Mustafasız Mustafa
Göğün kenarlarındaki kurşuni renklere bakıp akşamın olduğunu sanabilirdiniz.
Ama Ankara'da henüz öğle vaktini yenice geçmiştik... Ulus'a doğru giden uzun caddenin ışıkları yanıyordu.
Kaldırımlar kirli bir yağmurla ıslanmış cadde kasvetli bir havaya bürünmüştü.
Yürüdüğüm yolun solunda bitmeyen bir trafik akıp gitmekte sağında ise hiçbir kıpırtı yoktu.
Başımı kaldırınca Botaş'ın arıza konteynerini gördüm ...
Ama o sırada bir sinema reklam afişi de giriverdi görüş alanıma.
Afiş sinemalara yenice düşen Can Dündar'ın Mustafa belgeseline aitti.
Biraz yaklaşıp inceledim.
Saat 15 de matinesi vardı.
İyi dedim içimden sıkıcı bir öğleden sonrası için bir meşguliyet bulmuştum sonunda.
Saate baktım 14 15 ti yönümü ulus sinemasına doğru çevirip yürüdüm.
Sonunda film başladı.
Birinci sınıf bir ekiple çekildiği anlaşılıyordu.
Açılar perspektif konuya ve görüntü hakimiyeti tam bir profesyonel işiydi.
Müzikleri yapan kimse eline sağlık demeden geçemedim...
Ama fakat hatta lakin...
Film iyi niyetin içine kurnazca döşenmiş minik tuzaklarla başladı.
İlk başlarda Can beyin buğulu sesi
Görüntülerin gerçekliğine enikonu bir katkısı olduğunu fark ettim.
Seyrettiğim Mustafa bize öğretilen Mustafa'dan giderek farklılaşıyordu.
doğrusu bir efsane beklerken;
yalnızlık içinde
Kendi hezeyanlarını yaralı koca bir milletin sırtından gerçekleştirmiş bencil bir adam çıktı karşımıza..
İçki sofralarında tükenmiş
Zaaflarına mağlup...
Zelil bir adamdı perdeye yansıyan karakter.
Bu kadar yalnız ve bencil bir adamın bu kadar kapsamlı bir devrim çarkını işletebilmesi şaşılacak bir şey diye düşündüm.
Çevresinde onun bu durumunu fark etmeden yaşayan insanların zekasıyla alay eden bu belgeselin altında Can Dündar imzası olmasa birinci gösterimden sonra karpuz kabuğundan gemiler yapan çocukların çöp kutularından toplayıp mum ışığına tutarak oynatmaya çalıştıkları filmlerden biri olurdu kuşkusuz.
Hayal kırıklığı içinde birinci bölüm bitti .
Hava almak için salona çıktım.
İnsanların konuşmaları kulağıma kadar geliyordu.
Öfkeli bir ses...
?'Olmaz kardeşim!. Olamaz !
O adam Mustafa ise Atatürk kim?'' diye söyleniyordu.
Yürüyüp tuvalete girdim. Yüzümü yıkarken aklıma dedem geldi.
Dumlupınar gazisi rahmetli Hali İbrahim dedem.
Atatürk hakkında söyledikleri sanki kayıttan çalar gibi beynimde konuşmaya başladı birden...
-evet hepimiz o adama çok şey borçluyuz evlat!
Bu vatanın o adama borcu vardır...
O büyük bir komutandır.
Ardından iyi kötü çok şey söylerler ama sen hiç birine inanma.
Hiçbir asker güvenmediği bir komutanın arkasında ölümüne savaşmaz.
Biz Dumlupınar'da hücuma kalktığımızda hepimiz öleceğimizi biliyorduk.
Ama Tereddüt bile etmedik. Neden?
Yıllar önce
Okulda hazırladığımız bir panel için dedemi Kurtuluş Savaşı hakkında sorguya çekmiştim.
Çok az konuşan dedem
O gün saatlerce bana 1914- 1930 arasına denk gelen gençliğini bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı.
Öyle ilginç
Öyle inanılmaz
Öyle acıklı olaylar anlatmıştı ki inanmak gerçekten zordu.
