeşil elmayı uzattı bana. Alıp özenle cebime koydum. Sokağa vardığımda, hafif bir rüzgâr dolaşıyordu kaldırımlarda. Ağaçların dibine düşen kurumuş yapraklar, rüzgârla birlikte ortalığa saçılıyor, siyah asfaltı sararmış bir pelerinle örtüyor, okuluna giden küçük bir kız çocuğunun saçları da rüzgârdan nasibini alıyor, başını yerden kaldırmadan yürüyen yaşlı bir adam ağlamaklı görünüyor, asık suratlı bir otomobil, yolda yürüyen insanları öldürmek için trafik ışıklarının buyruğunu bekliyor, güneş ise bütün bunlardan habersiz gökyüzünde pinekliyordu.
Oturduğum mahallenin en dar ve en çıkmaz sokağında acelesizce ilerlerken, caddenin sonunda duran çiçekçiye uğradım. Henüz yeni açtığı dükkânında temizlik yapan orta yaşlı kadın beni görünce hiç şaşırmadı. Tek bir söz söylemeden bir demet nergisi özenle hazırlayıp bana doğru uzattı. Altı aydır, bu çiçekleri neden ve kimin için aldığımı bir an olsun merak edip sormamıştı. Kadının bu sessizliği bana güven veriyordu. Çiçekleri alıp dükkândan çıktım. Onun oturduğu apartmanın önüne geldiğimde hiç tereddüt etmeden apartman kapısını açıp içeri girdim. Oysa ilk günler, apartman kapısının önünde dakikalarca bekler, korkudan tir tir titrerdim. Tereddütlerin kıskacında, çiçekleri ona vermekten vazgeçip gider ama sonra cesaretimi toplayıp tekrar geri gelirdim. Şimdi ise korkuyu izlemeyi öğrendim. Kimi zamanlar birileri görür mü diye endişeye kapılmıyor değilim ama endişemin kaynağının yakalanmaktan çok anlaşılmamak olduğunu biliyorum… Elimde nergislerle, basamaklardan ağır ağır çıkarak oturduğu evin kapısına ulaştım. Kapının eşiğine bıraktım çiçekleri. Onun için gülümsedim…
İşyerime gitmek için minübüs durağına doğru yöneldim. Kalabalık bir grilik vardı durakta. Güneş tepede yükselip, sevimli yüzünü gösterdikçe duraktaki insan kalabalığı aydınlanacağına grileşiyor, yorgun bir tabloya dönüşüyorlardı. Gözlerimi hafifçe kıstım. Adamın biri, gözlerini kıpıştırarak baktı yüzüme. Gözlerini her kırpışında biçimini kaybedip bulanık bir yabancıya benzedi. Mini etekli bir kadın, bacaklarındaki kışkırtıcı ahenkle durağa geldi. O an, oradaki herkes için, her şey biçimini kaybedip, bulanık bir yabancı oldu. Sadece mini etekli o kadın ve bacakları tanıdıktı. Utandım. Kadına baktığım için değil ona dokunan bakışların bir parçası olduğum için…
Ayaklarımı yere vurdum ısınmak için, bir sigara yaktım… Geniş caddenin karşısında kirli yüzlü, elbiseleri yırtılmış bir çocuk ordusu, daha günün bu saatinde ışıkta duran arabaların camlarını silmeye çalışıyordu. Pek çokları onların ısrarından rahatsızdı. Ama onların yoksullukları ve arsızlıkları iç içe geçmişti. Biri olmadan diğeri de olamazdı. Küçük kız, lüks arabanın penceresine doğru yöneldi. Kirden siyaha kesmiş yanaklarında az önce ağladığını gösteren beyaz izler hala tazeydi. Arabanın içindeki adam pencereyi açmadı, yanan ışıkla beraber hızla uzaklaştı oradan. Küçük kız okkalı bir küfür savurdu giden arabanın arkasından. Şaşırdım. Ne de olsa küçüktü, ne de olsa kızdı… Minübüs geldi durağa. İşyerime vardım. Terli bir vardiyayla kucaklaştım. Didindim, çabaladım, terledim, babaannemi düşündüm sonra o kadını…
Akşam oldu, işyerimden çıktım. Saatin ilerliyor olması ve ona yetişemeyecek olma düşüncesi adımlarımı hızlandırıyordu. Onu düşündüğümde garip bir duygunun tüm bedenimi esir almaya çabaladığını anlayabiliyordum. Ama korkmuyordum, boğun eğmeye hazırdım hatta bu duygunun sonsuza dek kölesi olmaya bile razıydım. Oturduğu evin önüne geldiğimde, başımı kaldırıp balkonuna baktım sonra saatime. Vakit tamamdı. Onu en iyi açıdan görebileceğim, zihnimin ve kalbimin kadrajına en uygun bankı seçtim. Bankın mavi yüzeyinde tahrişe neden olan kalp figürleri ve resimler, dış kapıların demir anahtarları ve ufak ceplerin minyatür çakılarıyla sonsuzlaştırılmıştı. Kimileri aşkını ilan ediyor kimileri ise aşka lanet ediyordu…
Altı aydır, her gün aynı saatte, isimler ve kırılmış kalpler kazınmış bu banka oturup onun balkona çıkmasını bekliyor, uzun saçlarının rüzgârla olan dansını seyrediyorum. Onu beklerken elimi, cebimde duran elmama doğru attım. Ardından beyaz renginin üzerini sarı benekler süsleyen elmamdan koca bir ısırık aldım. Hayata attığım koca bir ısırık... O esnada balkonda belirdi bütün güzelliği ve dalgınlığıyla. Bir şelale gibi boynundan, sırtına doğru akan siyah saçlarını rüzgâra bıraktı. Benim varlığımdan habersiz, sonsuz bir iştahla boşluğa bakıyordu. Yalnızca on beş dakika… Sonra aniden büyünün etkisinden kurtulmuş bir prenses gibi silkiniyor, telefonla birini arıyor, kısa bir süre konuşuyor sonra da koltuk değneklerine tutunarak kötürüm bedenini balkondan alıp, yabancı olduğum bir dünyaya bırakıyordu...
Çok çok güzeldi
Benim…. Mine'l Aşka Karşı…
hayat, insanın üzerine her sabah başka bir gök perdesiyle doğar. kimi vakit bulutlar koyu bir sır perdesi gibi güneşi saklar; kimi vakit rüzgâr, huysuz bir seyyah gibi yaprakları savurur. ve insan, bu değişken gök kubbenin altında, kendi varlığını en ziyade karanlığında bulur. çünkü karanlık, yalnızca ışığın yitimi değildir; insanın içindeki kırık hecelerin ve yarım kalmış duaların saklandığı bir sarmaşık bahçesidir. o karanlık, ruhun kendi içine döndüğü, dünyanın gürültüsünden sıyrılıp sükûnete erdiği bir ana rahmi gibidir.
her bir insan, kendi göğsüne bir hikâye nakşeder. lakin bu hikâyeler, birbirine benzer ruhlarımızın farklı nakışlarıdır aslında. bir ömür boyu yürekte saklanan taş gibi pişmanlıklar, sessizliği haykıran suskunluklar, aynalara düşen ama kendisini tanıyamayan yüzler… insan, kendi içinde hem bir yabancı hem bir dosttur. her sabah, yeniden kendi varlığına uyanır; her akşam, varlığının yüküyle gözlerini kapar.
hayat, bazen bir pencerenin perdesine sinmiş bir loş ışık gibidir. elinizi uzatırsınız, fakat o ışık hep biraz uzakta durur. insan, o loşlukta yüzünü değil ama ruhunu görür. ruhu, korkularıyla, hayalleriyle, kaybettikleriyle ve umutlarıyla birbirine dolanmış bir ilmiktir. bazen o ilmiği bir sigaranın ucunda, bazen pencereye vuran yağmur damlasında, bazen de bir elmanın pürüzsüz kabuğunda görür.
hayatın her köşesi, insanın alışkanlıklarına işlemiş bir türkü gibidir. insan, sabahları aynı saatte kalkar, kahvesini hep aynı fincandan içer, adımlarını hep aynı kaldırım taşlarına bırakır. bu küçük ritüeller, hayatın devasa kargaşasında tutunacak bir dal gibi görünür insana. fakat bazen, o dal insanı kendi karanlığının daha da derinlerine çeker. çünkü insan, alışkanlıklarının rahatlığında kaybolurken, özünü unutur; kendi varlığını yitirir.benim gibi…
ya sevgi? sevgi, her zaman bir ışık mıdır? yoksa insanın kendi karanlığına hapsolduğu, tatlı bir yanılgı mı? sevgi dediğimiz şey, bazen bir uçurumun kenarına yaklaşıp aşağıya baktığımızda hissettiğimiz baş dönmesidir. sevgi, sadece dokunabilmek değildir; bazen uzaktan, dokunamadan, var olduğunu hissetmektir. insan, sevdikçe hem daha çok ışık arar hem de kendi karanlığına çekilir.
şimdi bir pencere hayal edin. kenarında bir insan duruyor, hayalleri rüzgârla dans ediyor. gözlerini ufka dikmiş, uzaklara bakıyor. neyi bekliyor dersiniz? belki bir yabancıyı, belki geçmişte bıraktığı bir anıyı, belki de kendi içine saklanmış kayıp bir parçasını… çünkü insan, en çok kendi eksikliğini tamamlamak için bekler. bu bekleyiş bazen bir ağacın yapraklarında, bazen bir çocuk gülüşünde, bazen de bir bankta oturan bir yabancının gözlerinde…
insan, kendi hikâyesini kaleme alırken, aslında başka birinin hikâyesine dokunur. çünkü hepimiz, aynı gökyüzünün farklı hayalleriyiz. hepimiz, karanlıklarımızda birbirimizin hayallerini taşırız. ve ışık, hepimiz için eşit mesafededir: bir adım uzağımızda ve bir ömür boyu erişilemeyecek kadar uzakta.
hayat, karanlıkla ışık arasında gerilmiş ince bir iptir. insan, bu ipin üzerinde yürürken düşer, kalkar; yaralanır, iyileşir. fakat ne olursa olsun, o ipten asla vazgeçmez. çünkü insan, kendi içindeki karanlıkların devasa çığlığına rağmen, ışığa uzanma umuduyla yaşar. ve belki de bu umut, insanı insan yapan tek şeydir.değil mi???
tebrikler…