O konuşurken tuttuğum notlar aklıma geldi.
Hatta o gün panelde son söz olarak
Bu hatıralar yaşanmışsa (kaldı ki benim hiçbir kuşkum yok!)
Gerçekten Bu vatan mucize bir vatan...........arkadaşlar.........
Evet bir mucize olmuş...
İyi ki de olmuş! (demiştim.)
Yüzümü yıkayıp yerime dönerken aklımda bu düşünceler vardı...
Yerime oturdum oturur oturmaz da filmin ikinci bölüm başladı.
Ama filme odaklanmadan önce son olarak aklımdan şu düşünce geçti
?'Keşke dedem sağ olsaydı da bu belgesele onu götürebilse idim...''
1938 e gelindiğinde yalnız çaresiz kırgın ve zavallı bir adamın ölümüne sanki kimsenin umurunda değilmiş gibi bir izlenim uyandırılmıştı.
dayanamayıp ayağa kalktım sesli düşündüğümün farkına, bakışları üzerimde hissettiğim zaman anlayabilmiştim.
-Olmaz yahu bu kadarı da olmaz!...
Biri bize büyük bir yalan söylüyor...
Bu yalancı ya dedem yada sponsorlu can Dündar.
Diye söylenerek orayı terk ettim.
Benle beraber salonun yarısının boşaldığını fark ettiğimi de belirtmeliyim. İstasyona gelip ege ekspresini beklemeye başladım.
Bir yandan da düşünüyordum.
Bu adam bu kadar yalnız ve sevgisizce ölüp gittiyse öldüğü gün ve cenazesinde ki o kadar kalabalıklar neyin nesi idi acaba...
Eve döndüğümde sabah ezanı okunuyordu.
Annem namaza kalkmıştı beni birden karşısında görünce yüzü güldü.
-Geç kaldın meraklandık diye sızlandı.
tehirli geldik ana dedim.
- kör olası trenler tehir etmeden gelemezler bilirim.
- Buna şükür anacım adamlar ellerinden gelse DDY fesih edecekler.
- Nasıl geçti hal edebildin mi ?
- Ettim çok şükür.
- Ana sana bir soru soracağım
Merakla Yüzüme baktı,
-sor bakalım.
-sen Atatürk'ün ölümünde kaç yaşındaydın...
İlkokul iki ye gidiyordum... neden?
Peki Atatürk öldüğünde neler oldu hatırlayabilecek misin?
-hatırlamaz mıyım...
Neler oldu neler ortalık ayağa kalktı. Babam odasında saatlerce ağladığını bilirim.
Annem komşularla beraber toplanıp Kur'an okudular.
O gün okul iş falan olmadı..
Üzerimizde beyaz ne varsa çıkarttılar.
Herkesin gözleri ağlamaktan kızarmıştı.
Bir an durup;
-sabahın bu vaktinde niye soruyorsun bunları ne oldu?
Hiiç ! Trende gelirken bir tartışma vardı Atatürk yalnız ve millettin sevgisinden mahrum ölmüş
Dediler bende merak ettim...
Annem yüzüme tuhaf tuhaf bakıp
-Bunu diyen halt etmiş. Halt etmekle kalmamış edepsizlik etmiş.
-Tamam ana sağ ol sabah olunca detaylarıyla anlat hatırladıklarını bana
Bunları bir yerlere yazıp belge olarak saklayalım...
Ne olur ne olmaz!
👍👍👍
👑👑👑👑
O Atatürk'tür.
Ne etseler silemezler gönlümüzden...
👑👑👑
👍👍Annen doğru demiş kardeş...👍👍
Hırsımdan mı kırıldığımdan mı ne yazacağımı bilmiyorum...
😙😙Fakat Işın Ağabimizin dediği gibi "O Atatürk'tür " Asla Asla Silemezler Kalbimizden Sinemizden Aslaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa.... Biz doğarken kazındı kalbimize...😙😙
Gerçekleri her zaman doğru yansıtmak gerekir. Geçmişten gelen güzel bir öykü kutlarım İsmail bey ...👍